Öykü

Charlotte

Bugün bir cenazeye gittim. Aslında iki. . .

Hayatımda hiç görmediğim biri için ağlayanların arasına katıldım. İlki işyerinden birinin babası. Üzgün değilim. . .

İnsanların daha önce hiç farketmediğin bir yönünü görüyorsun cenazelerde. Birçoğu donuk bir maske takmış gibi. GRİ. Kimse kendi gibi görünmüyor gözüme. Gerçi ben de takmışım o maskeden. Dönüşte karşı tarafa geçecek birisini bulma kaygısı var. Yoksa buradan vapura bile ulaşmak zor. Bu sefer Stanley Clarke konserini kaçırmayacağım. Daha biletimi bile almadım.

Ama bir adam var. O adam kesinlikle gri değil. Kimseyle konuşmuyor. Kimse de onunla konuşmuyor ama çok gerçek. Kalabalıktan daha geride duruyor. Sanırım benden on yaş kadar daha büyük. Adamda tarif edemediğim bir yüz ifadesi var. O da belli ki üzgün değil benim gibi. Üstündeki kıyafetler bir cenaze için fazla abartılı. Elinde bir çanta var.

Birkaç kişiyle selamlaştım. Mezarlığa gideceklermiş. Benim araba bulmam gittikçe suya düşüyor. Yoksa oraya da mı gitmek lazım? Ben bu işlerden hiç anlamıyorum.

Adamda, yanan güneşe rağmen gözlük yok. Masmavi gözlerini buradan bile görebiliyorum. Deniz değil de okyanus mavisi gibi. Derin ama donuk değil. O da bana mı bakıyor?

Fark edince gözlerimi çevirdim ama sonra ufak bir bakış attım. Evet bana bakıyor ve de gülümsüyor. Cenazede gülümseyen insan figürü ne korkunçmuş. Umarım Azrail’ in insan kılığına girmiş hali değildir. Bu pek hoş olmazdı doğrusu.

Kalabalık hareketlenmeye başladı. Aralarına girme gibi bir isteğim yok. Aklım adamda. Azrail falansa da bir an önce öğrenmek lazım. Eve yalnız girdiğimde gece, adama başka anlamlar yüklemek istemiyorum. Yıllardır yalnız yaşamama rağmen, yatağa girmeden yaşadığım bir ritüel var. Her odanın kapısını kilitlerim. Bir tek benim kapım açık. Bir psikologa söylesem, nedenini bulabilir mi acaba? Bir de zifiri karanlıkta uyurum. Korkuyu ancak karanlıkla yenebiliyorum. Bütün kötülükler, üzüntüler aydınlıkta. Gece acı çalan telefonu bile ışık açıp öyle cevaplamaz mıyız? Karanlıkla aydınlık birbirinin zıttı mıdır gerçekten? Sonuçta karanlığın sınırları var. İkisini de ayrı birer kutuya koyabilsek, aydınlığın bulunduğu kutuyu açtığımızda hemen yayılıverir özgürce, karanlık ise kutudan hiçbir yere kıpırdamaz.

Az sonra bana doğru yürüdüğünü fark ettim.

-Merhaba dedi huzurlu gülümsemesiyle. Başınız sağ olsun.

-Sizin de. (Daha ziyade “siz nerden tanıyorsunuz?” edasıyla çıkan bir cümle oldu ama adamın hiç aldırmadığı belli.) Gözleri ışıl ışıl.

Bir süre sessizce kalabalığa baktık yan yana. O da benimle aynı düşüncelerle dolu gibi. Gerçi sessizliği bozduğu anda bu fikrimi acilen değiştirdim.

-Bir sonraki cenazede bana eşlik eder misin?

Bu nasıl bir soru? Adam Azrail çıksaydı acaba daha mı iyi olurdu? Ne denir ki?

-O da mı bir tanıdığınız yoksa? Nasıl bir tesadüf bu? Hay Allah!

