Küçüklüğüme dair çok fazla anım yoktur. Tek tük hatırladıklarım işte… Bunlar da düne kadar tamamen aklımda olmayan şeylerdi, dur dur şu kahvenin son yudumlarını da içeyim; her şeyi anlatacağım!
Kahve kokusu hep güneşi anımsatıyor bana, sanırım bundandır yağmurlu günlerdeki kahve krizlerim… Yağmurun sesi ise…
* * *
Küçük çocuk yattığı yerden doğruldu, saat çok geç olmalıydı; gözlerini ovuşturdu. Yağmurun sesi uyandırmış olmalıydı… Korkuyor muydu? Hayır, bu korkudan ziyade bir huzursuzluk hissiydi. Bir ses duyduğunu sandı, başını kaldırdı.
Ses kaybolmuştu.
Yatağının içinde kendisini hiç bu kadar küçük hissetmemişti.
Yatak, iki yanında komodinler, en köşede küçük bir pencere, bir masa ve sandalye, onlarla aynı renkte bir minik gardrop ve odanın kapısı. Oda bunlardan ibaretti… Bir de, ses geldiği için fark ettiği kablo…
Duvara çivilenmiş, bir ucu pencereden dışarı (muhtemelen çatıdaki çanak antene) giden; diğer ucuysa kapının eşiğindeki ufacık bir delikten, ki babasının o deliği açışını hayret ve hayranlıkla izlemişti, geçip diğer odalara uzanan kablo…
Şimdi ufak da olsa hareketlenmeler ve bu hareketlenmeler dolayısıyla çıkardığı seslerle dikkat çekiyordu…
Gözlerini bir daha ovuşturdu küçük çocuk, tam o sırada babası kapıyı usulca açıp içeri başını uzatmıştı; korkutucu bir durumdu doğrusu!
Oğlunun uyanık olduğunu görünce gözleri gülümsemekten çekilmiş bir şekilde yatağın başına kadar geldi. Ne zaman gülümsese çok sevimli oluyordu ve çocuk gülüyordu her seferinde ama bu kez öyle olmamıştı, bir süre sonra oğlunun hala gülmediğini ve dahası; dudaklarının titrediğini görünce donuklaştı. Başını hafifçe çevirdi, çocuk babasının nereye baktığını görememişti ama içinden bir ses kabloya baktığını söylüyordu… Tam ağzını açıp soracaktı ki, ani bir hareketle çocuğa döndü adamın kafası; bu da korkutucu bir şeydi ve çocuk yutkunarak başını yastığa gömdü.
Babasının yüzü yumuşadı ve daha sevecen bir ifadeye büründü… Elini usulca uzatıp çocuğun başını okşamaya başladı… Her okşayışta daha bir uykusu geliyordu çocuğun, sanki ufacık bir bebekken annesinin okuduğu ninniler gibi… Git gide gözleri daha da kapanıyor ve git gide son beş dakikayı unutuyordu… En sonunda uyku iyice baskın gelmiş ve neden uyandığını bile hatırlayamadan uykuya dalıvermişti…
* * *
O uyku yaklaşık otuz beş yıldır sürüyordu neredeyse!
Biraz daha kahve alır mısın? Daha anlatacaklarım var… Gerçi, yiyecek de ikram edebilirim; arzu edersen?
Bak şu keki yeni pişirdim, pek de beceremem böyle şeyleri ama… Neyse, hatrım için birkaç dilim keseyim sana; pişman olmazsın!
Ben ne diyordum? Hah, çoğu anımı unutmuşluğum vardır; önemsizdirler veya çocukluk dönemi sanrıları gibi hastalıklı, histerik şeylerdir… Kaldı ki, pek çoğu çocuklukla ilgili değildi; sonradan fark ettim ki…
Hemen hemen hepsi babamla ilgiliydi!
* * *
Ufaklık, diye seslendi sigaralardan ve bilumum lüzumsuzluklardan çatlamış boğazından tıslama edasıyla çıkan sesiyle yaşlı adam.
“Ufaklık” pek de ufak değildi artık, klişist bir kavram olarak babasının hep, küçük oğlu olmuştu.
