Adem Bey otuz senelik memurluk hayatına son verdikten sonraki ilk altı ayını evlendikleri günden beri hiç değiştirmedikleri koltuğun üzerinde sabahtan akşama kadar kanal değiştirerek geçirdi. Sonunda bir miktar izlediği belgesellerin etkisi, bir miktar torunu Ahmet’e anlatabileceği hiçbir hikâye bulamaması ama en çok da tüm gün başının etini yiyen karısının etkisi ile otuz sene ve altı aydır sürekli olarak yaptığı oturma eyleminden vazgeçip ayağa kalktı. Dışarı çıkıp arkadaşlarına ve torunlarına anlatabileceği maceralara atılmaya karar verdi.
Kararını verdiği ilk hafta sonu, emekli maaşının beşte ikisiyle aldığı metal detektörünü eve getirdi. Aldığı kararla ilgili ilk eleştirilerini aile eşrafından aldı. Karısı, yirmi beş yıldır değişmeyen koltukları ve artık istediği verimi alamadığı fırını, küçük oğlu da artık yeni oyunları çalıştırmayan bilgisayarı dururken metal dedektörüne neden para harcandığı ile ilgili olarak sorularını ilettiler ancak Adem Bey’den tatmin edici bir cevap alamadılar.
Adem Bey ise hayatından gayet memnundu. Ertesi gün metal detektörünü ve bütün gün odasına kapanıp taktığı kulaklıktan başkalarına bağırarak oyun oynamaktan başka bir şey yapmayan hayırsız oğlunu alıp, şehrin dışında buldukları ilk tepenin üzerine tırmanıp detektörü çalıştırdılar. Adem Bey’in aklı her ne kadar eski Bizans kalıntılarında olsa da, jandarmaya yakalanma korkusundan bu küçük tepeye razı olmuştu.
İlk gün sonunda eve iki gazoz kapağı, üç adet 50 kuruş, birkaç boş kovan ve dağın başında bilgisayar ve telefondan uzak kaldığı için sızlanıp duran ve tüm gün sadece sinirlerini bozan oğluyla geri dönmüştü. Karısının “bu işler sana göre değil bey, çık bahçeyle toprakla uğraş. Bu yaştan sonra dağ bayır define aramak nedir?” serzenişine “Ne varmış yaşımda be kadın? Bütün gün oğlunu dinledim zaten, bir de sen başlama dırdıra” diyerek cevap verdi. Detektör bir haftada karı kocayı ikinci kez birbirine düşürmeyi başarmıştı.
Adem Bey pes etmedi, tekrar tekrar vurdu kendini dağlara ovalara. Bir ay sonunda topladığı kapak sayısı yirmi dörde, kovan sayısı on üçe çıktı. Bulduğu çeşitli zeytinyağı tenekelerini ve nereden koparıldığı anlaşılmayan telleri eve getirmedi, en yakın çöpe attı. Hevesi gitgide kırılan Adem Bey’i hayata mahallenin berberi döndürdü.
“Abi sen yanlış yerlerde geziyorsun, peri bacalarının olduğu tarafa git. Oralarda daha çok şey bulursun.”
Düşününce gayet mantıklıydı. Adem Bey aldığı bilgiyi evde paylaştı, hafta sonu Kapadokya’ya gidiyoruz dedi. Çıkan kavga detektörün hanesine üçüncü gol olarak kayıtlara geçti. Sonuçta iyi korunan yerlerdi ve define araması için izin alamazdı. Adem bey, bu macerasına da hiçbir şekilde ortak olmayacağını her şekilde belli eden karısını ve bilgisayar başından bir kez daha kaldırılması imkansız görünen oğlunu evde bırakarak düştü yollara.
* * *
Kalacağı küçük köyde, daha önce arayıp haberleştiği muhtarın ayarladığı küçük odasına yerleşti. Ertesi gün muhtar “elin ayağın olur, hem de kaybolmadan gezersin. Akşam cebine 3-5 lira bir şeyler koyarsın yeter” diyerek Adem Bey’in peşine köyün delikanlılarından birini taktı. Adem Bey gereksiz görse de üstelemedi, tamam dedi.
Mehmet adındaki delikanlı ilk başlarda pek konuşkan birine benzemiyordu ama sonraları açıldıkça açıldı. Köydeki okul sorunundan sonra, delikanlıların iş sıkıntısını anlattı. O bittikten sonra da işsizlik yüzünden bir türlü istemeye gidemedikleri Zeynep’i anlattı. 30 yıl masa başında sürekli benzer muhabbetleri dinlemiş olan Adem Bey, “Mehmet’i keşke yanıma almasaydım” diye düşündü. Ama delikanlı “karnım acıktı abi, gel anam ekmekle peynir koymuştu çıkına” diye çağırınca, ne kadar hazırlıksız geldiğini fark edip kuruldu sofraya.
