Öykü

Bir Onur Meselesi

Koca savaşçı, dar ve loş mağaranın içinde olabildiğince süratle koşuyordu. Yapılı bir vücudu ve son derece kaslı kolları vardı. Vücudunun üst tarafı adalelerini sergileyecek şekilde çıplaktı, altında ise siyah bir pantolon ve bir çift deri çizme bulunuyordu. Omuzlarına kadar inen sarı saçları o koştukça arkasında dalgalanıyor, beline astığı uzun kılıcı bacaklarına çarparak tıkırdıyordu. Sol kolunun altına küçük bir hazine sandığı sıkıştırmıştı. Yakışıklı sayılabilecek yüzünde kocaman, kendini beğenmiş bir sırıtış vardı.

Omzunun üzerinden geriye baktı ve kendisini takip eden kimseyi göremeyince biraz daha sırıttı. “Amatörler!” dedi kendi kendine, bariton bir sesle. Derken minik bir “Klik!” sesi duyuldu mağaranın içinde ve adamın ayağı zemindeki taşlardan birine hafifçe gömüldü. Aynı anda tünelin yan duvarlarından birkaç zehirli ok fırlayıverdi. Savaşçı süratle yana sıçrayarak bu saldırıdan kurtuldu. Diğer duvarın alçak tarafından bir – iki ok daha vızıldayarak fırladı. İri adam olduğu yerde çevik bir biçimde zıplayıp bacaklarını iki yana açtı ve minik ölüm tuzaklarının zararsız bir biçimde altından geçmesini sağladı. Tam ayakları yeniden zemine değmişti ki bir başka ok uçarak yüzüne doğru gelmeye başladı. Adam son anda elindeki sandığı havaya kaldırdı ve minik okun tok bir sesle ahşaba saplanmasını sağladı. “Amatörler.” dedi tekrardan, yüzünde yine o koca gülümseme olduğu halde.

Birkaç metre daha gitmişti ki aniden durdu. Boştaki elini beline atarak koridora bakıp bilmiş bilmiş sırıttı. Ardından sandığa saplı minik oku söküp çıkarttı ve önünde uzanan boş koridora doğru yavaşça fırlattı. Ok yere değer değmez tavandan, duvarlardan ve zeminden bir sürü metal kazık, mekanik bir gürültü eşliğinde fırlayıverdi. Kiminin üzerinde kurumuş kan, kiminin üzerindeyse çürümüş insan kemikleri vardı. O bakarken tuzak yavaş yavaş eski haline yani sıradan bir koridor görünümüne geri dönmeye başladı.

“Hah! Bayat numara.” dedi savaşçı, kendini beğenmiş bir şekilde. Bir iki adım geri attı, sonra da hızla koşarak kendini ileriye doğru fırlattı. Tuzaklı zeminin üzerinden süzülerek geçerken sağ eliyle saçını düzeltmeyi de ihmal etmedi. Yerde ufak bir takla atarak zeminin zararsız kısmına indi ve rahat adımlarla çıkışa doğru ilerlemeye devam etti.

Az sonra dışarıdaydı. Geriye dönüp kurukafa şeklindeki tepeye şöyle bir baktı. Pişmiş Kelle Tepesi, okyanus kıyısında bulunan taşlık bir yükseltiydi. Tepe, tıpkı bir insan kafatasını andırıyordu ve ağzının olması gereken yerde bir mağara girişi vardı. Burası diyarın en acımasız korsanlarının ganimetlerini sakladıkları gizli bir mekândı aslında. Ya da en azından girişindeki sayısız tabelada “Uzak durun! Gizli hazine!” tarzı şeyler yazmasa öyle olacaktı.

İri savaşçı tepeye şöyle bir baktı, ardından bakışlarını kolunun altındaki sandığa çevirdi. Kendinden emin bir şekilde gülümseyerek sandığa şefkatle vurdu, sonra da ayrılmak üzere tepeye sırtını döndü ve burnunun ucuna doğrultulmuş bir kılıçla göz göze geldi.

Kılıcın ucuna bakmaktan şaşılaşmış gözlerini kabzayı tutan kişiyi görmek amacıyla önüne doğru çevirdiğinde bir düzine korsanla karşı karşıya olduğunu gördü. Kimisinin tek gözü bir bantla kapatılmıştı, kimisinin bir bacağı tahtadandı. Çoğunun kafasında bir bandana, üzerlerinde de eski püskü kıyafetler vardı. Biri hariç, kaptanları… Yani şu anda savaşçının burnuna kılıç tutan korsan. Geniş siperlikli bir şapkası olan, ince bıyıklı, şık giyimli bir adamdı kaptan. Sol elinin olması gereken yere gümüş bir kanca takılıydı. Onların hemen arkasında sahile çıkmış bir filika, birkaç metre uzakta ise siyah yelkenleri olan kocaman bir korsan gemisi vardı.

“Bilekbüken…” dedi kaptan, ince bıyıklarını titreterek. “Tahmin etmeliydim.”

“Selam çocuklar! Sizi yeniden görmek ne güzel!” dedi iri adam, masumca olduğunu umduğu bir gülümseme eşliğinde korsanlara el sallayarak. Korsanlardan biri de sırıtarak ona el salladı fakat yanındaki arkadaşından yediği dirsek darbesiyle bunu yapmaktan vazgeçti.

“Ee? Nasıl gidiyor Tekkürek?” diye sordu savaşçı, laubali bir şekilde.

“Kaptan Tekkürek.” diye düzeltti korsan. “Ayrıca soruları ben sorarım. Burada ne arıyorsun?”

“Hiç…” dedi Bilekbüken, “Şöyle bir dolaşmaya çıkmıştım hepsi bu.” diye devam etti, korsanın kılıcını elinin tersiyle hafifçe yüzünden uzaklaştırmaya çalışarak.

“Evinden kırk fersah uzakta mı?”

“Kırk fersah mı? Vay canına! Biraz uzağa gitmiş olmalıyım.” diye yanıtladı savaşçı, ortamı yumuşatmayı amaçlayan bir kahkaha atarak. Bir müddet gülmeye devam etti ama korsanların çatık kaşlarla kendisine baktığını görünce ufak bir öksürükle buna son verdi.

“Ve gezmek için benim gizli sığınağımın olduğu tepeyi seçtin, öyle mi?” diye devam etti kaptan.

“Şey, sanırım evet. Biraz deniz havası almanın iyi olabileceğini düşünmüştüm.”

“Sandığıma da mı hava aldırıyorsun?”

“Hangi sandığa?”

“Benimle oyun oynamayı bırak Bilekbüken! Kolunun altındaki sandığı kastediyorum elbette!”

“Ha bu mu? Şey aslında ben…”

“Hiç zahmet etme, zırvalarını dinleyecek vaktim yok. Ver onu bana. Ya da daha güzeli, alın onu çocuklar!”

O anda tüm korsanlar eğri kılıçlarını, bıçaklarını ve kamalarını kınlarından hevesle çekti. Hepsinin yüzünde de zalim bir sırıtış vardı.
“Sandığı mı istiyorsunuz?” diye sordu Bilekbüken, yüzünde hâlâ o masum gülümsemeyle. “Alın sizin olsun o halde!” diye bağırdı ardından, çatık kaşlarla elindeki ahşap kutuyu havaya fırlatırken.

Tayfalar şaşkın bir biçimde havaya yükselen kutuya bakakaldı. Ardından hepsi birden onu yakalamak için harekete geçti. Belki de onu yakalayabilirlerdi, eğer hep birlikte havaya bakıp birbirlerine doğru koşmasalardı… 12 korsan kafa kafaya çarpışıp baygın bir şekilde yere yıkıldı. Bu esnada Bilekbüken, gözlerine inanamaz bir halde tayfalarına bakakalan Kaptan Tekkürek’in arkasına çaktırmadan sokulmuştu. Seri bir hareketle şapkasının kenarlarını tutup aşağı çekti ve adamın görüşünü kör etti.