Hastanedeki yatağın başında, artık umutsuzluktan taşan bir halde ellerini kovuşturmuş; gözlerindeki yaşları içine gömmeye çalışarak başını kaldırdı, babası her zamanki gibi gözlerinin taa içine bakıyordu… Bu cesarete daima hayran kalmıştı çocuk, pek de çocuk değildi ya artık; Tanrı biliyor, ne zaman babasıyla göz göze gelse “çocuk”tu…
Dua eden biri olamamıştı asla ama ne zaman iletişim kursa yukarıdakiyle, istediği üç beş dönemsel dileğin yanı sıra hep bir klasiği olmuştu: Daima babasının cesaretine sahip olabilmek!
Ulvi bir güç gibi geliyordu, sanki bilinmeyen bir krallık; lanetlenmiş bir şekilde elinden alınmış ama hatıraları adama kalmıştı. Babasında bir üstünlük seziyordu, bundandı her aynı ortamda bulunuşunda tüylerinin ürpermesi ve bundandı hiçbir arkadaşının evlerine gelmeyişi… Ne kadar iyi niyetli ve sevecen birisi de olsa, insanlarda bir ürperti uyandırıyordu babası… Ve şimdi, ürpertinin yanında merhamet ve üzüntü hisleri de geliyordu his diyarına!
Gözünden süzülen iki üç damlayı kurtaramamış olmanın verdiği utanca rağmen buruk da olsa gülümseyerek babasına baktı, “Efendim baba?”
Erimiş gitmişti koca adam, gerçi kimsenin babasını onun gözünde olduğu kadar “kocaman” gördüğünü de sanmıyordu ya, neyse!
“Efendim baba?”
– Hatırlar mısın oğlum, sen mini minnacıkken seninle oyun oynardık…
Hatırlardı, babasıyla oynadığı yegane oyunu nasıl unutabilirdi ki? “Bulut benzetmece” adlı bu oyun çok kolaydı; pencerenin dibine oturup gün boyunca geçen bulutları birer “şey”e benzetip kağıda yazıyor, gün bitiminde karşılaştırıyorlar ve isabetlerini takip ediyorlardı.
Çok farklı şeyler bulmuyorlardı, çoğunlukla aynı bazen de çok benzer şeylere benzetmiş oluyorlardı. Saf mutluluk, bu kıyas sonrası gözlerinde beliren şey olmalıydı…
– Hatırlarım baba, unutur muyum hiç?
– Gene oynayalım mı evlat? Ama biraz, farklı olsun bu kez…
– Baba, yatağından kalkman yasak; kalem de tutamazsın parkinsonun azdı bu aralar…
– Biliyorum, evlat; fark burada olacak zaten… diye bilgiç bir ifadeyle gülümseyerek lafını kesti oğlunun
Eliyle pencereyi işaret etti, “Aç perdeyi, git önüne bakayım…” dedi cılız bir sesle…
Oğlu, bir dediğini ikiletmezdi; gene aynısı oldu. Güneş, tüm haşmetiyle yüzüne vurdu bir an ve birkaç saniye boyunca gözleri hiçbir şeyi göremedi ama sonra tüm mavilik uçsuz bucaksız bir şekilde önüne serilmişti… Ve tabii, yer yer bulutlar… Pencere, babasının görebileceği bir yerde değildi ne yazık ki!
– Bak şimdi oğlum, bir bulutu görünce gözünü hafif kısıp o bulutun neye benzediğini düşüneceksin; sonra üç – iki – bir diye sayıp söyleyeceksin. O an ben de söyleyeceğim ve isabet tutturup tutturmadığımızı göreceğiz…
“Ama baba…” diyerek babasının lafını kesecek olduysa da sesi yaşlı adamınkinden de cılız çıkmıştı; zira bunu anlamsız bulan bir yanına karşılık, sonucu merak eden yanı baskın kuvvetti… Gökyüzüne bakmaya başladı, bir buluta odaklandı; gözünü hafifçe kıstı, birkaç saniye de kapattı, kararını vermişti. Üç, iki, bir diye sayıp kelimeyi söyledi: “Araba”. Kulağı mı yanıltmıştı, yoksa babası da aynı anda aynı kelimeyi mi söylemişti?
Şaşkınlığını üstünden atınca tekrar bir bulut seçti, gözünü kıstı ve gene ritüeli uyguladı: Üç. İki. Bir…
“Şişe”
İkide iki yapmıştı ihtiyar. İyice şaşırmıştı artık oğlu…
Güç bela doğrularak, iyice titreyen elinin işaret parmağıyla gökyüzünü işaret etti yaşlı adam ve “Son kez…” diye fısıldadı.
Oğlu, gözleri yaşlı bir şekilde başka bir bulut seçti ve odaklandı, gözlerini kıstı…
Üç.
İki.
Bir.
“Azrail”
Babası bu kez, her bildiği buluttan sonra yaptığı ‘sevinç ıslığı’nı yapmamıştı; şaşırarak ve bir hayli minnet dolu gülümsemesiyle babasına döndü oğlu… Tam o sırada odaya hasta bakıcı girdi, babasının tek yiyeceği hastane kekinden getirmişti ama her zamanki tepkisini vermemiş; kısa bir çığlıkla tepsiyi önündeki masaya bırakıverip yatağın başına koşmuştu…
Ters bir şeyler vardı…
* * *
Sonra, çok garip bir şey oldu dostum: Uykudan uyandım!
Dün gece uyuyordum, yıllardır uykum bölünmezdi ama dün geceki yağmur… Ah, sen de duydun değil mi dün geceki fırtınayı?
Neyse, uyandım. camıma tapır tapır vuran damlaları dinledim bir süre… Sonra canım kahve çekti ve yataktan kalkıyordum ki, o sesi duydum… Gene aynı ses…
Odamda minik bir kablo vardı, uydu kablosu. Tıkırdıyordu… Yer yer sallandığını da gördüm, gözüm faltaşı gibi açılıverdi ve yıllar öncesini, o geceyi hatırladım. Babamın ölümüyle alt üst olan ruh halim, iyice dağıldı ve ağlamaya başladım. Uzunca bir süre sarsıla sarsıla ağladım, omuzlarımdan ayak uçlarıma kadar her bir zerrem titriyordu adeta!
Neden sonra, huylandım! Omzumda bir şeyler vardı… Korkarak, bir hayli ıslanmış gözlerimle omzuma baktım. Birkaç saniye öyle kalakaldıktan sonra ayağa fırladım!
Sırtımda iki “adam” vardı!
Ben aniden ayağa fırlayınca yatağın üstüne düşmüşlerdi, ters dönmüş bir halde durdular; sonra gözümün önünde ayağa kalkıp yatağın üstünden bana bakmaya başladılar. İki “homunculus”tu bunlar: Minicik kafaları, minicik kasları, elleri ve bacaklarıyla iki “minik insan”. Kablonun içinden geçebilecek kadar küçüktüler…
İrkildim. Bir kabloya, bir de yatağımın üstündeki “adam”lara baktım.
Eğildim, vücutları yumuşacık görünüyordu; kolları minicik kaslarla doluydu, yakışıklı suratları biçimli kafaları vardı.
– Özür dileriz. dedi bir tanesi, gene irkildim.
Sesi tahmin ettiğim gibi yumuşak bir tınıya sahipti.
Gözyaşlarımı sildim, onları korkutmamak için yavaşça hareket ediyordum.
– Ne için? diye fısıldadım.
– Korkuttuğumuz için… dedi diğeri, mahçupca.
Dudağımı büküp omzumu silktim. “Aman sen de!” dedim, sonra birden durumun abesliğinin farkına vardım. İrkildim ve doğruldum.Tahmin ettiğim gibi, onlar da korktular ve gerilediler. Korkunca çok tatlı görünmüşlerdi! Gülümsememi bastıramadım, sonra onların da bana eşlik ettiğini fark ettim… Yere oturdum. Şimdi gözümün hizasında duruyorlardı. Büyüleyici bir şeydi bu!
Parmağımı korkutmamaya çalışarak uzattım ve bir tanesinin kafasına hafifçe dokundum: Yumuşacıktı!
Gıdıklanmıştı, yere düştü ve katıla katıla gülmeye başladı. Ben de gülmemi bastıramadım, ayakta kalan minik adam da gülmeye başlamıştı… En sonunda duraksadılar, yerde yatan kalktı ve üstünü silkeledi. Ciddileşmişlerdi.
“Buraya önemli bir şey için geldik…” dedi yerden kalkıp. Gözleri kocaman olmuştu.