-Hayır hayır! Değişik cenazelere geliyorum ben. Tanımadığım, bilmediğim, değişik kültürlerden insanların, değişik mabetlerdeki cenazelerine.

Al işte! Yine yaptım. Kalabalık arasındaki en farklıyı mıknatıs gibi kendime çektim. Neden ben? Birkaç ayrıntıyı saymazsak standart Ege kadınıyım. Ayrıca “hayır” diyecek olsam bahane üretmeme gerek var mı? Nasıl bir davet bu? Cevaplarken nazik olmalı mıyım peki? Daha önce bir çok değişik yere davet edilmişliğim var ama ilk defa bir cenaze daveti alıyorum. Kabul de ret de etsem, kelimeler ağzımdan doğru çıkmayacak sanki.

-Kusura bakmayın, karşı tarafta bir konsere yetişmem lazım.

-Yoksa Stanley Clarke mı?

– Aaa? Evet. Ben. . .

Yine takıldım. Şaşırmamayı çoktan öğrenmiş olmam lazım.

-Lütfen kal.

Bir yandan cebinden 2 bilet çıkarınca gerisini tahmin etmem zor olmadı.

-Seni konsere yetiştireceğim. Söz!

-Tamam o zaman.

Tamam mı? İnsan ilişkilerinde atak olduğum doğru ama beş dakika önce tanıştığım bir erkeğin cenaze + caz konseri davetini kabul etmek başka bir sınıfa giriyor olsa gerek.

-Mükemmel.

Artık geri dönüş yok. 2 cenaze üstü caz beni bekliyor. . .

Herkes dağıldıktan sonra, bir sonraki cenazeyi beklemek için yakın bir cafede oturduk. Bu kadar uzun kahve siparişi veren birini daha görmemiştim.

-Cafe Latte lütfen. Kahvesini biraz daha bol, sütünü az koyun. Üstüne eser miktarda krema istiyorum. Yanına da likör bardağında brandy. Ama lütfen meyve brandy’ si olmasın.

Garson şaşkın şaşkın bakıyor. Tabii ben de.

-Ben de bir espresso alayım.

Hala merak içindeyim. Kahvesinin yanına meyve brandysi istemeyen bir adam ile, bir sonraki cenazeyi bekliyor olma fikri, dışarıdan bakınca çok komik görünüyor. Acil olarak öğrenmem gerek. Lafa nasıl girmeli ki?

-Buralarda mı oturuyorsunuz?

-Buralarda ve de oralarda. Gülümsüyor. Dünyalıyım desem yalan olmaz. Ama doğum yerimi soruyorsan burası. Evet.

-Hım! Anladım. (Anlamadım ama sürekli soru soran taraf olmak istemiyorum. Hala aradığım cevaptan çok uzağım.)

Zaten o da konuyu değiştirmek için hiç de geç kalmadı.

-Chopin. Romantik Dönemin bestecilerinden. 2.Piyano Sonatı. 3.Bölüm

-Biliyorum. Cenaze Marşı’ nı söyleyeceksiniz değil mi?

-Cenazelerdeki uğultuya rağmen ben sadece o melodiyi duyarım. Ancak o zaman ölümün bir anlamı oluyor sanki. Senden de aynı şeyi rica edeceğim biraz sonra. Kulaklarını kapat ve sadece melodi tınlasın içinde. Cenazeler ve Romantizm. Birbirini tamamlıyor. Sanki ölüm olmadan romantizm olamaz. Halbuki romantizm hep sevgiyle özdeşleştirilmiş. Kavuşmuş sevgiler, eskimeye mahkum. Ama ölümün olduğu sevgiler sonsuz. Esas romantizm bu değil mi?

-Hiç böyle düşünmemiştim. Haklısınız.