“Hey! Seni lanet olası su kaplumbağası! Ne yaptığını sanıyorsun sen, ha?” diye bağırdı Tekkürek öfkeyle, başındaki şapkayı çıkartmak için deliler gibi çekiştirip dururken. Ama Bilekbüken’in daha önemli işleri vardı. Kaptana bir omuz atıp yere yığılmış korsanların olduğu yöne koştu. Gözüne kestirdiği en göbekli adamın midesine basıp havaya sıçradı ve düşmekte olan hazine sandığını yakalamayı başardı. Ardından sahil boyunca hızla koşarak kaçmaya başladı.

“Görüşürüz çaylaklar!” diye bağırdı omzunun üzerinden.

Kısa bir süre sonra kumsalı aşıp gür orman örtüsünün içine girmişti. Çabucak atı Fırtınayele’yi gizlediği yere yöneldi, bineğinin sırtına atladı ve oradan dörtnala uzaklaştı.

***

Birkaç fersah sonra, hava iyice kararmaya başladığında Bilekbüken atını dinlendirmek için kamp kurmaya karar verdi. Kesinlikle korsanlardan yeterince uzaklaştığını düşündüğü için vermiyordu bu molayı. Aksini iddia eden demir yumruklarına hesap vermek zorunda kalırdı. Bir düzine korsan onu korkutamazdı! Hele karanlık asla! Şey, belki biraz…

Küçük bir akarsuya rastlayınca durdu ve Fırtınayele’yi otlaması için salıverdi. Kılıcı Ejderbiçer +3’ü yaşlı bir meşe ağacının gövdesine yasladı. Ağacın üst dallarına şöyle bir bakış attıktan sonra sırıttı ve tek elini beline koyarak sanki bir kapıyı çalıyormuş gibi ağacın gövdesine birkaç kez sertçe vurdu. Ardından kollarını, avuç içleri yukarı gelecek şekilde ileri uzattı. Birkaç saniye içinde bir sürü kuru dal parçası istiflenmiş bir şekilde kucağına iniverdi. Bilekbüken keyifli bir ıslık tutturarak ağacın dibine ufak bir ateş yaktı ve bağdaş kurarak yere oturdu. Sonra da korsanlardan çaldığı sandığı kucağına aldı ve kapağını nazikçe açtı.

Bir sürü altın sikke vardı içinde ama onun aradığı bu değildi. Yıllardır gösterdiği kahramanlıklar ve ordularının başına geçmeye korkan krallar sayesinde hatırı sayılır bir servet elde etmişti zaten. Altınları elleriyle eşeledi birkaç iri yakut, zümrüt ve elmasla karşılaştı. Fakat aradığı şey bunlardan biri de değildi. Sandığı biraz daha karıştırdı ve altın bir zincirin ucu eline değdiğinde heyecanla nefesini tuttu. Zincire hafifçe asılıp kutudan çıkardı ve ucuna takılı olan kolyeye hayran hayran bakmaya başladı; Okyanusun Gözyaşı’na…

Mavi deniz kristalinden yapılma, gözyaşı damlası biçiminde harika bir kolyeydi bu. Etrafına altın ve gümüş kakmalar işlenmişti ve içine baktığınızda adeta okyanusun derinliklerini izliyormuş gibi hissediyor, gözlerinizi yeterince uzun süre üzerinde tutarsanız rüzgârın ve martıların sesini kulaklarınızda hissedebiliyordunuz. Mavi deniz kristali sadece ve sadece kadim deniz halkı tarafından kullanılırdı. Kutsal sayılan bir şey olduğu için de diğer halkların bu maddeye elini sürmelerine izin vermezlerdi. Bu mavi taşlar için zamanında çok savaş çıkmış, çok insan boğulmuş ve çok balık kızartılmıştı. Ele geçirilebilen tüm kristalse bu kadardı, sadece bir avuç… Bu yüzden kolye çok ama çok değerliydi. Bir eşi daha yoktu ve büyük bir ihtimalle de asla olmayacaktı.

“Şunu görüyor musun Fırtınayele?” diye sordu irikıyım savaşçı, otlamakla meşgul atına. “Okyanusun Gözyaşı benim yani korkusuz savaşçı Bilekbüken’in avuçlarında! Üstelik onu ele geçirmek için sevgili kılıcım Ejderbiçer +3’ü çekmem bile gerekmedi.”

At umursamaz bir homurtu çıkararak tıkınmaya devam etti.

“Bu ne demek biliyor musun sadık dostum? Bu uzun süren uğraşımın sonuna geldiğimin bir kanıtı. Bu kolyeyi güzeller güzeli Prenses Dilberdudak’a hediye ettiğimde diyarların en güzel kadını bana âşık olacak ve ben de mutlu sona ereceğim.”

Fırtınayele gözlerini devirerek kişnedi, bu hikâyeyi uzun zamandır farklı şekillerde dinlediği her halinden belliydi.

“Diyarların en büyük kahramanına ancak diyarların en güzel kadını yaraşır.” dedi Bilekbüken, şişinerek ayağa kalkarken. “Kolyeyi gördüğünde kollarıma atılacak.” diye devam etti, hayallere dalıp Fırtınayele’ye sarılarak. At itiraz ederek kişnedi ama adam onu duymadı bile. “Önce onu babasından isterim. Vermezse de kaçarız! Ya da kafasına temiz bir darbe… Düğünümüz ise muhteşem olacak. Bütün gece dans edeceğiz!” Atın kollarından tutup çayırın ortasında bir ileri bir geri salınmaya başladı. Fırtınayele kendini güçlükle adamın kollarından kurtarıp homurdanarak uzaklaştı.

“Sonra da bir düzine çocuğumuz olacak. Bir sürü küçük Bilekbüken!” dedi adam, hâlâ çimenliğin ortasında tek başına dans ederken. Sonra derin bir iç çekti, mutlulukla gülümseyerek ateşin yanına gitti ve kıvrılarak tatlı bir uykuya daldı. Rüyasında bir sürü küçük Bilekbüken ile birlikte bir korsan ordusunu denize döküyor, bu esnada da güzeller güzeli Dilberdudak çiçeklerle bezeli bir tepede durmuş kendilerini hayranlıkla seyrediyordu.

***

“Asla!” dedi Prenses Dilberdudak, yay gibi kaşlarını öfkeyle çatarak.

“Ama sevgilim…” dedi Bilekbüken şaşkınlıkla, elinde tuttuğu kolyeyi kadına uzatırken.

“Ben senin sevgilin falan değilim cahil barbar!” dedi kadın, her erkeğin dizlerinin bağını çözen o sesiyle.

Güneşten bronzlaşmış teni, yemyeşil gözleri, uzun kirpikleri, dolgun dudakları ve yuvarlak vücut hatlarıyla nefes kesici bir kadındı Dilberdudak. Giysileri sadece belirli bölgeleri örten iki parça ipeksi, altın işlemeli ve kaliteli kumaştan ibaretti ve işlevlerini pek de yaptıkları söylenemezdi.

“Ama hayatım!” diye itiraz etti savaşçı.

“Bana hayatım deme, seni pis kas yığını!” diye bağırdı kadın, tüm sarayı inleterek. “Asla senin sevgilin olmadım ve asla da olmayacağım!” diye devam etti ardından, zarif elleriyle adamı kabaca ittirerek. Ardından gümüş işlemeli minderler, kırmızı kadifeden divanlar, pahalı vazolar, gösterişli tablolar ve değerli duvar halılarıyla odanın uzak köşesine doğru uzaklaşmaya başladı.

Dilberdudak, Ulugöbek Krallığı’nın biricik prensesiydi. Kral Ulugöbek onu her daim el üstünde tutardı. Sülalece şişman olan kraliyet ailesinin böylesine güzel bir kıza sahip olması şaşılacak şeydi doğrusu.

“Ama anlamıyorum!” dedi adam, arkasından sokularak.

“Anlamanı beklemiyorum zaten. Beyin yerine kas taşıyorsun ne de olsa.” dedi kadın, odanın diğer köşesine çekilirken.

“Bu kötü bir şeymiş gibi konuşuyorsun.” dedi Bilekbüken, alıngan bir edayla.

Kadın bezginlikle ofladı. “Hiç boşuna çabalama Bilekbüken. Hayatta seninle olmam.” dedi ardından, zarif kollarını göğsünde kavuşturarak. “Ayrıca ben başka birini seviyorum.” diye beyan etti ardından.

