Öykü

Bir Gölge İki Öge

Uyumak için heyecan duyduğunuz vakit uyuyabilir misiniz? Sizi canlandıran, kalbinizin daha hızlı atmasına neden olacak düşüncelerle dolu bir sepet taşıyorsa beyniniz, uyumak pek de kolay olmayacaktır. Hissettiğim duygular için tam olarak heyecan da diyemem aslında. Daha önce hiç görmediğim bir şeye şahitlik edebilecek olmamın olasılığı ile tüm bunların bir yanlış anlamlandırma olma olasılığı kafamın için çarpışıyordu. Çarpışmak için kafamın içini seçtiklerinden kafam zonkluyordu, sızlıyordu, acıyordu. Muhtemelen üçünden biriydi sadece ama ben öyle hissetmiyordum.

Arkadaşım Levent’in bir… uyku problemi olduğunu düşünüyorduk ve yardımcı olmak için o gece onda kalabileceğimi söylemiştim. İlk başta teklifimi reddetti. Bir sorun olmadığını söyleyip, o ana kadar ‘sorun’ olarak anlattığı şeyleri bir anda kendisi temize çekmeye başladı. Sabah uyandığında onu karşılayan kırık vazo, düşmüş tablo ya da odanın ortasına doğru çekilmiş yatak için mazeretler buldu kendi kendine. Neden onda kalmamı istemediğini anlamadım, teklifimde ısrar ettim.

O gün o kafede oturduğumuz sırada yardım edebileceğimi söylemiştim ve hesabı ödedikten sonra kalktığımız sırada ancak kabul etti teklifimi.

Aynı günün akşamında saat onda yola çıktım Levent’in evine gitmek için. Otobüste cam kenarından dışarıyı izlediğim sırada Levent’in bana anlattığı şeyleri tekrar tekrar düşündüm. Çözüme ulaşmak için kanıtları tekrar tekrar gözden geçiren bir dedektif gibi hissediyordum kendimi. Psikoloji kitaplarından daha çok polisiye kitapları okumuş olmamın bir yansıması olarak anlamlandırdım bunu. Hava karanlık olduğundan led tabelalar haricinde izlenecek pek bir şey olmaması da düşüncelerimi gözden geçirmeme odaklanmak konusunda bana yardımcı oldu.

Bir gün uyandığında odasının içerisinde bir yıkım gerçeklemiş olduğunu fark etmesiyle başlamıştı her şey. Kitaplığından bazı kitapları düşmüş, masasındaki monitör devrilmiş, yastıklar odanın öteki tarafına atılmış ve duvardan bazı ufak boya parçaları dökülmüştü, Levent’in anlattığına göre. Devamında gelen gecelerde ise ilk seferki gibi büyük yıkımlar gerçekleşmese de ufak değişimler oluyormuş hem odasında hem kendisinde.

Kollarında ve bacaklarında morlukların oluşması yanı sıra bazı sabahlar şiddetli bir karın ağrısıyla uyandığını da anlatmıştı. Tüm anlattıklarından, bir uyurgezerlik problemi yaşadığına kanaat getirmiştim. Karnının ağrısının nedeni için de tüm gece boyunca yalın ayaklarıyla soğuk fayansa basıyor olabileceğini düşünmüştüm. Tüm bu anlattıklarına karşın sorununu daha iyi anlayabilmek için yanına gidip görmekten, o uyurken başında bekleyip gözlemekten başka bir çaremiz yoktu. Görüntü kaydetme fikrini daha ilk aşamada elemiştik. Levent, evin içerisinde herhangi bir ışık ile beraber uyuyamıyordu. Belediye de onun yaşadığı sokaktaki lambanın yerini değiştirdiği için onun uyuduğu odada hiçbir ışık kaynağı olmuyordu artık. Gece görüşlü hiçbir kameramız da olmadığı için herhangi bir izlenebilir kayıt alma şansımız yoktu.

