Öykü

Çamgözü Ormanı

Küçücük avuçlarıyla babasının beline sımsıkı sarılmıştı. Yalnız, yanlış anlaşılma olmasın; korktuğu için değil sadece uzun süredir yolda olduklarından biraz üşümüştü. Bunu fark eden baba motoru müsait bir yerde durdurmak için yolu gözlemeye başladı. Küçük kızının, artık nasıl böyle bir karakter geliştirdiyse gururunu her şeyin üstünde tutacağından emin olduğu için boş yere seslenip onu rahatlatma ihtiyacı hissetmedi. Bazen çocukların dünyasının, yetişkinlerinkinden bile yetişkin olabildiğini zaman zaman görüp şaşırabiliyoruz, diye düşündü. Annesine çekmeyen bir yönü olduğundan emindi bu huyun. Zaten bu yüzden boşanmıştı. ‘Neyse o lanet sürtüğü aklıma getirmemin anlamı yok. Zaten hafta sonları annesine verirken yeterince yıpranıyorum…’ Geniş yolda tek başlarına ilerlerken, o içmeye kıyamayacağınız berraklıktaki suyu şarıl şarıl gürleyerek akan bir çeşme göründü. İyi ki karşılarına çıkmıştı bu çeşme, çünkü Melek benzinliklerden nefret ettiği için duracak başka bir yer bulamamaktan korkuyordu.

Küçük kız motordan atladıktan hemen sonra, haritaya sarıldı. Ortalama bir çocuk, böyle bir yolculukta ebeveynine şu anda nerede olduklarını sorabilirdi ama o illa kendisi bulacaktı. 8 yaşındaydı ve harikulade bir zekaya ve gözlem gücüne sahipti. Zaten 8 yaşındaysanız hep öyle değil midir? Her çocuk için geçerli olabilmesini dilerdim fakat, maalesef bir çocuğun gelişimi ebeveyniyle de doğru orantılı oluyor çoğunlukla. Neyse pedagog kesilmeyi bırakayım başınıza, gören de hikayeye giriş yapmaktan kaçındığımı düşünür. Melek küçücük, köfte parmağını haritanın üzerinde geldikleri noktadan itibaren; hiçbir dönemeci, molayı atlamadan gezdirdi ve sonunda kayboldu. Gözlerinin önünde canlanıyordu halbuki her şey, onun hayalinde tecrübesi daha fazla gerçekliğe kavuşuyordu. Kaybolduğu noktaya baktı ve sonra babasına. Babası da haritanın üzerine eğildi bu sefer. Anlaşılmıştı, kaybolmuşlardı. Kızının parmağını yavaşça itti. Melek henüz küçük yazıları okuyacak kadar okumasını geliştirememişti maalesef.

Çamgözü…

İlk defa duydukları bu beldenin, içinde bir yerde kayboldukları anlaşılmıştı fakat her nasılsa haritada bundan fazlası da yok gibiydi. Sanki sadece bir noktadan ibaretmişçesine, birkaç kilometre sonra sapaktan şehre doğru dümdüz bir yol başlıyordu. Oysa onların gördüğü şey bu değildi, babası yolun ortasına geçip etrafında dönmeye başladı. O da neydi, deniz mi vardı? Karasal iklimin ortasında… Yok canım bilinmeyen bir göldür herhalde diye düşündü. Gölün ortasında kapkaranlık bir figür (kim bilir belki de bir köpek balığı) gördüğüne emindi. Kocaman bir orman da mı vardı? Ormandaki çamların yapraklarında onları izleyen, kocaman gözleri mi vardı? Babası bu sefer temkinli davranarak kızına bu durumu çaktırmamaya çalışıyordu. Her nasılsa o şeytan velet de bütün bu etrafında olup bitenin farkında değildi. Çocukların hayal dünyası o kadar geniştir ki, gerçek hayattaki hayaller onlara küçücük gelir. Oysa bir yetişkin, bunu tümüyle unutmuş olandır. Baba onlara baktıkça bütün o gözler onlara kilitlenmeye devam etti, hem de hiç kırpılmadan. Derken ağaçların arasından yaşlı bir ihtiyar çıkıverdi. Zaten bütün masalsı hikayelerde vardır hep bunlardan bir tane. Yaşlı ihtiyar yaklaştıkça daha da şaşırıyordu babası. Maalesef Melek de durumu fark etmişti. Ancak korkuyor gibi görünmüyordu.

İhtiyar suratlı da bir ağaçtı… Daha doğrusu başka bir şey, çok tanıdık bir şey. Bütün dünyada ünlü olan bir şey. “Hangi rüzgâr attı buraya? Sizleri gördüğüme çok sevindim. Şu dörtgöz akrabalarımla konuşmaktan sıkılmıştım artık boyuna Mavi Peri’yi çekiştirip duruyorlardı; geçen gün tilki yavruları da söylüyordu: ‘Bizi ve bütün yaratıkları sen de anlıyorsun onlar da ama her nasılsa onlar cevap verirken korkutuyorlar.’. Hoş geldiniz, yeni bir insan yüzü görmeyeli de epey olmuştu! En son babamın cenazesinden sonra…” dedi ve ağlamaya başladı.

(Kim bilir, belki bu küçük, olmamış öykücük bir şekilde devam eder.)