“Hayır!” dedi Bilekbüken, kocaman açılan gözlerle.

“Ah, evet!” dedi prenses, yüzünde pis bir gülümsemeyle.

“Olamaz!”

“Basbayağı olur. Kim, biliyor musun? Yakışıklı ozan Yürektitreten!”

“Yürektitreten mi? O karı kılıklı herif mi yani?” diye sordu Bilekbüken, kollarını yalvarır gibi her iki yana açarak. “Hani şu mandalinasıyla acayip sesler çıkartıp bağıran manyak?”

“Mandalina değil, mandolin! Ayrıca çıkardığı o acayip seslere de müzik deniyor!”

“Hah! Eğer o bir müzisyense ben de bir… Ben de bir… Bir…”

“Ahmak?”

“Ben de bir ahmağım!” dedi Bilekbüken, ellerini beline koyup şişinir ve sırıtırken. “Şey, burada bir yanlışlık var sanırım.” diye ekledi ardından, kafasını kaşıyarak.

“Bence yok.” dedi Prenses, küçümser bir edayla. Sonra da aceleci adımlarla odanın bir başka köşesine seğirtti.

“Ama… Ama anlamıyorum. Ben de olmayıp da onda olan nedir?” diye sordu onu takip eden Bilekbüken. “Yani bir bana bak, bir de o mıymıntıya. Bir yanda ben, muhteşem Bilekbüken! Kırkılmamış Koyun istilasının durdurucusu, Tepegöz güreşleri galibi, +3 kılıcını bile çekmeden yüzlerce, yok yok, binlerce korsanı tek bir hamlede bayıltan kahraman. Diğer yanda ise uzun saçlı, karı kılıklı, kıytırık bir çelimsiz!”

“O çelimsiz, senin hayal dahi edemeyeceğin kadar romantik birisi.” dedi Dilberdudak, odadaki sayısız aynalardan birinin karşısına oturup ipeksi saçları altın bir tarakla taramaya başlarken. “Bana öyle güzel sözler söylüyor, adıma öyle güzel besteler yapıyor ki… Sanırım onunla evleneceğim.”

“Ama Okyanusun Gözyaşı’nı sana armağan edersem benimle evleneceğini söylemiştin!” diye itiraz etti koca savaşçı, elindeki kolyeyi göstererek.

“Evet, çünkü bunu başaramayacağını umuyordum. Bugüne kadar kimse başaramadı ne de olsa. Ne yiğit cengâver Parlakkılıç ne de muhteşem okçu Şahingöz. Ya korsanlara kurban oldular ya da deniz halkına yem… Ama sen! Bilekbüken! Her şeyi başarmak zorundasın, değil mi?”

“Şey, evet… Başarı benim doğamda var.” dedi kahraman, göğsünü şişirip sırıtarak.

“Ama Bilekbüken’in benim kalbimde yeri yok!” dedi onunla yüzleşmek için dönen prenses. Ayağa kalkıp adamın üzerine yürümeye ve bir parmağıyla göğsüne bastırmaya başladı. Bilekbüken ise sinmiş bir şekilde geri geri gidiyordu.

“Senden kolyeyi bulmanı istedim çünkü öldürüleceğini umuyordum. Geberecek ve hayatımdan çıkıp gidecektin! Çünkü senden ve senin gibi erkeklerden nefret ediyorum ve sonsuza kadar da nefret edeceğim. Pis, cahil barbar!”

O anda Bilekbüken’in içinde bir şeyler parçalandı. Bir gece önce rüyasında gördüğü küçük Bilekbükenler ona el sallayıp dipsiz bir kuyuya atlıyordu zihninin derinliklerinde. Boynunu büktü, omuzları çöktü ve kadına sırtını dönüp ağır adımlarla odayı terk etti.

Bir müddet arkasından bakan prenses umursamaz bir tavırla omuz silkti ve tekrar aynanın karşısına geçip süslenmeye devam etti. Yürektitreten’le bu geceki randevusunda güzel görünmek istiyordu.

***

“Bö-hüüü! Ühü – ühü – ühü!”

Orman yarım saattir bu gür ve acıklı sesle yankılanıyordu. O kadar bet bir sesti ki tavşanlar, kirpiler hatta ormandaki adı anılmayacak kötücül yaratıklar bile kulaklarını tıkayarak koşa koşa terk ediyordu ağaçların serinliğini. Bilekbüken’di bu, yıkılmaz savaşçı… Bir kayaya oturmuş, kollarını dizlerine yaslamış, yüzünü ellerine gömmüş halde hüngür hüngür ağlıyordu.

Fırtınayele sahibine kibarca burnunu değdirdi ve onu yatıştırmaya çalıştı. Koca adamın ağladığına ilk kez şahit oluyordu ve hem kulak hem de akıl sağlığı için bunun son olmasını diliyordu. İri adam ona kızarmış gözlerle baktı, sonra daha da gür bir hüngürtüyle başını tekrar öne eğdi. At, boynunu geriye uzatarak eyerindeki heybeden dişleriyle bir mendil çıkarıp savaşçıya uzattı.

“Teşekkür ederim sadık dostum.” dedi Bilekbüken, tıkalı bir burunla mendili alırken. Sonra da bir borazan misali sümkürdü. Ses tüm ormanda yankılandı. Sanki birileri savaş borusu çalıyor, koca bir ordu saldırıya geçiyordu.

Fırtınayele iğrenerek yüzünü kırıştırdı. Bilekbüken tekrar ona baktığındaysa hemen ifadesini bir sırıtışa çevirmeye çalıştı. Herhalde atlar yüz felci geçirebilselerdi aynen şu anda Fırtınayele’nin göründüğü gibi görünürlerdi. Koca savaşçı ata şükranla gülümsedi. Ama kırılgan bir gülümsemeydi bu ve yerini çabucak mutsuzluğa bıraktı.

Bilekbüken elini cebine attı ve Okyanusun Gözyaşı’nı çıkarttı. Kolye şimdi gözüne değersiz ve boş görünüyordu.

“Tuzaklar, korsanlar, yolculuk… Hepsi bir hiç içinmiş.” diye mırıldandı adam, kendi kendine. “Ne kadar da aptalmışım.” Kolyeyi boynuna astı. Geniş göğüs kafesinin üzerinde minicik bir nokta gibi kalıyordu. Bir müddet değerli kristale boş boş baktı ardından bakışlarını tekrar atına çevirdi.

“Ne bir kılıç yarası ne de bir Minator boynuzu bu kadar yaralamamıştı beni. Sanırım buraya kadarmış dostum, çünkü ben bu acıyla daha fazla yaşayamam. Bilekbüken’in kahramanlık günleri bitti.”

At duyduklarına inanamıyordu. Sonunda bu hödükten ve tehlikeyle dolu anlamsız maceralardan kurtulacak mıydı yoksa? Sürekli hayalini kurduğu o çiftlik hayatı ve küçük taylar gerçek mi olacaktı sonunda?

“Yaşayanların dünyasındaki günlerim sona ermeli. İntihar edeceğim!” dedi Bilekbüken, kararlı bir sesle.

Fırtınayele şaşkınlık dolu bir kişneme koyuverdi. Kurtulmaktan kasti bu değildi kesinlikle. Gene ne saçmalıyordu bu adam? Bir kez daha ama bu sefer daha sert bir biçimde adamı dürttü.

“Merak etme sadık yardımcım. Bu öyle alelade bir intihar olmayacak. Şanıma ve onuruma yakışır bir şey olmalı. Bilmiyorum, belki de Habis Şişkolar İmparatorluğu’na karşı tek başıma saldırırım. Ama o aptallar yemek masasından kalkana kadar ben ülkeyi fethederim büyük ihtimalle… Ya da bataklıklara girip troll ordularına saldırırım. Hayır, hayır… Onların beni yenmek için kırk maden cüce yemeleri gerek.”