Daha önce hiç uyurgezer birine denk gelmemiştim. Uyurgezer birinin uykusunda gezdiğini görmek bir yana bu dertten muzdarip biriyle de hiç karşılaşmamıştım. Heyecanımın bir kısmı da bundan kaynaklanıyordu diyebilirim. Otobüs yolculuğum esnasında kafamı yasladığım cam kadar hızlı atmasa da kalbim, normal atış hızına kıyasla oldukça fazlaydı.

Otobüs beni caddedeki duraktan indirdikten sonra tek yol olan ama çift yönlü olmayı başaran araba yoluna sahip sokağa girdim. Birbirine yapışık olmalarına rağmen renk ve doku bakımından birbirinden alakasız, ortalama beş-altı katlı evlerin arasından geçerek yürüdüm bir süre boyunca. Levent’in evine doğru yaklaştığım sırada, eskiden onun evinin hemen önünde olan ama şimdi otobüs durağının bulunduğu caddeye yaklaştırılmış olan sokak lambasının altından geçtim. Sokak dar olduğu için iki binaya doğru uzanan kablonun ortasına asılmıştı lamba. Yol kenarında bekçilik eden ve yerde bir şeyler arayan o klasik sokak lambaları geride kalmıştı.

Sokak lambası önümde olduğu için dikkat etmediğim o detay ben sokak lambasının altından geçince dikkatimi çekmeyi başardı. Lambayı arkama alınca ışık yüzüme doğru değil sırtıma doğru vurmaya başladı ve o ana kadar beni arkamdan takip eden gölgem bir anda önüme geçiverdi. Ortada izlenecek herhangi bir kimse ya da şey olmadığı için yürüdüğüm esnada gözlerim kendi gölgeme takıldı. Işığın henüz yakınındayken gölgem gelecekteki tabutum kadar büyüklükte iken ışıktan uzaklaştıkça büyümeye başladı. Attığım her adımım ile bir yaş daha attı ve boyu uzadı. Boyunun uzamasına rağmen enlerinden genişlemediği için bir noktada insan gölgesinden ziyade bir kılıcın gölgesine benzedi.

Levent’in oturduğu apartmanın kapısına vardığımda son bir kez gölgeme baktım. O ana kadar değil ama tam Levent kapının otomatiğini açtıktan sonra içeriye girmek için kapıyı ittirdiğim anda bir detay fark ettim. Hafızamın bir oyunu da olabilir ama sanki, ayağımı apartmanın içerisine girmek için kapının ardına doğru attığım esnada gölgem karardı. Bir gölge, olduğundan daha karanlık nasıl olabilir bilmiyorum. Gölgemin, üzerine uzandığı kaldırım taşlarının hiçbirini göremedim. Gece, gölgemin üzerine düşmüş gibiydi. O esnada kapıdan içeri girdiğim için durmadım ve apartman kapısını kapayarak binanın içine girmiş oldum.

Yaşlılıktan rengi ağarmış mavi boyalı duvarın üzerindeki posta kutusuna gözüm takıldı. Kutuların hiçbirinde hiçbir kâğıt yoktu. Apartman sakinlerinin, faturalar için kâğıt harcanmasın diye e-fatura tercih ediyor olmasına kıyasla Levent’in apartmanda oturan tek sakin olma olasılığı daha ağır bastı benim için. O ana kadar posta kutusuna hiç gözüm takılmadığı için Levent’in binada komşuları olup olmaması hakkında düşünmemiştim. Daha önce bana komşularından hiç bahsetmediği için binada tek oturanın o olması daha da makul göründü gözüme. Fark ettiğim bir diğer detay da apartmanda ışığı yanan tek dairenin Levent’in dairesi olmasıydı.

Ben yaklaşırken beni görmüş olmalıydı ki kapıya yaklaştığımda da zile basmamı gerektirmeden açmıştı kapıyı. Ben merdivenleri çıktığım sırada daire kapısını açıp beni beklemesiyle de anlamıştım ki o da bir çeşit heyecan duymaktaydı. Normalde böyle bir şey yapmazdı çünkü.

“Hoş geldin,” dedi Levent ben daire kapısına vardığım sırada.

Ayakkabılarımı çıkardığım sırada “Hoş buldum,” diyerek cevapladım onu. İçeri geçmem için geri çekildi. Ayakkabılarımı yanıma alıp kapıdan içeri geçtim.

Üstümdeki gri montu ben sormadan üstümden alıp astı ve ayakkabılarımı da elimden alıp portmantonun altındaki kapaklı dolabın içerisine koydu. Bunlar normalde hiç onun yapacağı şeyler değil diye düşündüm. Salona geçtim ve odadaki tek bir tane olan üçlü koltuğa oturdum. Evde sanki yeni taşınılmış havası vardı her zamanki gibi. Az eşya olması ve olan eşyalarının da düzensiz olması bu hissi çağrıştırıyordu bende. Koltuklar, masa ve televizyon haricinde bir şey yoktu salonda. Duvar krem rengindeydi ve televizyon duvara monteliydi. Yerler fayans, koltuklar turuncu renkteydi.

“Bir şeyler içer misin?” diye sordu Levent.

“Varsa soğuk bir şeyler alırım,” diye yanıtladım.

“Kola var ama dolaba yeni koymuştum henüz soğumamıştır. İstersen içine buz atayım.”

Adama fazladan zahmet verdiğimi düşünsem de teklifi yapan kişi o olduğu için kabul ettim. “Olur yani…”

İki büyük bardakta kola getirdi ve buzlu olan bardağı bana uzattı. İki bardak da kola markasının promosyon olarak verdiği bardaklardandı. Bu durum bir kola bağımlılığı olarak yorumlanabilirdi ama aslında olan, yalnız yaşayan bir adamın fazla sayıda bardağa ihtiyaç duymayacağı için hem kola hem de bardağın bir arada olduğu fırsattan olabildiğince yararlanmak istemesiydi.

Fincanı da meşhur granül kahve firmasının hediye olarak verdiği fincandı.

“N’apıyorsun,” diyerek konu açmaya çalıştı Levent. “İş zor muydu bugün?”

“Her zamanki gibiydi. Susmayan telefonlar, susmayan patronlar vesaire. Sen ne yaptın?” dedim ve soğuk kolamdan bir yudum aldım. Kolayı içmek için bardağımı kaldırmamla birlikte buz küplerinden biri üst dudağımın kenarına bir buse kondurdu.

“İş arıyorum hâlâ ama bildiğin gibi işte. Hiçbir ilerleme yok.”

“Hiç mi yok?” Komik ve anlamsız olduğunu bilsem de istemsizce soruyordum. Kanımda olduğu için karşı koyamadığımı düşünmüşümdür hep bu konu için.

“Hayır, hiç. O kadar ilan var ama geri dönüş yok. Eğlencesine mi koyuyorlardır nedir anlamıyorum ki. Gidiyorum konuşuyorum, verecekleri gıdım kadar maaşı da kabul ediyorum ama yok, hiçbir dönüş yok. Bari neden almadıklarına dair bir kısa mesaj atsalar diyorum o da yok.”

O noktadan başlayan sohbet, koladan her yudum almak için bardağı kaldırmamla beraber buzları ufak ufak öpmemle devam etti. İlk bardak bitti ikincisi dolduruldu. İkinci bardak bitti üç dolduruldu fakat midem gazdan dolayı patlamasın diye dördüncüyü istemedim. Levent de dördüncü bardağı içmedi ve masanın üzerindeki iki boş bardak, bardak olmaktan çıkıp birer kupa ya da kavanoz gibi bizi dikizlemeye koyuldu.

Gece yarısı olduğunda telefonlarımızı çıkarıp aynı oyuna giriş yapmamızla beraber karşılıklı oyunlar oynamaya başladık. İkimizde de herhangi bir oyun konsolu olmadığından telefon oyunlarıyla yetiniyorduk. Levent işe girince alacağı parayı kenara koyarak ikinci el bir konsol almayı planlıyordu ama herhangi bir iş bulamadığı için planı sürekli erteleniyordu.

Bir saat boyunca telefondan oyun oynadıktan sonra yüzde on beşe düşmüş şarj seviyem konusunda telefonum beni uyardı. Uyarıyı görmemle beraber kafamın içine bir bildirim düştü. Yanıma şarj adaptörü almamıştım. Çantama davranıp kontrol etmeye gerek duymadım çünkü evden çıkmadan önce masada bıraktığım adaptörün anısı kafamın içinde oldukça net dolaşmaktaydı.

Levent telefonunu şarja takmak üzereyken sordum. “Seninki kaç saate dolar?”

“Aşağı yukarı üç saat sanırım.”

“Seninki dolunca ben takabilir miyim?”

“Olur,” dedi ve kendi telefonunu şarja taktı.

Telefonla oynadığımız sırada ufak bir mola vermiştik ve ben eşofmanlarımı giymiştim. Uyku öncesinde gerçekleştireceğim herhangi bir ritüel olmadığına sevinerek Levent’in odasına gidiyordum ki lavaboya girdim. Uyku öncesi tuvalet ihtiyacı giderme rutinimi unutmuştum. Klozetle işim bittikten sonra sifona bastım ve evrensel olan sifon sesleri eşliğinde ellerimi yıkadım. Uzun bir el yıkamasıyla ellerimi iyice temizledikten sonra banyodan çıktım ve Levent’in odasına girdim. Bana anlattığı şeyleri kontrol ettim ister istemez. Önceki geldiğimde odada asılı olan poster o an yoktu, duvarda da bazı ufak döküntüler vardı gerçekten. Odanın biçimi de salonla aynıydı. Krem rengi duvarlar, fayans zemin, çıplak bir ampul ve turuncu bir çekyat. Ahşap renginde bir çalışma masası ve benim boyumdan biraz kısa bir kitaplık da vardı.

Kitaplıktaki kitapları bildiğimden tekrar göz atma ihtiyacı hissetmedim. “E hadi yatalım o zaman,” desem de hiç uykum yoktu.

Odada ikinci bir yatak olmadığı için ben salonda yatacaktım. Aynı çekyatta beraber uyumak mümkün değildi çünkü ikimiz o çekyata sığamazdık. Salondan içeriye koltuk taşımak da mümkün değildi çünkü salondaki koltuklar odanın içerisine sığamazdı. Tek bir yataklık yer vardı odada ve o kota da çoktan dolmuştu. Ya salondaki üçlü koltuğa sığmaya çalışacaktım ya da tekli koltukta oturur pozisyonda uyuyacaktım.

Tekli koltuklardan birini taşımayı ben gündüz vakti önermiş olsam da Levent reddetmişti. Birisi onu koltukta oturup dikizliyormuş gibi göründüğü vakit uyumasının mümkün olmayacağını belirtmişti. Olabilecek muhtemel manzarayı düşününce ona hak vermiştim.

Levent çekyatı açıp çarşafını serip son olarak da yorgan ve yastığını serpince yatağı hazır olmuş oldu. “Uyurgezersem ne olacak?” dedi Levent aniden.

“Seni uyandırmaya çalışabilirim?”

“Ama onun için tehlikeli diyorlar.”

“Soğan kolonya koklatayım?” Bunu espri olsun diye dediğimi belirtmek için ufak bir gülümseme sergiledim.

Dediğimin bir şaka olduğunu anlayarak “He oldu,” dedi Levent de. “Yanağıma da iki tokat atarsın hazır boş bulmuşken.”

“Ya uyurgezerken kimseye söylemediğin şeyler mırıldanırsan?” diye ben bir fikir atmış oldum ortaya.

Soruma cevap vermeyip sessizce beklemesinden, herhangi bir küfür etmemesinden bunu daha önce düşündüğünü tahmin ettim. Çarpıcı olan şeyler söylediğimde ve benden söylememi beklemediği şeyleri duyduğunda çoğu zaman yanıtını küfürle karıştırıp veriyordu. Bu sefer öyle olmamıştı.

Bir cevap vermemesi üzerine, ortamı yumuşatmak amacıyla “Bu evde söylenenler bu evde kalmıyor mu zaten? Boş ver,” dedim. Ortamı yumuşatma teşebbüsüm başarılı oldu ve Levent, samimi olduğundan emin olduğum bir gülümseme sergiledi.

“Ya uyurgezerlik değilse,” dedi Levent.

“Astral seyahat mi?”

“Ya rüyalarımda yaptığım hareketleri gerçekten yapıyorsam?”

“Bence uyurgezerliği buna tercih etmelisin,” dedim ve beraber güldük. İkimizin aynı anda gülmesi aramızdaki diyaloğa bir nevi nokta işlevi gördü ve herkes kendi yatacağı yere doğru dağıldı. Odasından çıkıp tekrar salona geldiğimde önce ışığı kapadım. Pek eşya olmadığı için karanlıkta yürümek sıkıntı olmaz diye düşündüm. Akabinde de salonu hiçbir şekilde kişiselleştirmiyor olmasına dair kendi kafamı ütülemeye başladım. Heyecandan dolayı pek uykum olduğu söylenemezdi ve salonun içerisinde dönüp durmanın da anlamsız olacağını bildiğimden heyecanımı dindirmek için düşüncelerimi koşturmaya koyuldum.

Telefonunu ve diğer elektronik cihazlarının var olan tüm ayarlarını değiştirip kendine göre ayarlayıp kişiselleştiren bir adamın konu evi olduğu zaman bu kadar çabasız olması bana garip geliyordu. Müdür yardımcısı odalarında sıkça karşılaşılan o devasa bitkilerden koyabilirdi köşeye mesela. Onun zevklerine uyan bir tasarım seçeneği olmazdı bu muhtemelen ama sırf esprisine evin bir kenarına öyle bir bitki koyabilecek bir adam olduğunu düşünüyordum Levent’in.

O anda bir şeyi unuttuğum aklıma geldi. Uyurgezer olması olasılığına karşın hiç araştırma yapmamıştım. Az önceki diyaloğu kafamın içinde yeniden oynattığım sırada fark etmiştim bunu. Bir çözüm bulmak için oldukça geçti. Telefonumun şarjı bitik olduğu için geriye kalan tek çare doğaçlamaydı. Ki zaten her uyurgezerlik aynı mı ki, diye düşündüm. Her insanda farklı bir biçimde olageliyorsa o zaman çözümleri de farklı olacaktır, genel çözümleri okumak ne kadar yardımcı olabilir ki, diye düşündüm üstüne. Kafamı bu konudan uzaklaştırmazsam kendi zihnimin içine doğru karadeliğe yakalanan ışık gibi çekileceğimi hissettim ve düşünmekten vazgeçtim.

Salonun zifiri karanlık olması uykumun bana doğru gelen yolunun üstündeki engelleri açtı çünkü gözümün açık olmasıyla kapalı olmasının bir farkı yoktu.

Karanlık perde aralandı ve rüyalarım, her zamanki perdesinde sırayla sahne almaya başladı. Perdenin açıldığı anı fark etmeden kendimi rüyalarımın arasında buldum. Diğer insanlardan farklı olarak rüyalarımı genelde yaşamaz, bir seyirci olarak dahil olurdum aralarına. O geceki seyir ise pek uzun sürmedi çünkü bir eşyanın kırılması ve bir camın çatlaması sesi tüm eve birden ansızın yayıldı.

Uykumdan bir anda uyanıp daha kendime gelemeden koştum ve Levent’in odasına girip ışığı açtım. Tavandaki çıplak ampulün parıldamasıyla ayakta dikilen Levent’i ve yere düşmüş olan bilgisayar monitörünü gördüm. Ben daha ona seslenemeden Levent gözlerini açtı. Onu tanıdığımdan beridir onda hiç görmediğim bir karmaşayla ve bir korkuyla baktı. Tüm uyurgezerlerin benzer bakışlarla uyanıp uyanmadığını merak ettim.

“N’oluyor lan,” dedi uyanma çabasının bir yan etkisi olarak. Uyandığı anda da kendisi bir küfür savurdu ve ettiği küfür tıpkı bilgisayarın monitörü gibi zemine düşerek çatlayıp, odanın içine dağıldı.

“Rüyanda en son ne gördüğünü hatırlıyor musun?” Net ve hızlı bir şekilde sormuştum sorumu ama doğal olarak cevap aynı netlikte olamadı. Rüyayı duvardan izlemeye çalışıyormuş gibi sağımdaki boş duvara boş boş baktı bir süre.

“Ben… biriyle tartışıyordum sanırım. Sonra o, masadaki heykeli yere attı… ve uyandım.”

“Kimdi ki o? Görebildin mi?”

“Hayır, görmüşsem de yüzünü hatırlamıyorum.”

“Neyse, şunu alayım ben,” dedim ve yerdeki ekranı almak için eğildim. Ekranı, düşmeden önceki yerine koyduğum sırada da Levent lavaboya gitti ve faraş ile süpürge getirdi. Ekrandan dağılan ufak camları da temizledikten sonra ikimiz de onun yatağının kenarına oturduk.

“Işığı açtığımda uyandın,” dedim.

“Evet, doğru,” dedi.

“Odanın içindeki lamba açık olarak uyusan belki…” diyemeden sözümü kesti.

“O zaman uyuyamam ki. Muhtemelen o yüzden uyandım. Işık varken uyuyamadığım için.”

“Evet bu odadaki ışık parlak, dışarıdaki şu lambayı caddeye doğru taşımasalarmış yine belki bir çözüm olurmuş aslında. Işığı daha loş, belki bir yardımı dokunurdu.”

“Oğlum… monitörüm gitti lan!” dedi Levent telaşla ve az önce yaşadığı şeyi tam anlamıyla kavramış oldu.

“Bakarız bi’ çaresine.” Monitöre baktım. “Pek tamir olacak gibi değil. Yenisini ararız artık, belki ikinci el falan. Yok mu seni idare edecek eski bir ekranın?”

“Annemlerde var bi’ tane. Bundan önceki işte.”

“Güzel, yenisini bulana kadar o götürür seni. Önemli olan sana bir şey olmaması.”

“Doğru,” dedi Levent. “Sen olmasan, kırık ekranın üzerine basabilirdim bile.”

Bunu düşünmek bile ayağımın karıncalanmasına yetmişti. “Düşebilirsin de. Şimdi net olarak anlamış olduk, sen de uyurgezerlik başlamış gerçekten de.”

“Neden peki?” diye bana sordu. Gerçekten bana sormadığını bilsem de cevabın garipliği yüzünden bir anlığına duraksadım.

“Son günlerde sarsıcı bir şey yaşadın mı hiç?” Polisiye kitaplarını daha çok tercih etsem de az biraz okuduğum psikoloji kitapları da yok değildi. Sorumu sorarken sorgulayan bir polis olmak ile hastasının derdine çözüm arayan psikolog olmak arasında gidip gelmiştim ama neyse ki bu sesime yansımamıştı.

“Hayır, olmadı hiç. Bildiğin gibi işte. İş aramak falan.”

“İş bulamama kaygısı yüzünden olmuş olabilir mi?”

“Mantıklı.” Elini çenesine dayamış yere bakarken düşündü bu dediğimi. “Ee o zaman ben kendi vücudumun belasını…” diyerek bir küfür daha savurdu.

“Dur ya ne oldu, neden böyle dedin şimdi?”

“E zaten yeterince kaygım var bunun üzerine vücut kendi kendine yeni problemler mi yaratıyor?” dedi hafif bir sinirle. Uykudan uyanmış olmanın insanın üzerinde bıraktığı uykulu hâl kendini belli ediyordu.

“Olaya öyle bakmamak lazım aslında. Vücudunun bir tepkisi sonuçta.”

“Kendimi rahatlatacak bir şeyler bulursam geçer mi dersin?”

“Bir kere başladıktan sonra o şekilde biter mi bilmiyorum,” dedim. “O videodaki kitap önerilerini es geçmeyecektim,” diye sesli düşündüm sonrasında.

“Ne önerisi?”

“Kitap tavsiyesi videosu görmüştüm de geçen, orada psikoloji kitapları önerileri vardı ama ben direkt polisiye kısmına bakıp kapatmıştım videoyu.”

“İyi yapmışsın,” dedi aksini kast ettiğini vurgulayan bir ses tonuyla. Aslında o kitapların hiçbirinde Levent’in yaşadığı soruna bir çözüm olmayabilirdi ama insan böyle durumlarda, elindeki en ufak bir kıvılcımı bile güneş gibi görüyor olmalıydı.

“Bi’ su falan ister misin?” deme zorunluluğu hissettim.

“Olur,” demesi üzerine kalktım ve mutfağa yöneldim. Damacananın pompasına oldukça dikkatli vuruşlar yaparak bir bardak su doldurup beni bekleyen Levent’e servis ettim bardağı. Büyük bir bardak olmasına rağmen tek dikişte bitirdi, ki her zaman böyle içerdi, bardağı bana geri verdi ve mutfağa gidip lavabonun içine bıraktım.

“Uyuyabilir misin?” diye sordum.

“Deneyeceğiz bakalım.”

“Başka tehlikeli olabilecek bir şey var mı?” dedim ve etrafa baktım. Ancak yoktu. Havaya zıplayıp kendini kafa üstü yere çakmadıkça bir problem olamaz gibi görünüyordu. Odadan çıkmaya çalışma ya da camı açma olasılığı vardı ama onları şimdilik düşünmek istemiyordum. “Yokmuş. Masal okuyayım mı sana uyuyamam diyorsan?”

“Bi’ git Allah aşkına,” dedi ve yatağa uzanıp bana sırtını dönerek yattı. Işığı kapatıp odadan çıktım ve salona geri döndüm. İkimizin de uyuyabileceği meçhuldü ama yine de deneyecektik. İçimdeki ses uyuyamayacağımı söylediğinden yatmak konusunda da pek hevesli değildim. Karanlığın içinde nöbet tutacak ve aksi bir şeyin gerçekleşmesini bekleyecektim.

Odanın içerisinde keşfedilecek çok bir şey olmadığı için elim perdelere gitti. Klasik, düz bir perdeydi. Işığı geçirmemek dışında hiçbir numarası yoktu. Kumaşı kalındı, dokusu standart kalitedeydi. Sokaktaki ışıkların eve sızmasına müsaade etmeden gözümü cama dayadım. Sokakta da hiçbir şey yoktu. Salonun baktığı taraftaki sokakta ışık her zamanki yerinde durduğundan, sokak aydınlıktı. Arabalar, perdeli pencereler, kiremitten çatılar… Sokağın ışığı her şeyin üzerine bir battaniye gibi çökmüş ve sokaktaki her şey uykuya dalmış gibiydi.

Gözüm hareketli olan hiçbir şey göremeyecek diye düşünürken bir kedi gördüm. Yolun ortasından, öğlen vaktinde arabaların geçtiği yoldan sakin sakin yürüyerek gidiyordu. Nereye gittiği hakkında tahmin yürütmeye çalıştım. Sokak kedisi olduğu barizdi, hiç kimse sahibi olduğu kediyi o gece sokakta bırakmazdı diye düşündüm. Kendisine yatak bellediği bir yere gidiyor olabileceği fikri kafamda belirdi. Sıcak bir yer arıyor olabilirdi.

Gölgesi, kendisinden önce gidiyordu. Uzun boylu bir hayvan olmadığından gölgesi de pek uzun değildi, ona yakındı.

Gölgesine bakmaya kendimi odakladığım esnada kedi bir anda durdu. Kafasını çevirip doğrudan bana baktı. Binaya değil, bulunduğum kata değil, pencereye değil, direkt olarak bana baktı. Bana baktığını anlayana kadar ben de ona baktım. Akabinde ise içimde oluşan garip hissiyattan dolayı bakmayı bıraktım. Perdeyi eski haline getirdim ve kendimi yeniden odanın içerisinde buldum.

Tavana bakarak beklemek için koltuğa uzandım. Uyuyabileceğimi düşünmediğimden koltuğa uzanıp zifiri karanlıkta tavanı seyrederim diye düşünmüştüm ama koltuğa uzanınca yorgunluk kapımı çaldı ve ben daha kimin geldiğini bilemeden vücudum kapıyı açıp kendini yorgunluğun kollarına bıraktı.

Gözlerimi açtığımda ortam yine aynı karanlıktaydı. Saatin kaç olduğunu organik yolla kontrol etmek için camdan dışarıya baktım hemen. Hâlâ geceydi, hâlâ karanlıktı. En son baktığımdan beri hiçbir şey değişmemişti.

Kedinin yeri bile.

Ürpererek geri sıçradım istemsizce. Bana doğru baktığı haliyle kalmıştı kedi. Saatin kaç olduğunu öğrenmeye çalışmayı unutup ben de kediye kilitlendim. Bir süre karşılıklı bakıştık. Ta ki ben odadan bir ses duyana kadar.

“Hayır dedim sana!” dedi Levent odanın içinden.

“S….” Deyip bir küfür etmiş oldum. “Uykusunda konuşuyor da.”

Perdeyi kapattım ve sessizce odaya yöneldim. Kapıyı ses çıkarmadan araladım. Işığı açarsam Levent yine uyanacaktı. Ancak ben onun ne diyeceğini merak ediyordum o yüzden ışığı açmaya yönelmedim. Bekledim, tekrar ne konuşacak diye kulağımı dört açtım.

“Anlamıyor musun? Sana burada yer yok. Git, başka bir yer bul kendine.” Sonrasında sustu. Biraz geçince yine konuşmaya başladı. “Dinlememeye devam edeceksin değil mi? O yüzden yalnız kaldın zaten. O yüzden bana muhtaçsın. Ancak hayır, sana yardım etmeyeceğim. Çık dedim. Sana çık dedim!” diyerek sesini yükseltti.

Sonrasında duyduğum sesleri, Levent’in havaya yumruk sallaması olarak yorumladım. Havayı dövüyor olmalıydı. Odanın içerisinde vurup da tehlike yaratacağı bir şey olmadığından beklemeye devam ettim. Heyecanım gittikçe alevlenen bir parıltı olmasına karşın ben karanlıkta oturmuş bekliyordum.

Duvara omuz attı birkaç defa. Yere düştü. “Bırak beni!” diye bağırdı ama sesinin halinden, bir şekilde boğuluyormuş gibiydi. Daha fazla beklemedim ve odanın içerisine girdim. Odanın ışığını açmak o an aklıma gelmedi. Levent’in kendini bir şekilde boğma ihtimali beni endişelendirdi ve düşünmeden davrandım. Dizlerimin üstüne çöküp havayı yokladım. Karanlıkta iki elime de değen vücudun omuzlarından yakaladım.

Elleriyle yerdeki birini boğazlıyordu Levent ama o da bir şekilde boğuluyordu. Onu iki omuzundan yakaladığım gibi geri kaldırmaya çalıştım. Rüyasında boğazlamaya çalıştığı şeyden uzaklaşırsa kurtulur diye düşünüyordum. O anki tüm gücümle birlikte başardım. Levent’i omuzlarından ayağa kaldırdım. Boğulma sesleri kesilmişti. Başarılı olduğumu düşünüp sevindim. Hafiften Levent’in vücuduna yaslandım, sağ elim hâlâ onun omzundaydı.

Sonrasında o sesi duydum.

“Mehmet?”

Levent benim adımı söylemişti. Ses… yerden gelmişti.

Ayağımla yokladım ve yerde bir vücut daha olduğunu anladım. Elini omzuna koyduğum şeyden geri çekilmeye çalıştım.

Çok geç kalmıştım.

* * *

İki aydır ikimiz de uyurgezer terapisi alıyoruz. Bize inanan kimse yok. Karanlıktan korktuğumuzu sanıyorlar. Gölgesiz bir odada yatmamızı paranoyaklık olarak görüyorlar. Ancak bilmiyorlar, en aydınlık bir odadaki basit ve ufak bir gölgenin bile ne denli korkutucu olabileceğini. Bir saksının arkasında kalan ufacık gölgeye bile ne gibi şeylerin sığabileceğini.