“Abi sen aslında mağaralara gideceksin, oraları aramak lazım. Hem peri bacalarına bırakmazlar. Binlerce yıllık yerler, devlet kazma vurdurur mu hiç oraya” dedi Mehmet.
Mehmet sonunda Adem Bey’in dikkatini çekecek bir konu açmıştı.
– Haklısın aslında. Peri bacalarına kazma vurmaya benim de gönlüm el vermez zaten. Sen hele şu mağaraları anlat. Ne mağarası aslanım bunlar?
– Abi kahvenin yaşlıları anlatır durur, Osmanlı buralara sefer düzenlemeye başladıktan sonra Bizans tekfurları altınlarını bu mağaralara saklamışlar, daha önceden de bu mağaralarda eskiler yaşarmış zaten. içleri şehir gibi. Hatta dedem anlatırdı, tekfurun kızının düğün konvoyuna baskın yapmış Osman bey, kaçırmış gelini. Ama tekfurun adamları çeyizi kaçırıp mağaralara saklamışlar.
Adem Bey’in gözleri iyice açıldı, elindeki ekmeği bıraktı.
– Aslanım kalk gidelim ne oturuyoruz burada.
– Abi yarın gideriz, geç oldu ama boşuna heyecan yapma. Kaç kişi girdi o mağaralara da kimse bir şey bulamadı. Dedem de bunları bana anlattığında bunamıştı, muhtemelen hepsi uydurmadır.
– Olsun yine de gidelim. Dönelim köye, mağara için ne lazımsa alalım. Yarına hazır ol.
Adem Bey dağı taşı boş yere aramaktan vazgeçti, güneş batmadan köye döndü. O kadar heyecanlı ve keyifliydi ki Mehmet’in cebine de elli lira sıkıştırıverdi.
Ertesi gün Mehmet elinde fener, halat, telsizlerle geldi. Adem Bey’i boş yere umutlanmaması için tekrar uyardı. Adem Bey dinlemedi bile. Muhtarın traktörü ödünç aldılar, bir saat uzaktaki mağaraya gittiler.
Mağaraya ulaştıklarında ufacık girişini görünce biraz paniklese de belli etmedi Adem Bey, delikanlının önünde eğile büküle girdi içeri. Bir iki metre sonra mağara genişledi, ayakta rahatça yürünecek hale geldi. Mağaranın içi çok büyüktü. Sol taraftaki odadaki kayalar, masa ve iki yanında oturulacak banklar şeklinde oyulmuştu. Belli ki mutfaktı. Mutfağın karşısında ise iki kapısı olan daha geniş bir oda vardı. Bu iki kaya oda da bomboştu.
Odanın sonunda hafif bir eğimle yukarı doğru çıkan bir oyuk vardı. Dizlerinin üzerinde burayı tırmandılar, küçük bir odaya girdiler. Oradan da dimdik sekiz metre yukarı çıkan bir tünele geldiler. Önce Mehmet çıktı yukarıya, halatı sarkıttı. İki tünel arasındaki karanlık odada kalmaktansa, sekiz metrelik dikine tüneli Mehmet’in tuttuğu halata güvenerek, buz gibi terler içinde tırmandı Adem Bey. Muhtemelen hiçbir şey bulamayacağı bu mağaraya yaşına başına bakmadan girdiğine pişman olmaya başlamıştı. Mehmet bırakıp gitse çıkışı da bulamazdı.
Bin bir güçlük, panik ve korkuyla tırmandıktan sonra, karşılarına çıkan odanın önünde kilit taşı gördü. Sevindi. Kilit taşı varsa bu oda önemlidir diye düşündü Adem Bey.
Mehmet “Sandıklı oda burası abi ama kilit taşı açılmıyor, yerinden biraz oynuyor, içerde bir yerlerde takılıyor sonra” dedi.
Adem Bey iyice heyecanlandı, Mehmet’i bir elli liraya daha ikna ettikten sonra “Asıl taşa tüm gücünle, içeri bakayım” dedi. Mehmet taşı ona engel olan yere kadar itti, Adem Bey eğilip açılan boşluktan baktı.
“Bulduk Mehmet bulduk” diye heyecanla bağırdı.
“Abi dur sakin ol, onun orada olduğunu zaten biliyorduk, dedim ya kaç kişi aradı buraları. Ama sandığa ulaşamıyoruz, sopayla vurunca da kıpırdamıyor” dedi Mehmet ve taşı bıraktı.
Taş suratının önünde gürültüyle yerine otururken, Adem Bey korkuyla kalktı ayağa. Getirdikleri halatı, evde izlediği belgesellerden aklında kaldığı kadarıyla kovboy kemendi haline getirdi.
“Mehmet tekrar asıl bakalım” dedi ama Mehmet kıpırdamadı.
“Abi valla bittim, asılayım ama elini kolunu sokma sakın, tutamam” diye uyardı ama Adem Bey bu kadar yaklaşmışken hazinesinden vazgeçmedi. Mehmet’in zorlanarak açtığı boşluktan tek kolunu soktu ve kemendi salladı.
Her seferinde biraz daha yakına atarak dördüncü denemesinde sandığın etrafını dolamıştı ki, Mehmet’in “abi kaç” haykırışı ile irkildi. Beyni kaç komutunu alsa da, gönlü razı gelmedi bu kadar yaklaşmışken ipi bırakmaya. Kilit taşı gürültüyle oturdu yerine. Adem Bey kendinden geçmeden önce Mehmet’in çığlıklarını duydu son kez.
* * *
Adem Bey uyandığında hastanedeydi. Mehmet ve muhtar şükürler çekerek doktor ile beraber yanına geldiler.
“Abi ucuz atlattın ama benim de aklım çıktı valla. O tünelleri nasıl indim, köye gidip nasıl geri döndüm hatırlamıyorum bile” dedi Mehmet.
Doktor “Geçmiş olsun Adem Bey, kolunuzda 3 kırık var, ameliyat oldunuz, platin takıldı” dedi.
Adem Bey doktora teşekkür ettikten sonra, “Mehmet oğlum, o hazine lanetli. Rüyamda tekfuru gördüm. Ne işiniz vardı burada, buraya giremezsiniz diye beni azarladı.”
Mehmet ve muhtar güldü. “Abi ne laneti, ne tekfuru. Jandarma komutanıydı o azarlayan. Sandık boşmuş, millet taşla oynayıp kendini yaralamasın diye de engeli onlar koymuş zamanında.”
* * *
Adem Bey bir hafta sonra hastaneden çıktı. Bu arada da izinsiz define aramaktan mahkemeye verildi, üç ay ceza aldı. Cezası emekli maaşının beşte ikisine denk gelen bir para cezasına çevrildi. Hastaneden gelen telefonla yaşadığı büyük korkudan sonra kolu alçıda kocasını sağ salim eve geri getiren evin hanımı giden parayı sorun etmedi.
Bu sefer detektör evdeki sevgiye kaybetti. Satışından gelen para ile koltuklar değiştirildi, yeni fırın alındı. Oğlana da taksitle bilgisayar alındı. Kalan para ile de Adem Bey hobi bahçesi kiraladı ve bundan sonra toprağı kazma işini hep bu seviyede tuttu.
Defineciliğin ülkemizde bu kadar yaygın olması, bizim neslimize kadar hatırlanıyor olması (hatta devam ettirilmesi) çok ilginç geliyor bana. Aslında toplumsal olarak topraklarımızın tarihsel açıdan ne kadar zengin olduğu üzerinde anlaşmışız. Ancak bunu bir türlü pratiğe dökememişiz. Define mantığındaki gibi. Topraklarımızda bir şeyler var; buna inancımız tam ama bunların hepsinin üzeri örtülmüş ve nerede saklandığını bir türlü bulamıyoruz. Tabi bu üzeri örtülülük zihinsel bir şey; aslında her şey gün gibi ortada. Bir yandan da Anadolu’nun her yeri define bulup zengin olduğuna inanılan insanlarla dolu. Neyse işte, böyle şeyler geldi aklıma hikayeyi okuyunca
Bir de bir tarihçi takıntısı: Aile eşrafı tamlamasını bilerek mi kullandınız. Normalde aile efradı (aile fertleri) olur, ama bu hali de ailenin en şereflileri anlamına geliyor.
Merhaba, “ailenin sözü geçenleri demek istedim” desem kurtarırım sanki ama aslında baya hata olmuş benimki😃
Okuduğunuz için teşekkür ederim, umarım beğenmişsinizdir.
Merhaba,
Elinize sağlık, çok beğendim ve okurken çok eğlendim.
Özellikle aile arası ilişkileri ne güzel anlatmışsınız
Tebrikler
Müge
Çok sevindim beğenmenize çok teşekkür ederim