Hesabı ödedikten sonra, bir sonraki cenazemize doğru yürümeye başladık. Sürekli aklıma Cenaze Marşı’ nı getirmeye çalışıyordum. Avludan içeri, kalabalığın arka tarafına doğru ilerledik. Herkesin yakasında yaşlı bir kadının resmi var.

-Şimdi benimle birlikte gözlerini kapat.

-Ortalık çok gürültülü. Ama deneyeceğim.

Herkesin bize garip garip baktığına eminim. Birisinin gelip “ne işiniz var burada?” demesinden korkuyorum. Adam elindeki çantadan kayıt aleti gibi bir şey çıkardı ve kaydet tuşuna bastı. Şimdi gözlerini kapatıyor. Bunun anlamı ne? Hayır! Toparlan! Evet. Cenaze Marşı. Kapat gözlerini. Konsantrasyonu sağlamalıyım. Gözkapaklarımın arasından güneş sızıyor içeri. Müthiş bir aydınlık. Melodiyi şimdi yakaladım. Yapmam gereken sadece içimde akmasına izin vermek. Yavaş yavaş geliyor. Brandy’ nin boğazı yakması gibi. Hem sıcak, hem de yolunu buluyor karanlıkta. Melodi içimde. Uğultunun sesi gittikçe azalıyor. Müziğin sesi de tam tersi.

İyi yolculuklar tanımadığım yaşlı kadın. Umarım güzel hikayeler götürüyorsundur yanında. Kimin ne düşündüğünün önemi yok. Umarım kendini bıraktın hayatın kollarına. Kaçmadın, yürüdün. Doldurdun hayatını. Uğultu tekrar yükseliyor. Filmin hızlı akması gibi görüntüler var beynimde. Frene basmanın zamanı. Tekrar cenazedeyim. Yanımdaki mavi gözler hala kapalı. O yolculuğuna devam ediyor.

Bir müddet bekledikten sonra açıldı mavi gözler. Daha da canlı bakıyor şimdi. Gülümsemesi daha parlak. Her ölümün olduğu noktada, yeniden bir doğuş mu var? Kayıp gidecek olan enerjiyi yakalamış gibi. Bende de artık ondan bir parça var.

-Artık konserimize gidebiliriz. Hazır mısın?

Sanırım bundan daha hazır olmamıştım. Yürümeye başladık. Ama yanıtlanmamış sorularım havada süzülüyor.

-Ne sıklıkta geliyorsun cenazelere?

-Bu biraz karışık. Duruma göre değişiyor. Merak ettiğini biliyorum. Anlatmaya çalışayım ama önce arabamıza binelim.

Ben hangisi olduğunu tahmin etmeye çalışırken, büyük bir araba duruverdi önümüzde. Şoför inip arka kapıyı açtı saygıyla. Adam ilk önce benim binmemi sağladı. O da oturduktan sonra arka koltuğa, güneş gözlüklerini taktı. Çantasının fermuarını açtı. Kayıt aletinin kulaklığını taktı.

Bana da dinletecek mi yoksa buracıkta meraktan ölecek miyim?

Neyse ki yeni bir kulaklık çıkararak bana da dinletmeye başladı. Dinlettiği şeyin ilk önce ne olduğunu anlayamadım. Kesinlikle bir melodi vardı ama müzik aleti gibi bir şey duymuyordum. Sonradan bazı sesleri ayırt etmeye başladım. Ama bir tanesini yakaladığımda, o hemen kayboluyor ve yeni sesler onun yerini alıyordu. Sürekli bir koşturma gibi. Yakalıyorsun ama hemen kaybediyorsun. Müziği dinlerken yorgun düştüğümü itiraf etmeliyim. Ama bu koşuşturma bir süre sonra keyif vermeye başladı. Sürekli yeni bir şey keşfetmek gibiydi. Her köşede seni bekleyen bir sürpriz var. Bomba gibi patlayıp sönüyor ama ilerde bir köşe başı daha var. Heyecanla bir sonrakine doğru yol alıyorsun. Tam tüm sesleri bir meydanda toplayabileceğim düşüncesini yakalamışken, müzik sustu. Korkunç bir trafiğin ortasında olduğumuzu o sırada algıladım.

-Bitti mi?

-Hayır. Bitmedi tabii. Bitmeyecek de. Chopin Cenaze Marşı’ nı yazmış olmasına rağmen, kendi cenazesinde Mozart’ ın Requiem’ ini istemiş. Mozart kendi ölümü için yazmış Requiem’ i ama bitiremeden ölmüş. Ama bana kalırsa hiç bitirmek istememiş. Çünkü yolculuk devam ediyor. Bu dinlediğin müziğin adı HAYAT. Tahminimce ağzında buruk bir tat kaldı dinledikten sonra.

-Bir tatminsizlik. Evet. Hep bir sonrasını bekledim sanki ama sonunda sadece müzik sustu.

-İşte benim hayatım bu. Buruk bir tat. Bana buralı olup olmadığımı sormuştun. Dünyada 100 kadar oteli var babamın. Her otelde daima benim için hazırlanmış bir oda bulunur. Ev değil, oda. Bugün buradayım ama yarın nerede olacağımı ben bile bilmiyorum. Dünyadaki tek evim burada. O da ailemin evi.

Şoföre yan yolu kullanmasını söyledikten sonra devam etti.

-Sanırım hayatta, bu imkanlar dahilinde tatmadığım zevk kalmadı. Ama bu duyuyu bir yerlerde kaybettim. Artık ne yediğim yemekten, ne dinlediğim müzikten, ne de dokunduğum kadınlardan zevk alabiliyordum. Bana güzel bir oyun sahneleniyor dediklerinde korkar oldum ya da çarpıcı bir İspanyol filmi var. Her seferinde bir umutla gidip, tamamen hayal kırıklığıyla dönüyordum. Tatlı yiyip şeker tadı alamamak gibi. Bu üç sene önce, yıllarca imrendiğim ağabeyimi kaybedene dek devam etti.

-Çok üzüldüm.

-Üzülme. Çünkü o gün benim hayata yeniden döndüğüm gündü. Mezarlıktan eve döndükten sonra, babamın deri koltuğuna oturup, bir bardak Macallan Whiskey koydum kendime ve çok uzun zaman sonra ilk defa tat aldım. TAT ALMAK. Bunun nasıl bir keyif olduğunu anlatamam. Onca senelik uyuşturulmuş halden sonra, lunaparka cebinde bir sürü parayla düşmüş çocuk gibiydim. Suratımdaki gülümsemeye evdeki kimse anlam veremedi. Bense ağabeyimin beni anlayacağından emindim.

Yavaş yavaş bu adamın neden bunları özellikle bana anlattığını merak etmeye başladım. Onun çevresinden bile değilim. Hatta yakınlarından bile geçemem. Bende bulduğu şey her neyse hiç kaybetmemek lazım. Adamın anlattıklarından sonra eziklik hissetmemek mümkün değil.

-Fakat bu keyif sadece o bardakla sınırlı kaldı. Her şey eski renksizliğine döndü. Paniğe kapıldım. Ertesi gün yaptığım ilk şey, akşam için kendime Vanilyalı, İngiliz kremasıyla yapılmış bir Charlotte ısmarlamak oldu. Daha sonra giyinip, herhangi bir cenazeye gittim. Akşam eve geldiğimde, tatlı servisim hazırlanmıştı. Bir müddet seyrettim o pasta dilimini. Heyecanımı tahmin edemezsin.

-Evet edemiyorum.

-Kaşığı aldım elime, ilk parçayı ağzıma atana dek kalbim küt küt attı. Tat alamamak hayatımın son fırsatını kaçırmak gibi olacaktı.

-Evet? Ne oldu peki?

-Tarif edemeyeceğim kadar büyük bir hazla bitirdim tabağı. Ve sonradan anladım ki, eğer herhangi bir şeyden zevk almak istiyorsam, ilk önce bir cenazeye gitmem lazım. Cenazeler sadece gündüz olduğu için bütün zevklerimi karanlıkla buluşturdum. Bugün cenazeye gelme sebebim Stanley Clarke. Bir kere Dallas’ ta seyredip, çok büyük keyif almıştım. İşte bu akşam dinlediğim müzikten zevk alabilmem için geldim cenazeye. Bir arkadaşımla gidecektim ama onun şehir dışına çıkması gerekti. Cebimde tesadüfen iki bilet var yani.

-Yol ne çabuk bitti. Geldik bile Açık Hava Tiyatrosu’ na. Konu ile yolun aynı anda bitmesi ne garip.

Yorum yapmaktan kaçmış olmanın rahatlığı vardı üstümde. Zaten bu felsefenin üstüne ne denir ki?

“Konu daha bitmedi” dedikten sonra, şoföre “bizi iki saat sonra buradan alırsın” dedi.

Hava yağmura dönecek gibiydi. Konser başladığında ikimiz de gözümüzü sahneden ayıramıyorduk. Fakat yağmur gelmekte gecikmedi. Açık Hava Tiyatrosu yavaş yavaş boşalmaya başladı. Biz yerimizden kıpırdamıyorduk. Konser de birkaç parçadan sonra zaten iptal edildi. Adamın yaşadığı anları özümsediği çok belliydi. Arabanın gelmesine daha vardı. Yağmur artık saçlarımızdan akmaya başlamıştı. Etrafta kimse kalmamıştı. Kalktı yerinden ve tünele doğru yürümeye başladık. Bir ara ayağım sendeleyince elimi tuttu ve bir daha bırakmadı.

-Peki bir şey soracağım. Sen bugün iki cenazeye gitmiş oldun. İlki Stanley Clarke içindi. Ya ikinci cenaze?

-Bugün aslında tek cenaze planlamıştım, ta ki seni o kalabalığın içinde tüm gerçekliğinle görene dek.

Demek ki beni özel kılan yapmacıklıktan uzak durup, kendi gerçekliğimi yaşamaktı.

-İkinci cenaze, şu an elinden tuttuğum kadın için.

Konunun neden bitmediğini o an anladım. Beni götüreceği yere sonuna kadar gitmeye hazırdım. . .

Charlotte” için 2 Yorum Var

  1. baş karakter nedense bende güzel şeyler düşündürmedi. Umarım gerçek bir hikayeden alıntı değildir. Hikayeye bakacak olursak güzel, akıcı bir anlatım var. Konuşmaları çizgi yerine tırnak içinde olsa sizin için daha yararlı olurdu sanırım. Parantezler açarak anlatmak zorunda kalmazdınız, veya şu iki yere dikkat çekmek istiyorum:

    “-Buralarda ve de oralarda. Gülümsüyor. Dünyalıyım desem yalan olmaz. Ama doğum yerimi soruyorsan burası. Evet.”
    “-Sizin de. (Daha ziyade “siz nerden tanıyorsunuz?” edasıyla çıkan bir cümle oldu ama adamın hiç aldırmadığı belli.) Gözleri ışıl ışıl.”

    buralarda “gülümsüyor” ve “gözleri ışıl ışıl” bölümleri konuşma da geçen cümleler değil sanırım? bana hiç olmazsa öyle değilmiş gibi geldi. Neyse, demek istediğim yazı düzeniniz daha iyi olur tırnak içine alırsanız konuşmaları.

    Ellerinize sağlık.

    1. Heyyy! İlk yorumumu aldım. Teşekkürler. En azından hikayenin okunduğunu bilmek ve birisine ulaşmış olmak çok güzelmiş. Çizgi konusunda çoooook haklısınız. Bu şekilde okuyunca komik geliyor insana.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *