Öykü

Damak Zevki

“Çolak Usta’yı öldüreceğim” dediğim zaman kimse beni umursamadı. Hatta kahkahalarla güldüler. Bir devrim ateşini yakmak istemiş herkes gibi ilk önce yadırgandım ve bu düşüncem yok sayıldı. Hor görüldüm. “Hem de Ulusal Kurtuluş Günü yapacağım bunu” diye devam etiğimde ise tamamen delirdiğime karar vermiş olacaklar ki beni görmezden geldiler.

Sadece Niko kulak verdi bana. Bir kenara çekti ve etrafta kimse olmadığına ikna olunca sordu:

“Peki nasıl yapacaksın bu işi evlat?”

Yapacağımı söylediğim şeye inanmayan ama içten içe ‘olsa da iyi olur’ diye düşünen birinin vurgusuyla sormuştu bunu. Ulusal Kurtuluş Günü kutlamalarının başlamasına iki gün kalmıştı.

“Kendi restoranında, herkesin gözü önünde yapacağım. Ve kimse de gık bile diyemeyecek” dedim. Niko’da bir nebze de olsa bana olan inanç vardıysa bu cevabımdan sonra o da kalmamış gibiydi.

“Şimdi anlamak için soruyorum. Sen, yaşına başına bakmadan Çolak Usta’yı öldüreceğini söylüyorsun. Hem de kendi restoranında. Gören kimse de gık bile diyemeyecek. Doğru mu?”

“Evet Niko.”

“Tamam” diyerek uzaklaştı Niko. Yaptığı hareketleri yapma denmesinin artık fayda etmeyeceğine inanılan kişinin salınıp kendi haline bırakılmasıydı Niko’nun yaptığı.

Kimsenin bana inanamamasını anlıyordum. Çolak Usta şehrin en belalı iş adamıydı. İş adamı lafı tabi ki sözde… Eskilerin deyimiyle bildiğin ‘mafya’… Millete kan kusturuyordu ama kimse ses çıkaramıyordu. Bütün şehir ona çalışıyordu bir nevi. Sonuçta ne kadar yaşayacağımız aşağı yukarı belliydi. En fazla iki senesi kalmıştı Çolak Usta’nın. Biri ona dur demezse eskilerdeki gibi babadan oğla geçerek devam edecekti bu zalim düzen. Ortadan kaldırabilirsem, Çolak Usta’nın da herkes gibi normal biri olduğu görülebilecekti.

Çolak Usta her şeyi duyardı. O nedenle gizlemeye kalkmadım yapacağım şeyi. Ulusal Kurtuluş Günü gelip çattığında restoranının önünde dikilip onu beklemeye başladım. Her yere bayraklar asılmıştı. Yarım saat kadar sonra restoranın önüne durdu arabası. İçeri girerken çolak kolunun ucuna taktığı altın körtapanın parıltısı gözlerimi aldı. Beklemeye gerek yoktu. Hemen davrandım. Kapıdaki ızbandutlar hiç engellemediler beni içeri girerken.

Mavi tonlarında döşenmiş restoran tamamen boştu. Sadece Çolak Usta masanın birinde oturuyordu. Garsonlardan biri bana işaret ederek o tarafa doğru geçmemi söyledi. Gayet kibar bir şekilde karşılanmıştım.

İki kişilik bir masaydı. Karşısındaki boş sandalyeye oturdum.

“Neden?” dedi doğrudan.

“Ne, neden?” dedim ben de hiç duraklamadan. Korktuğumu sanmasın istiyordum çünkü içeri girerkenki cesaretimden eser kalmamıştı nedense.

Güldü.

“Neden öldürmek istiyorsun beni evlat? Benimle derdin nedir? Seninle bir hesabımız olduğunu hatırlamıyorum. Yamuk mu yaptım sana? Eskilerin tabiriyle tavuğuna kışt mı dedim?”

“Birebir karşılaşmadık hiç. Özelde bana ya da aileme yapılmış bir yanlışınız da yok.”

Yine güldü. Bu gülmeleri beni sinir etmeye başlamıştı.

“O zaman seninki gençliğin verdiği şımarıklıktan başka bir şey değil. Canın istediği için beni öldürmek istiyorsun. Ve bunu benim restoranımda yapmak istiyorsun. Herkesin gözü önünde… Ben bu işi senin için daha da kolaylaştırdım işte. Kimse yok içerde garsonlardan başka. Bir de korumalar var tabi, onlar da kapının dışında bekliyorlar. Hadi bakalım. Öldür beni o zaman.”

Genzimi temizleyerek lafa girdim.

“İşte bu nedenle öldürmek istiyorum sizi. Başkalarını bir plankton gibi gören bu tepeden bakan zihniyet için öldürmek istiyorum. Nasıl bu duruma geldiniz neler yaparak tepeye çıktınız bilmiyorum ama bu iş böyle devam etmemeli.” Dışarıdaki kalabalığı işaret ederek devam ettim. “Güya kurtuluş günü. Ama hâlâ esaret altında bütün halk. Siz ve sizin gibilerin temsil ettiği bu makamlar tamamen yok olana kadar gerçek kurtuluşa ermiş olmayacağız. Oysa yıllar önceki o vaatler, o özgürlük söylevleri neymiş öyle, okuduysanız, dinlediyseniz. Bambaşka bir dünya, bambaşka hayaller… Ama şimdiki duruma bakınca… Yeni bir “Kurtuluş Günü” elzem gibi bence.”

“Beni öldürünce yeni kurtuluş günü mü başlayacak sence?”

“Belki, büyük ihtimal. Ama hiçbir şey de olmayabilir. Önemli olan birinin bu ateşi yakmış olması. Böyle bir şeyin olabileceğinin halkın zihninde çakması. Bu uğurda çok canlar yitebilir ama sonunda mutlaka zafer bizim gibi inananların olacaktır.”

Yine güldü.

“Yer misin bundan? Çok iyi yapıyoruz” diyerek menüdeki bir şeyi işaret etti bana döndürerek Çolak Usta. Gösterdiği şeye iğrenerek baktım. “Damak zevkime pek uygun değil benim. Sevemedim. Normal balık falan alayım ben” derken dışarıya baktım camdan.

Garsona el edip yanına çağırdı bu sırada Çolak Usta. Çolak kolunun ucuna taktığı altın körtapadan fırlayan incecik zehirli iğne boynuma saplanırken: “Her zamanki gibi bir bebek insan alayım. Yanında da benim şaraptan” dedi.

Mavi zemin üzerinde sekiz kolunu güneş gibi açmış bir ahtapottan oluşan dev bayrağımız caddenin iki yanındaki binalardan sarkıtılmış, kudretle dalgalanıyordu.

Gözlerim karardı. Her şeyi çift görmeye başladım. Öldürecektim Çolak Usta’yı. Kalan yedi kolu, benimkilerden daha fazlaymış gibi geldi gözüme.

Ulusal Kurtuluş Günü’ndeydik.

Öldürecektim.

Sularımızı tüketen insanları alt edip dünya yüzeyinde yaşamaya başlayalı 8007 yıl olmuştu.

Öldüre…

A.S 8007 yılındaydık.