Birden gözleri ışıldayarak oturduğu yerden ayaklandı. “Buldum!” diye bağırdı, alnına bir şaplak atarak. “Tabi ya! Daha önce niye düşünemedim ki? Diyarların en korkulan kötü adamı kim? Kara büyücü Üfürüksaçan tabi ki! Beni ancak o yok edebilir. Bu esnada da onurumu da lekelememiş olurum hem. Sen ne dersin?”
Kara büyücünün adının geçmesiyle kuyruğu diken diken olan Fırtınayele başını telaşla iki yana sallayıp kişnedi. Hayatta o adamın yakınına adımını atmazdı. Ama Bilekbüken bu hareketi yanlış anladı.
“Beni destekleyeceğini biliyordum!” dedi hevesle sırıtarak. “Bu muhteşem bir intihar olacak!” Sonra da çevik bir hareketle bineğinin sırtına atlayıp isteksiz nal sesleri eşliğinde kuzeye doğru ilerlemeye başladı.

***

Kara büyücü Üfürüksaçan diyardaki en kötü, en korkunç ve en zalim adam olarak bilinirdi. Toprakları Ulugöbek Krallığı’nın hemen kuzeyinde başlardı ve Çorak Diyar diye anılırdı. Sınırı geçer geçmez gür ağaçlar ve yemyeşil çimenler yerlerini çatlamış topraklara ve kurumuş ağaç gövdelerine bırakırdı çünkü. Sanki diyar adını hak etmek istiyormuş gibi… Ya da kara kalpli efsuncunun kötülük dolu ruhu toprağı çürütmüş gibi.

Bugüne kadar nice yiğitler nice ordular dayanmıştı büyücünün kapısına. Ama hiçbiri habis kişinin işini bitirmeyi başaramamıştı. Ya büyücünün elinde ya da lanetli zindanlarında yitip gitmişti çoğu. Büyücünün yüzünü gören yoktu, vardıysa da sağ kalıp anlatamamıştı. Yine de herkes ya çok korkunç ya da yüzünü göstermeye bu kadar hevessiz olduğuna göre çok çirkin olduğu konusunda hem fikirdi.

Bilekbüken atını dörtnala sınırdan geçirirken nöbetçiler kendisini hayretle izlemekteydi. Koca savaşçı onlara bakarak hüzünle gülümsedi ve elveda dermişçesine el salladı her birine. Kimisi ona karşılık verdi, kimisi ise boynunu büküp sustu.

“Bir yiğit daha göçüyor diyarlardan…” dedi baş muhafız, kederle.

Büyücünün şatosuna giden yol boyunca sorunsuz ilerlediler. Güneş burada ısıtmıyordu. Garip görünüşlü kuşlar tepelerinde daireler çiziyor, ağaç kovuklarının ardından kırmızı gözlü gölgeler geçişlerini izliyordu. Fırtınayele etrafını ürkek gözlerle süzerken, Bilekbüken ise karamsar bir şekilde kalbindeki yarayı deşmekle meşguldü. Nihayet şatonun kapılarına vardıklarında iri savaşçı başını kaldırıp etrafına baktı ve şöyle dedi:

“Burası nasıl bir dekorasyon böyle? Şu ağaçlara, şu bahçeye bakar mısın? Bahçıvanını mutlaka değiştirmesi gerek!” Ardından atından atladı ve şatonun kapısına doğru ilerlemeye başladı.

Girişe giden yolun her iki yanında ellerinde orak tutan, sivri kulaklı birer Gremlin heykeli vardı. İkisi de sivri dişlerini gösterecek şekilde sırıtıyordu. Bilekbüken aralarından geçerken her iki heykelde gözlerini haince kısıp hareketlendi. Biri elindeki çapayı savaşçının boynuna gelecek şekilde savurmaya hazırlanırken diğeri de kafasına saplayacak şekilde sessizce havaya kaldırdı. Bu manzara karşısında şaşkına dönen Fırtınayele korkuyla kişnedi. Hiçbir şeyin farkında olmayan Bilekbüken ise sadık hayvanının sesini duyunca aniden geri döndü.

“Ah, az kalsın unutuyordum.” dedi, hızlı adımlarla Fırtınayele’ye ilerlerken.

Bu ani dönüşü hiç beklemeyen iki Gremlin ise kazara birbirlerini biçip yere yıkıldılar. Çıkan tok ses karşısında irkilen Bilekbüken omzunun üstünden geriye baktı fakat bir şey göremedi. Omuzlarını silkip atın yanına ilerlemeye devam etti, Fırtınayele ise bezgin bir şekilde gözlerini devirdi.

“Seni burada korumasız bir şekilde bırakacaktım az kalsın. Ne kadar da düşüncesizim!” dedi Bilekbüken, atın sırtına dostça bir şaplak atarak. Ağır darbenin altında bacakları çarpılan at huysuzca homurdandı. Yine de kendisini yalnız bırakmayacağı için savaşçıya bir parça da olsa minnet duydu. Burada tek başına kalıp sucuk olmak, ölmeden önce mutlaka yapmak istediği on şey arasında değildi ne de olsa.

“Al işte, bu seni korur.” dedi Bilekbüken, eyer çantasından ufak bir kama çıkarıp atın ağzına tutuştururken. Sonra da Fırtınayele’nin şaşkın bakışları arasında ata sarılıp ona veda etti.

“Git artık dostum. Sen cesur bir yoldaştın, yolun açık olsun.” dedi hüzünlü bir şekilde. Ardından onu arkasında bırakıp tekrardan girişe yollandı.

Çift kanatlı devasa kapılar sımsıkı kapalıydı ve üzerlerindeki tabelada eğri büğrü harflerle “Üfürüksaçan’ın şatosu. Defolun!” yazıyordu.

“Anlaşılan pek cana yakın değil.” dedi Bilekbüken. Kapının üzerindeki surlarda üç tane nöbetçi görünüyordu. Sivri kulaklı, çıkık çeneli, koca göbekli, paytak yürüyüşlü, yeşil tenli goblinler…

“Sen kim olmak? Ne istemek?” diye sordu içlerinden biri kaba bir ortak lisanla.

“Ben muhteşem savaşçı Bilekbüken!” dedi adam, her zamanki gibi ellerini beline atıp, şişinerek. “Şatoyu başınıza yıkmaya geldim. Açın kapıyı!”

Goblinler bu lafa kahkahalarla güldüler.

“Demek o meşhur kahraman sen olmak? Çilekbüzen?”

“Bilekbüken!”

“Her neyse… Sen biliyor nerede olduğunu, ahmak? Burası efendinin yeri! O çok kudretli, biz çok güçlü. Biz seni çiğ çiğ yer.”

“Ben de buna güveniyorum zaten.”

“Ne?”

“Kapıyı açıyor musunuz açmıyor musunuz?”

“Kendin aç!” dedi goblin ve hep beraber kahkahalarla güldüler.

“Siz bilirsiniz.” dedi omuz silken Bilekbüken ve sıkı bir tekmeyle devasa kapıları menteşelerinden kopardı. Bir adım sonra şatonun ön bahçesindeydi. Goblinlerin ağzı bir karış açık kalmıştı. İçlerinden biri kendini çabucak toparlayarak “Alarm!” diye bağırdı.

Bilekbüken ön bahçeye hayal kırıklığıyla baktı. Kararmış ağaçlar, çatlamış toprak ve her yerden fışkıran diken öbekleriyle iç karartıcı bir yerdi. “Gerçekten de bahçıvanını değiştirmesi gerek.” dedi bilgiç bir edayla başını sallayarak.

Bu esnada Goblinler atlayıp zıplayarak, düşüp yuvarlanarak ve birbirlerinin üstüne basıp durarak hızla merdivenlerden iniyordu. Kısa bacakları ve koca göbekleriyle oflayıp puflayarak savaşçının karşısına dikildiler ve kısa mızraklarını çekip savaşçının önünü kesmeye çalıştılar. İçlerinden ikisi kendisine bakarken biri ise şaşkın şaşkın arkaya, diğer tarafa bakmaktaydı. Nöbetçilerden biri, ters tarafa bakanın ensesine bir şaplak attı.

“Düşman bu tarafta olmak, salak!”

“İyi be! Her goblin hata yapmak. Sen illa vurmak zorunda olmak? Biraz kibarlık!”

“Ben bir goblin olmak. Ben de kibarlık olmamak!”

“Sen de beyin de olmamak!”

Böylece iki nöbetçi kendi aralarında hararetli bir tartışmaya girdi. Bu arada üçüncü goblin bir Bilekbüken’e bir de yanında kavga eden iki nöbetçiye bakmakla meşguldü. Sonunda dayanamadı ve diğer ikisine dönüp nerede olduklarını hatırlattı. Bu kez de diğer ikisi bir olup üçüncüye bağırıp çağırmaya başlamıştı.

Bilekbüken bir müddet sıkılarak onları izledi. Sonra çevik bir hareketle kendisine doğrultulan mızrakları yakaladı ve taşıyıcılarıyla birlikte havaya kaldırıp karşı duvara fırlattı. Nöbetçiler bir diken yığınına düşüp ciyak ciyak bağırmaya başladı. Kıvranıp durdukça dikenlerin içine daha çok gömülüyor, gömüldükçe de daha çok bağırıyorlardı. Bir taraftan da bunun kimin suçu olduğunu tartışmaya başlamışlardı.

“Senin suç!”

“Hayır, senin suç!”

Savaşçı seri adımlarla ön bahçeyi geçip şatonun yılan işlemeli kara kaplı kapılarına dayandı. Bir tekmeyle bu kapıyı da açıp içeri girdi. Çarpık bir zevkle döşenmiş geniş bir antredeydi. Yerler ve duvarlar siyah granittendi. Kemikten yapılma mobilyalar ve iskeletimsi bir avize çarptı gözüne. Yukarı çıkan, siyah kadife kaplı merdivene baktı ve o tarafa yöneldi. Fakat basamaklar birdenbire yok oluverdi.

“Nereye gittiğini sanıyorsun sen?” diye soran gür, kötücül bir ses yankılandı duvarlarda.

“Canına ot tıkamaya geliyorum büyücü!” dedi Bilekbüken.

Onu yeterince kızdırabilirse en iyi büyülerinden birine maruz kalabileceğini umuyordu. Ölümü muhteşem olacaktı!

“Ben yenilmez cengâver Bilekbüken. Binlerce korsanı kılıcını bile çekmeden denize döken yiğit, elinin tek bir hareketiyle yüzlerce goblini korkunç diken canavarına yem eden kahraman! Senin bir hiç olduğunu kanıtlamaya geldim hokkabaz efendi!”

“Hokkabaz mı? Bu ne cüret?” diye gürledi büyücü. Odanın içinde bir gök gürültüsü sesi duyuldu. Işıklar karardı ve Bilekbüken burnunun ucunu göremez oldu.

“Basit numara!” diye karşılık verdi savaşçı. “Yapabildiğinin en iyisi bu mu yani? Saklanmak?”

Değildi. Bilekbüken ayaklarının altındaki zeminin birdenbire yok olduğunu hissetti. Panikle tutunacak bir yer aramaya başladı ama çok geçti. Aşağı doğru hızla düştü.

“Ne yani? Sonum bu mu? Düşerek ölmek? İğrenç!” diye söylendi iri savaşçı. Ama ölüm gelmedi. Onun yerine soğuk, taş bir zemin yüzüne yapışmak suretiyle karşıladı adamı.

Bilekbüken suratını ovuşturarak ayağa kalktı ve etrafına bakındı. Artık antrede olmadığı kesindi. Büyücünün dillere destan olan, pek çok korku hikâyesine konu edilmiş kara zindanlarındaydı. Uzun ve dar koridorlar dört bir yana uzanıyordu. Zincir şakırtıları, acı dolu çığlıklar ve vahşi hırıltılar her yanındaydı. Bilekbüken’in yüzüne geniş bir sırıtış yayıldı. “Zindandaki her tehlikeyi tek tek atlatıp büyücüye ulaşacağım. Sonra da bam! Bu yüzyılın en destansı intiharı olacak!”

Koridorun köşesinde bazı tıkırtılar duymaya ve birkaç gölge görmeye başladı. Boynunu merakla o yöne uzattığında bir grup iskelet savaşçının kendisine yaklaşmakta olduğunu gördü. Kılıcı Ejderbiçer +3’ü çekme zamanı gelmişti anlaşılan. Bilekbüken silahını kınından çıkarırken iskelet savaşçılar sessiz çığlıklar ve takırdayan kemiklerle üzerine koşmaya başladı. Her birinin elinde paslı ama her nasılsa yine de keskin kılıçlar vardı. Tetanoz aşısının henüz keşfedilmediği de hesap edilirse oldukça öldürücü silahlardı bunlar.

“Gelin bakalım kemik torbaları!” diye kükredi Bilekbüken. “Size yem olup onurumu lekeleyeceğimi sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Ben canımı en iyinize teslim etmeye geldim!”

İlk iskelet savaşçı kılıcını şiddetle savurdu ama Bilekbüken bu darbeyi kılıcıyla karşıladı. İkinci iskeletin kılıcından da eğilerek kurtuldu ve geriye doğru sıçrayarak midesini nişan almış bir başka darbeyi daha savuşturdu. Sonra kılıcını hızla savurarak rakiplerinden birine vurdu.

Ama hiçbir şey olmadı.

Kılıç zararsız bir biçimde iskeletin kemiklerine çarpıp geri sekti. O ise bunu hiç de fark etmiş gibi görünmüyordu.

“Ama bu haksızlık!” dedi Bilekbüken, memnuniyetsizlikle. Birkaç savunma, kaçma ve yuvarlanmanın ardından bir darbe indirme şansı daha buldu ama sonuç yine aynıydı. İri kıyım adam bu duruma çok bozulmuştu. Bir müddet boyunca iskelet savaşçılarla çarpışmaya devam etti ancak kemik bedenlere attığı her başarısız kesikte biraz daha öfkelenmeye başlıyordu. En sonunda sinirlerine hakim olamayıp bağırdı.

“Eee! Sıktınız ama!” Elinin tersiyle iskeletlerden birine okkalı bir tokat savurdu. Güçlü darbe karşısında kemik yığınını ayakta tutan büyü dayanamadı ve iskelet savaşçı dağılarak etrafa saçıldı.

“İşte bu!” dedi Bilekbüken keyifli bir kahkaha eşliğinde. Sonra da hevesle diğer iskeletlerin üzerine tekme tokat saldırdı.

Az sonra iskelet savaşçılar önde, Bilekbüken ise arkada olmak üzere koridorlarda koşturuyorlardı. İskeletler korkuyla, savaşçıysa keyifle bağırıp çağırıyordu. Bu sahneye şahit olan tüm diğer zindan yaratıkları da dehşet içinde koca adamın yolundan çekiliyordu. Bunu akıl edemeyenlerse savaşçının demir yumrukları, güçlü tekmeleri ya da kalın kafasıyla yakından tanışma şansına erişiyordu. Bilekbüken şimdiden yarım deste iskelet savaşçıyı parçalamış, birkaç mumyayı topaç gibi çevirerek sargılarından azat etmiş, bir minatoru kuyruğundan tutup sallayarak iki düzine yaratığı hastanelik etmişti. Kısa bir zaman zarfı içinde tüm canavarlar zindanın ön kapısından koşa koşa çıkmakta ve Çorak Diyar’ı terk etmekteydi. Bu adamdan ne kadar uzak, o kadar iyi… Kapılardan son çıkansa yüzünde çılgınca bir sırıtış olan Bilekbüken’di.

“Bu hayatımın en güzel intiharı! Canıma daha sık kıymalıyım!”

Yeniden ön bahçedeydi. Diken yığınından henüz kurtulmuş gibi görünen goblin nöbetçilerle göz göze geldi.

“Orada öyle durmayın! Yakalayın şu salağı!” diye yankılandı büyücünün sesi, tepelerinde. Nöbetçiler birbirlerine bakarak birkaç saniye gözlerini kırpıştırdı. Ardından kendilerini tekrardan diken öbeğinin içine attılar.

“Ne yapıyorsunuz ahmaklar!” diye inledi büyücü. Ama goblinler oralı bile olmadı. Hatta bu akıllıca kararlarından dolayı el sıkışıp birbirlerini tebrik ederek barıştılar bile.

“Senin için geliyorum hokkabaz efendi!” diye gürledi Bilekbüken, şatonun dış duvarına tırmanmaya başlayarak. Merdivenleri tekrar denemeyecek kadar akıllı ve ölümü kucaklamak için de oldukça sabırsızdı. Çok geçmeden şatonun üst pencerelerinden birini kırıp içeri girmişti bile. Şansa bakın ki bu pervaz tam da Üfürüksaçan’ın çalışma odasına açılıyordu. Büyücü de içerideydi üstelik.

Kısa boylu, kalın gözlüklü, büyük burunlu, bol sivilceli bir adamdı Üfürüksaçan. Kara cüppesi üzerine aşırı bol geliyor, elleri giysinin yenlerinde kayboluyordu. Bir çalışma masasının arkasında durmuş, şaşkın bakışlarla pencereden içeri giren adamı süzüyordu.

“Lanet olsun! Ne cüretle odama girersin? Yüzümü görmemen gerekiyordu.” dedi Üfürüksaçan, incecik bir sesle.

Bilekbüken büyücüye hayretle bakakalmıştı.

“Ne bu? Bir çeşit şaka mı? Ah, anladım. Bir aldatmaca!” dedi iri savaşçı.

“Neden bahsediyorsun sen?” diye sordu büyücü, tiz sesiyle.

“Diyarları tir tir titreten, yaptığı kötülüklerle nam salmış dehşetli büyücü sen olamazsın. Çabuk konuş bücürük, efendin nerede?”

“Bücürük mü? Bücürük mü? Ne cesaretle? Ben Üfürüksaçan’ım, Çorak Diyar ve ötesinin en korkulan büyücüsü! Benimle nasıl böyle konuşabilirsin seni koca ahmak?” dedi kara cüppeli, olduğu yerde zıp zıp zıplayarak. Çok komik bir görüntüsü vardı.

“Ne yani? Üfürüksaçan sen misin gerçekten? Bunca yolu bunun için mi geldim ben? Bir tıfılın elinde can vermek için?”

“Ben şimdi sana tıfılı gösteririm!” diye bağırdı büyücü ve ellerinden parlak bir şimşek yolladı. Bilekbüken tam zamanında yana eğilerek büyünün yolundan kaçtı fakat arkasındaki duvar feci şekilde yanmış ve kararmıştı.

“Pekala… Şimdi ikna oldum.” dedi savaşçı, duvardaki lekeye bakarken.

“Olmalısın! Koca orduları tek bir büyümle yok ettim, zindanlarımda nice kahramanın hayatına son verdim, birçok güzel kızı kaçırdım, krallıkları yıktım. Ben en kötüyüm, en kötü!”

“Ve de en bücür!” diye ekledi Bilekbüken gülerek.

“Bücürmüş. Sen kendine bak seni beyinsiz, kalın kafalı aptal. Sadece iri ve güçlü olduğun için kendini bir halt sanıyorsun ve senden güçsüzleri ezip duruyorsun. Tıpkı bir zamanlar beni de itip kaktıkları gibi. Ama hepsine gününü gösterdim. Büyü sanatında ustalaştım ve intikamımı aldım. Çünkü senden ve senin gibilerden nefret ediyorum ve sonsuza kadar da nefret edeceğim. İğrenç, cahil barbar!”

Bu sözler Bilekbüken’i derinden yaraladı. Çünkü Dilberdudak’ın kendisi için sarf ettiği cümleleri anımsatmıştı savaşçıya. O anda buraya niye geldiğini hatırladı ve derin bir iç çekti.

“Bücür veya değil, fark etmez. Sonuçta o gerçekten de güçlü bir rakip…” diye mırıldandı kendi kendine. “Haydi o zaman!” diye bağırdı sonra da. “Haydi, göster bana gücünü. Madem o kadar güçlü bir büyücüsün yok et beni, kanıtla!” diye ekledi göğsünü şişirip gerinerek.

“Aptal…” dedi büyücü, kollarını sıvayarak. “Buna pişman olacaksın.”

Büyücü kadim ve çarpılmış bir dilde bazı sözler söylemeye başlar ve odanın içinde dondurucu bir rüzgar eserken Bilekbüken gözlerini kapadı. “Buraya kadarmış. Elveda hayat, hoşça kal Dilberdudak, vefasız aşkım.” diye düşündü. Üfürüksaçan’ın tiz sesi zirveye ulaştı ve parmak uçlarından gönderdiği koyu yeşil bir ışık huzmesi koca savaşçının bedenine hızla çarptı.

O anda beklenmeyen bir şey oldu ve Okyanusun Gözyaşı mavi bir ışıltıyla parlamaya başladı. Kristal, büyü enerjisini emip gerisin geriye büyücüye fırlattı. Üfürüksaçan şaşkınlık dolu bir çığlık koyuverdi.

“N-Ne? Neler oluyor?” diye sordu Bilekbüken. Vücudunu çabucak kontrol etti ama bir çizik bile göremedi. Onun yerine gözleri mavi bir aurayla parlayan kristale takıldı. Anlaşılan kristalin büyülü saldırıları önlemek gibi bir gücü vardı. Peki büyücüye ne olmuştu?

Bilekbüken dikkatli adımlarla çalışma masasının arkasına geçti ve yerde duran boş bir kara cüppeyle karşılaştı. Büyücüden eser yoktu. Yoksa var mıydı?

Cüppe belli belirtisiz kıpırdadı ve ortalarında bir yerde bir şey zıpladı. Bilekbüken bir adım geri çekildi. O şey yine zıpladı, sonra bir daha ve bir daha… Ardından cüppenin yenlerinden birinden yeşil, şişman, patlak gözlü ve bol sivilceli bir kurbağa çıkıverdi.

“Lanet herif!” diye homurdandı Bilekbüken. “Beni bir kurbağaya mı çevirecektin yani?”

Kurbağa nefretle vırakladı ve hızlı zıplayışlarla odayı geçip kendini pencereden dışarı attı. Bilekbüken bir müddet kurbağanın arkasından bakakaldı. Sonra üzüntüyle iç çekip başını öne eğdi.

“İntihar etmeyi bile beceremiyorum. Ne biçim bir kahramanım ben?”

***

Az sonra yeniden ön bahçedeydi. Omuzları çökük, morali bozuk ve kalbi yaralı bir şekilde kapılara doğru ilerliyordu. Yaklaştığını gören goblin nöbetçiler sıkıntıyla iç çekip yeniden diken öbeğinin içine atladılar. Fakat Bilekbüken’in onlarla ilgilenecek hali yoktu.

Başını kaldırıp şatoya şöyle bir baktı ve gözü en yukarıdaki kuleye takıldı. Oldukça yüksek bir yerdeydi. Yere düşüp çakılmak ve bu acıdan kurtulmak için ideal bir nokta…

“Ah, ne fark eder? Gözlerden bu kadar uzakta nasıl öldüğümü kim bilecek?” dedi savaşçı, bezgin bir sesle. “Büyük ihtimalle kara büyücüyle savaşırken birbirimizi yok ettiğimizi düşüneceklerdir. Yakında o da bacaklarını iştahlı bir kralın sofrasında sergiler nasıl olsa.”

Kafasında bu düşüncelerle birlikte kuleye yöneldi. Herhangi bir giriş ya da merdivenin olmadığını görünce omuzlarını silkti ve yavaşça en tepeye tırmanmaya başladı. Yolculuk zorluydu ama Bilekbüken de azimliydi. Düşüşünün kesin bir biçimde işini bitirmesini istiyordu. Sakat bir kahraman olarak kalmayı ise hiç…

En nihayetinde kulenin tepesine vardığında burada ufak bir pencere olduğunu gördü. Elleriyle buraya sıkıca tutundu ve atlamak üzere sırtını kuleye döndü.

“Elveda zalim dünya, elveda zalim kadın!” diye haykırdı bulutlara.

“Merhaba!” diye geldi içeriden, hayat dolu bir ses.

Bilekbüken o kadar şaşırmıştı ki az kalsın istediğinden daha erken düşecekti aşağıya.

“Orada biri mi var?” dedi ses, merakla.