– Nedir? dedim, bir yandan da bunun sadece bir rüya olabileceğinin üzerinde duruyordum
– Uzak diyarlardan haber getirdik! dedi diğeri, gülümseyerek
– Bulutlardan! dedi beriki, kendisini tutamamış gibiydi zira mahçupca kapattı ağzını sonra
Diğeri kızmıştı, dirsek darbesi vurdu konuşanın böğrüne. “Şimdi, ciddileşelim.” diyerek kollarını kavuşturdu.
– Babanız, yakın zamanda aramıza döndü… Ve vasiyetidir ki, iyi bir şekilde aramıza gelmenizi beklemekte…
Birkaç şey daha söylüyordu ama dinleyemiyordum, aklım ilk cümleye takılmıştı. “Aramıza döndü, derken?” diye sordum.
– Ah, belli ki size söylememiş. Kendisi bizim yasaklı imparatorumuzdur… Topraklarımızdan -sizin deyiminizle bulutlardan- 65 yıllık bir sürgünle dünyaya gönderilmişti… Sürgünü bitti, döndü ve savaş veriyor… Krallığını ele geçiren Dyx’lere karşı…
“Dyx mi?” diye sordum, araya girerek.
– Evet evet… diye geçiştirdi çok normal bir kavrammış gibi ve ekledi: Bize de Hej diyorlar.
– Dyx’ler kötü, biz iyileriz! diye sırıttı, ellerini de yumruk yapıp baş parmağı havada olacak şekilde iki yanında tutan öbürü.
Güldüm, toparlanmamı beklediler. Çok ciddileşmişlerdi.
– Siz de, kısa sürede aramıza katılın. Dyxler öne geçmeye başladılar, isyanlarımız bastırılıyor… Bunu iletmemizi istedi Bulut Şah Bher, yani babanız.
Kaşımın biri kalkmıştı, “Şimdi, izin verirseniz… Bize müsaade!” dedi birisi ve diğerine de işaret edip yataktan aşağı atladılar. Atletik bir yapıları vardı, kabloya kadar koştular, ufacık bir delik açmışlardı; elini uzatıp hafifçe deliğin ağzını genişletti birisi ve diğerinin girmesini bekledi… Sonra bana döndü, tekrar gülümsedi ve elini salladı, muzip bir şeydi doğrusu! Ben de gülümseyip elimi salladım. Kabloya girmiş olanı “Hadi artık Yak! Çabuk ol!” diye bağırınca arkasına bile bakmadan açık tuttuğu deliğe daldı… Kabloya yanaştım, birkaç saniye önce oyuk gibi görünen delikten eser yoktu! Gözlerimi ovuşturdum…
Ve mutfağa gidip bir kahve koydum dostum, o saatten beri de kahve içiyorum ve seni bunun için çağırdım.
Beni öldür.
İmparatorluğumu kurtarmam lazım.
- Çekmecemdeki Yangınlar - 1 Temmuz 2020
- Yarım Kalan Hikâye - 1 Temmuz 2019
- Kayıp Harfler Mezarlığı - 15 Haziran 2018
- Ya Her Şey Boşaysa? - 15 Şubat 2018
- İnecek Var! - 15 Ekim 2014
Hüzünlü ve dramatik bir öyküden olağanüstü derecede fantastik olan bir diğerine geçiş. Hikayeni bitirdiğimde hissettiğim şey tam olarak buydu. Tam ortalarındayken aklıma olayı nasıl fantastik bir şeye bağlayacağını düşündüm, belki de bağlayamayacak dedim kendi kendime. Sonra da son paragrafı okudum ve ağzımın payını bir güzel aldım 🙂 Özellikle son cümle enfesti. Kalemine ve zihnine sağlık…
Senden bugüne kadar işittiğim en güzel yorumdu. Teşekkürler dostum…
Son cümle ve hayal gücünüz beni şaşırtmadı diyemem. Mit’in de dediği gibi hüzünlü bir öykü ve çok hoş bir yerinde yakalamışsınız fantastik anlatımı. Hatta kahvenin kokusu çalındı bir ara burnuma. Kısacası, elinize sağlık bu güzel öykü için 🙂
Teşekkür ederim beğenmene sevindim 🙂