Bilekbüken ufak pencereden içeri baktığında şaşkınlığı bir kez daha arttı. Kızıl saçlı, ela gözlü, güler yüzlü bir genç kadın duruyordu karşısında. Çok masum, çok temiz ve hayat dolu bir ifade vardı yüzünde.

“Lütfen orada durmayın, içeri gelin.” dedi kadın, sevecen bir tavırla.

“B-ben…” diye kekeledi Bilekbüken. Gözleriyle aşağıya, atlayacağı noktaya baktı. “Gitmem gerekiyor.” diye geveledi sonra da.

“Ah, bu kadar çabuk mu?” diye sordu yüzü asılan kadın. “Biraz daha kalamaz mısınız? Çok fazla ziyaretçim olmuyor da…”

Kız öyle üzgün görünüyordu ki Bilekbüken birden kendini suçlu hissetti. Böylesine narin bir güzelliği üzmemeliydi.

Son derece beceriksiz bir şekilde pencereden içeri girip yerde yuvarlandı. Kadın onun bu halini görünce kıkırdadı. Bilekbüken utangaç bir şekilde sırıtarak ayağa kalktı.

“Benim adım Perisu, burada yaşıyorum.” dedi kadın. “Ya sizin adınız nedir?”

“Bi-Bilek… Bilekbüken.” İsmi dudaklarından dökülürken ne sırıttı ne de şişindi. Kadının yanında ne kadar da kaba gelmişti adı kulaklarına… Oysa her zaman ismiyle övünmeyi sevmişti. Ama şimdi…

“Vay canına, ne enteresan bir isim. Eminim büyük bir kahraman ya da onun gibi birisiniz siz!” dedi ellerini heyecanla çırpan genç kadın.

“Hayır, basit bir savaşçıyım hepsi bu.” dedi Bilekbüken, sıkılgan bir tavırla. “Asla böylesine güzel bir kadınla konuşma şerefine erişecek kadar büyük bir savaşçı olunamaz.” diye ekledi ardından.

Genç kadın utangaç bir şekilde kıkırdadı. “Çok naziksiniz. Oturmaz mısınız?”

Bilekbüken odanın içine şöyle bir göz attı ve alelade bir kule odasında olduklarını gördü. Köşede eski bir yatak, yerde tozlu bir halı, tahta bir masa ve ahşap bir sandalye, bir de ufak şömineden ibaretti içerdeki eşyalar. Kaşları çatıldı.

“Sizin gibi genç ve güzel bir bayan burada ne arıyor?” diye sordu merakla.

“Ah…” dedi yüzü düşen kadın. “Sormayın. Kara büyücü Üfürüksaçan’ın uzun süreli misafiriyim. En azından kendisi öyle söylüyor.”

“Üfürüksaçan’ın dostu musunuz?” diye sordu kuşkuyla.

“Olmayı denedim ama o çok… Çok şey biri…”

“Aşağılık? Hain? Adi? Pislik?”

“Mutsuz…”

“Mutsuz mu?”

“Evet… ve de yalnız. Sık sık buraya gelip bana fetih ve intikam planlarından bahseder durur. Konuşacak ve kendisiyle alay etmeyecek birine ihtiyaç duyduğu için beni burada misafir ettiğini söylüyor.”

“Size zarar verdi mi?”

“Hayır ama aileme vermiş olabileceğini düşünüyorum.” dedi kadın, yüzü yeniden asılarak.

“Aileniz?”

“Çok eskiden, henüz on yedime basmadığım zamanlarda bir gece Üfürüksaçan evimize saldırdı. Ben odamda tek başımaydım. Annemin ve babamın seslerini duydum. Bağırıyorlardı. Sanki acı çekiyor gibiydiler. Onlara seslendim ama cevap alamadım. Sonra kara büyücü geldi ve beni bayılttı. O günden beri de buradayım, tam yedi yıl otuz altı gündür. Ne bir daha ailemden haber alabildim ne de bu odayı ter ettim.”

“Çok üzüldüm.” dedi Bilekbüken, kederli bakışlarla. Kız anladığını belirtmek için başını salladı ama yüzündeki o üzgün ifade değişmedi.

Bilekbüken böyle güzel bir yüzü gülümsetebilmek için her şeyi yapmaya hazır olduğunu hissetti. Aynı zamanda bir daha bu kadını terk edemeyeceğini de… Onsuz geçen her saniye bir işkence gibi gelecekti artık adama. Artık intihar etmek istemiyordu, sonsuza kadar Perisu ile yaşamak istiyordu.

“Hey! Bir fikrim var.” dedi gülümseyerek. “Hoşuna gidecek.”

“Nedir?” dedi bakışlarını kaldıran kız.

“Buradan çıkmaya ne dersin? Dışarı? Benimle?”

“Çok isterim!” dedi genç kadın heyecanla gülümseyerek. “Ama… Üfürüksaçan buna müsaade etmez.”

“O işi sen bana bırak.” diyerek göz kırptı kahraman ve kadının elini tuttu.

Önce odanın kapısını parçalayarak açtı Bilekbüken. Ardından kulenin koruyucularını önüne katarak basamaklardan fırtına gibi aşağı indi. Kulenin görünmez kapılarını da bir güzel yerinden söktükten sonra Perisu’yu kucaklayarak şatonun dış surlarına doğru bir koşu tutturdu. Goblin nöbetçiler rahatlamış bir şekilde iç çekerek adamın arkasından el salladı.

Dışarı çıktıklarında Fırtınayele etrafında bir yığın baygın canavar olduğu halde onları bekliyordu. Hepsinin üzerinde çifte izleri vardı.

“Fırtınayele! Dostum! Beni bırakmadığına çok sevindim.” dedi Bilekbüken, atı orada görünce. “Bakıyorum da kama kullanmakta bayağı iyisin.”

At duyduklarına inanamaz bir şekilde başını sallayarak homurdandı.

Savaşçı, Perisu’yu nazikçe ata bindirdi, ardından kendisi de eyere atladı ve gün batımına doğru sürerek Çorak Diyarlar’ı terk ettiler.

– SON –

Bir Onur Meselesi” için 16 Yorum Var

  1. Söyleye söyleye inandırıcılığımı yitirdiğim kanısında olsam da söylemeden geçemeyeceğim; kahkahası bol, karakterleri canlı, kurgusu şahane bir yazı daha okuduk sayenizde.

    Özellikle Bilekbüken’in atı ile olan muhabbeti bana Red Kit’in Düldül ile konuşmalarını hatırlattı, kendisi yetmezmiş gibi bir de bunun için güldüm. Bunun yanısıra goblinlerin her defasında dikenli çalılara atlaması da dikkate değer başka bir ayrıntıydı =D

    Dilerim ki kaleminizin coşkusu hiçbir zaman eksik olmaz.

    1. Umarım bu kez kahkaha konusunda samimisindir sevgili Berre. Çünkü çok da içime sinen bir hikaye olmadı benim için. Daha fazlasını kaleme dökmek, araya daha fazla komedi unsuru serpiştirmek istiyordum ama olmadı. Vakit yetmedi daha doğrusu. Değerli yorumun için çok teşekkürler.

  2. Hareket içeren öyküleri harikulade bir biçimde yazıyorsunuz; keza bu öykü çok dinamik olmuş. Ellerinize sağlık.

    1. Sağ olun. Aksiyon sahnelerini elimden geldiğince gözümün önünde canlandırabileceğim şekilde kaleme almaya gayret ediyorum. Başarabiliyorsam ne mutlu. Okuduğunuz ve yorumladığınız için teşekkür ederim.

  3. ‘Harika’ anlamına gelen birçok kelime kullanılabilir bu yazı için şüphesiz. Ayrıca sizin yazılarınızda alışık olduğumuz gibi sürekli gülümsetiyor, bazı yerlerde kahkahalarla güldürüyor. Ama bu yazıya özel olarak diyeceğim şu ki; Pixar veya Dreamworks için senaryo yazmayı düşündünüz mü hiç? Zira yazıyı okurken ekstra kaliteli bir animasyon izliyor gibiydim. Hani ciddi ciddi düşünmedim değil bunu animasyon haline getirebilecek birini tanıyor muyum diye.

    Elinize sağlık. 🙂

    1. İtiraf etmek gerekirse bu yazıyı yazarken karakterler, olaylar ve mekanlar tıpkı bir animasyon izliyormuşum gibi sürekli gözümün önünde canlanıp durdu. Ben de elimden geldiğince o hayali çizgi-filmi kağıda aktarmaya çalıştım. O hissi bu yüzden yaşamış olabilirsin 🙂

      Bu arada bana bir daha “siz” diye hitap edersen baltamın nazik darbeleri ile karşılaşabilirsin sevgili dostum. Kendileri feci derecede ikna edicidirler, uyarmadı deme 🙂

      Teşekkürler…

  4. Temposu hiç düşmeyen ve alaycı bir masaldı bu. Masallardaki bilindik kahraman ve olayları esprili bir dille alaya alan bir öykü okumuş oldum az önce. İsimler ve bazı çizgi film vari sahneler insanı tebessüm etmeye zorluyor, illa ki kendi komik atmosferine çekiyor.

    Tek eleştirim ise fazla tahmin edilebilir olmasına dair olacak. Yani Dilberdudak Bilekbüken’i reddettikten sonra olacakları, Perisu’ya kadar çok rahat tahmin ettim. Bu kadar kolay tahmin etmek istemiyordum doğrusu. İçinde biraz gizem unsuru olsa çok daha hoş olacağını düşünüyorum.

    Her zamanki tarzında neşeli, insanı güldüren, esprili isim seçimleriyle keyifli bir atmosfere sahip bu masal için teşekkürler. Ellerine sağlık abim :).

    1. Teşekkürler 🙂 Tahmin edilebilir olduğu doğrudur. Sürekli gizemli şeyler yazma arayışı içinde olduğumdan bu kez biraz daha farklı, basit ve eğlenceli bir şey yazayım dedim. Hani masal tadında derler ya, öyle işte… Tekrardan teşekkür ederim 🙂

  5. Nihayet okuyabildim!
    Hiç beklenmedik bir öyküydü. Her öykünüzde de olduğu gibi çok eğlenceliydi ve insanı gülümseten ince ayrıntıları vardı.. Ve bütün “İntihar” öykülerinden çok daha farklıydı! Masal şeklinde yazılması, çok bildik “büyücü” simgelerinin kullanılması (yeşil kurbağa gibi) gerçekten çok ilginçti!
    Üstteki yorumlarda, KoyuBeyaz’ın da dediği gibi; Disney’in şu meşhur animasyonlarından birini izler gibiydim 🙂
    Nice öykü seçkilerinde buluşmak üzere…

    1. Teşekkürler sevgili Defne. Okurken keyif aldıysan ne mutlu sana. Bir de bana 🙂 Okuduğun ve yorumladığın için tekrar tekrar teşekkürlerimi sunuyorum.

  6. Merhaba İhsan abi!

    Sonunda ben de öykünü okuyabildim. Yine keyifli bir hikâyeyle bizlerle olmuşsun, tebrik ederim. Karakterlerine uygun bulduğum isimleri çok sevdiğimi zaten biliyorsun; lütfen böyle devam et! : ) Bilekbüken’le oldukça renkli bir macera sundun bize. Özellikle iskeletlere tekme tokat girdiği kısım hayli keyiflendirdi beni.

    Ben bu tarz, yalın edebiyattan pek tat alabilen birisi değilim. Belki biraz daha edebi tasvirlere gidilebilirdi; ama üslup senin olunca, zaten her türlü okunuyor yazdığın. Yine de naçizane fikrim biraz daha ‘farklı’ olman, düz değil; kıvrak bir kullanman. Hani öyle olması gerektiği, öyle olmazsa asla beğenilmeyeceği için demiyorum bunu; sadece öyle olduğunda alacağım hazzı düşünerek son derece bencilce bir davranışta bulunuyorum şu an. 😀 Demek istediğimi anladığını umuyorum; öyle olsa da, olmasa da bir içim su yazdıkların!

    Mesela şu repliği eminim ki hepimiz çok sık duymuşuzdur:

    “Orada öyle durmayın! Yakalayın şu salağı!”

    Böyle masal tadında, gündelik bir şeyler olsun istemişsin ama; bunu da kendine has bir şekilde sunsaydın kelimenin tam manasıyla eşsiz olabilirdi. Ben Disney’in animasyonlarını değil, “seni” izlemek istiyorum abim. : )

    Kalemine sağlık, son derece güzeldi yine.

    1. Merhaba Onur;

      Bol övgü ve hafif yergi dolu yorumun için teşekkür ederim 🙂 Ben süslü cümleler kurmayı pek sevmiyorum, beceremiyorum da işin aslı. Hoşlanmadığımdan dolayı olsa gerek. Gerçi senin kurduğun cümlelerin tadına da doyamıyorum. Al sana edebiyat sosuna bandırılmış kocaman bir ironi.

      Kısacası tasvirler senin işin, yalın anlatım da benim… Eğer kendim gibi yazmayı bırakıp hikayelerimi senin tarzınla kaleme almaya çalışsaydım beni değil, sen okuyor olurduk 🙂 (Ne dedim ben?) Yine de söylediklerini dikkate alacağımdan kuşkun olmasın.

      Yorum ve eleştirin için çok teşekkürler…

  7. gerçekten başarılı buldum ve güldüğüm sahneler oldu yazıda… bir kere karakter ve nesne isimleri çok iyiydi ki, ejderbiçer +3 en çok güldüğüm isim oldu. goblinlerin yarım yamalak konuşmaları, Fırtınayele’ye verilen insansı tripler, olay örgüsü felan gerçekten çok iyiydi.

    ve haddim olmayarak bişe tavsiye edebilirim: gerçekten geliştirilebilir bir hikaye. yeni karakterler, yeni olaylar vs…

    tebrik ederim.

    1. Teşekkürler, çok sağ olun.

      Başta karakterler olmak üzere öyküde geçen hemen her şeyin adının esprili ya da özgün olması için özel çaba sarf etmiştim. Beğenilmesi beni mutlu etti, ne yalan söyleyeyim. Bu kahramanın maceralarının devamını görür müyüz, şimdilik bir şey diyemem. Eğer kafamda uygun bir hikaye canlanıverirse neden olmasın? Yazmaktan keyif aldığım bir hikayeydi çünkü.

      Yorumunuz için çok teşekkür ederim.

  8. Eğlenceli ve bir o kadar macera dolu fantastik bir eser mi arıyorsunuz. İşte Bunu M.İhsan Tatari’den daha iyi yazabilecek birini tanımıyorum. Dostum, bu üslubun şimdiye kadar kitap raflarında yerini almış hiçbir kitapta yok. Bu yüzdendir ki sen de eğer bir gün kitap yazarsan, bu eşsiz anlatımınla kendine oldukça güzel mevkilerde yer bulacaksın. Biz de ‘Ben bu adamı tanıyorum biliyor musun?’ diye hava atabileceğiz.

    Yazıya gelince +3 kılıca mı, yoksa gözü yükseklerde kraliçeye mi, yoksa kahramanın kalın kafalılığı na mı gülsem bilemedim. Sanki birçok masal harmanlanmış espiri ile karışık gözümüzün önüne serilmiş gibiydi. Pirates of Caribbean’dan girdik, Red Kit’in atı eşliğinde Rapunzelden çıktık resmen 🙂

    1. Selamlar sevgili Malkavian;

      Senin gibi pek çok kitap okumuş ve zor beğenen birinden böylesine bir yorum almak gerçekten de çok güzel bir şey. Ama bu yorumun beni çok arada derede bıraktı şimdi. Üzerinde çalıştığım daha ciddi projelere bir başka gözle bakmaya başladım birden. “Bu üslupla mı yazsaydım acaba?” dedim kendime. Sonra Onur’un üstteki yorumuna baktım ve bazılarının da bunu beğenmediğini hatırlattım kendime. Tam iki bir dere yani kaldığım yer 🙂 Eh, farklı üsluplara sahip farklı eserler vermeme kimse itiraz etmez herhalde.

      Değerli yorumun ve esirgemediğin desteğin için teşekkürler sevgili dostum.

Defne Tunçer için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *