Bilincim yerine geldiğinde küçük bir odada bulmuştum kendimi. Şaşkındım ama yalnız değildim. Benim gibi başkaları da vardı içeride. Onların suratlarından da olan bitene anlam veremediklerini okuyabiliyordum. Bir kısmının ten rengi benden farklıydı, kimisinin vücut ölçüleri değişkenlik gösteriyordu. Ağlayanı, endişeli bir şekilde bekleyeni, kafası karışmış olanı, durumdan anlam çıkarmaya çalışanı ile karmaşık düşünceler içerisinde bir gruptuk.
Şöyle bir etrafıma baktığımda enteresan bir detay yakalamıştım. Nedense, bir açıdan hepimiz birbirimizi andırıyorduk ama beri yandan hiçbir ortak noktamız yoktu. Kolaylıkla kelimelere dökemediğim tuhaf bir histi bu. Hani içinde olduğunuz bir durumun garipliği karşısında ne yapacağınızı bilemezsiniz ama çaktırmamak için her şey yolundaymış gibi davranırsınız ya, işte aynen öyleydi. Ne zaman daldığımı anımsayamadığım bir rüyadan uyanmamın peşi sıra duyduğum şaşkınlıktı yaşadığım.
Çok geçmeden, hepimizin büyükçe bir camın arkasında sıralanmış olduğunu fark ettik. Anlaşılan oydu ki bazı şeyler bizim kontrolümüz dışında gelişiyordu ve birileri bizi buraya konumlandırmıştı. Camın yüzeyindeki yansıma, öte tarafta ne olduğunu bizden saklayan hayalden ince bir tüldü bizim gözümüzde. Bir koridor mu vardı acaba karşıda? Beyaza boyanmış duvarlar, her beş metreye yerleştirilmiş süs çiçekleri, nazlı nazlı titreyen çubuk şeklinde floresanlar… Belki de başka bir oda vardı diğer tarafta. Zamanın tersten aktığı, yaşamın geriye doğru yaşandığı, geleceğin anıldığı, geçmişin düşlendiği, bugünün yaşanamadığı…
Camın öte tarafından insanlar geçmeye başlayınca, yansımanın da dağılan bir sis gibi gözden kaybolduğunu hayretle karşıladık. Hepimiz nefesimizi tutmuş, çıt çıkarmadan, endişeli gözlerle, önümüzden geçen insanların siluetlerine bakıyorduk.
Nadiren de olsa, insanların bazısı camın önünde duruveriyor ve arzu dolu gözlerle bizlere bakıp içimizden birini işaret ediyorlardı. Kimdi bu insanlar? Neden onlar oradaydı, biz buradaydık? Neden biz endişeli, onlar neşeliydi? Camın öte tarafındaki hayat bizi neden bu kadar korkutuyordu? Niyetlerini bilmiyor olmamız mıydı bizi korkutan? Zaten korkunun çıkış noktası “bilinmezlik” değil miydi? Peki dışarısı neresiydi? Onların olduğu yer mi, bizim bulunduğumuz yer mi? Neden bizi parmakla gösteriyorlardı?
Gözlerimizi bir an için camdan ayırıp, kafamızı yukarı kaldırdığımızda, gözlerimizi kamaştıran dairesel spot ışıkları karşılıyordu bizi. İlginç bir odaydı içinde bulunduğumuz.
Bir diğer dikkat ettiğimiz detay, balık istifi dizilmiş olduğumuzdu. Sıkışıklıktan yerimizden kıpırdamamız mümkün görünmüyordu. Hareket edemiyor oluşumuz rahatsızlık vermeye başlamıştı. Sesler geliyordu odanın arka taraflarından ama biz sesin kaynağını göremiyorduk. Rahatsızlık hissettiğin bir ortamda, kıpırdamadan beklemek dışında yapacak bir şeyinin olmamasının ne anlama geldiğini yaşayanlar bilirdi sadece. Bizi birbirimize yaklaştıran ortak paydalarımızdan birisi de bu olmuştu.
Kendi aramızda konuşmaya başlamıştık. Başka yapacak bir şey de yoktu zaten. Neden burada olduğumuzu, kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, yaşama amacımızı tartışıyorduk. İnsanlardan küçüktük, orası kesindi. En kısa sürede buradan çıkmamız gerektiğini söyleyenler vardı aramızda. Tehlikeli ve tekin görünmeyen bir odada, savunmasız bir şekilde, kesimhaneye gitmeyi bekleyen koyunlardan farksız olduğumuzu iddia edenler vardı içimizde. Hatta aramızdan bazılarının kaşla göz arasında yerinden alınıp camın öte tarafına götürüldüğüne ve ondan bir daha haber alınamadığına dair hikayeler kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı. Dedikodu bir virüsten farksızdı, bulaşa bulaşa ilerliyor ve ortamdaki tüm enerjiyi emiyordu. Geriye sadece boşluk, umutsuzluk ve kibir bırakıp gözden kayboluyordu.
Belki görünenle çok tezat bir durumdu ama kendimi hiç olmadığım kadar yalnız hissediyordum bu ortamda. Etrafım benimle aynı kaderi paylaşanlarla çevrili olsa da yalnızdım kendi zihnimde. Bilinmezliğin, karanlığın ve korkunun yalnızlığıydı bu. Aklımdan geçenlerin beni kovaladığı ruhsuz ve ölü bir ormanda yönümü bulmaya çalışıyor gibiydim. Ağaçların hepsi birbirinin aynısı gibi görünüyordu. Çıkışı bulmak imkansızdı.
Birisinin odanın ışığını kapatması ile günün sona erdiğini anlamıştık. Hem bizim bulunduğumuz odanın hem de camın öte tarafının karanlığa gömülmesini çaresizlikle izledik. Uyku saatimiz gelmişti belli ki. Birbirimizin nefesinde ısınarak huzursuz bir uyku çektik hep birlikteliğin yapayalnızlığında.
Sabah olduğunda odamızı capcanlı temiz hava doldurmuştu. Mis gibi bir çiçek kokusunun etrafa yayıldığını görmüştüm. Evet, kokuyu görmüştüm. Sevgiyi duyduğum, umudu kokladığım gibi çiçek kokusunu da görmüştüm. Sonsuzluğun yakıcılığını parmaklarımın ucunda hissetmiş, ölümün buz kesen gerçekliğini de tatmıştım.
Bugün daha fazla insanın camın önünde durup gözlerini bize çevirdiğine merak içerisinde tanık oluyorduk. İnsanlar biraz kararsız ama farklı bir heyecan içinde görünüyorlardı. Sanki içimizden birisini sahiplenmeleri gerekiyormuş da karar veremiyorlarmış gibi hareket ediyorlardı. Tam o anda, bir erkek çocuğu ve annesi olduğunu tahmin ettiğim bir kadının gözlerinin benimle kesiştiğini fark ettim. Sanki aramızda kısa bir süre için bir elektrik akımı gidip gelmişti. Onlar bana, ben onlara doğru çekiliyordum. Oğlan yerinde duramıyor, ısrarla annesine beni işaret ediyordu. Annesi de “Bu mu?” der gibi beni gösteriyordu. Ben neler olup bittiğini anlamaya çalışırken gözden kaybolduklarını hayretle fark ettim. Hangi ara çekilmişlerdi camın önünden, nereye gitmişlerdi? Olacak şey miydi bu? Tam da daha önce hissetmediğim tarifsiz bir aidiyet duygusu hissetmeye başlamıştım. Bir ailenin parçası olma hissi miydi bu? Gerçek miydi hissettiklerim? Yoksa yalnızlık benimle oyun oynuyor ve çöldeki vaha gibi mi görünüyordu gözüme?
Anne oğulun ortadan kayboluşları sonucunda kendini gösteren hayal kırıklığım, kuvvetli bir kolun beni tutup yukarı kaldırması ve az önce camın öte tarafında görünüp kaybolan çocuğun kollarına bırakması ile son bulmuştu. Çocuk bana hayran hayran bakıyordu. Annesinin onu çağırışından isminin Deniz olduğunu öğrendiğim bu ufaklık ile yeni bir hayata yelken açıyor olduğumu anlamam çok sürmemişti. Geride bıraktığım dostlarıma el sallayıp, hayatlarında başarı diledim. Ben artık camın öbür tarafına geçiyordum.
* * *
O günden sonra Deniz ile yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez olmuştu. O bensiz hareket etmiyor, ben de onunla vakit geçirmekten büyük keyif alıyordum. Annesinin küçük burnunu sahipti. İnce yüzünü daha da ince gösteren çekik gözleri vardı. Tombul al yanakları sıkılasıydı. Kumral saçları rüzgarla dalgalandıkça yunuslar dolaşıyordu içinde. Ben de o denizde yol alıyordum. Yunuslarla yan yana, gaz lambası ışığında yol alan balıkçı teknesi gibiydim. Bedenim küçüktü ama dışarıya taşan coşkulu ruhum kocamandı.
Parka gidiyorduk Deniz ile, rüzgâra karşı salıncakta sallanıyorduk, güneşi sırtımıza alıp top oynuyorduk başka çocuklarla. Beni onlara gösterirken ne kadar gurur duyduğuna tanık olmak bana müthiş bir keyif veriyordu. Annesi Deniz’in sürekli benimle vakit geçirmesine biraz kızıyordu. “Yeter artık oğlum,” diyordu. “Kopamadın gitti şundan.”
Deniz büyürken ben hep yanındaydım onun. Aylar geçiyordu ama biz ayrılmıyorduk onunla. O nereye, ben oraya. Bir tamı var eden iki yarımdık artık biz.
Fakat bir süre sonra bazı şeyler değişmeye başlamıştı. Deniz beni artık eskisi kadar yanına almıyordu. Bensiz dolaşıyordu bazı bazı. Acaba ona kötü bir şey mi yapmıştım? Yanlış bir hareketim mi olmuştu? Bilmiyordum. Suçu kendimde arıyordum. Nedeni ne olursa olsun durum ortadaydı; Deniz’in hayatındaki yerimi kaybediyordum.
Kabul ediyorum, zamanın benden götürdüğü şeyler vardı. Eskisi kadar gösterişli değildim mesela. Biraz da rengim mi solmuştu güz yaprakları gibi? Artık beni arkadaşlarına göstermiyordu mesela. Sanki, beni onlardan saklıyordu. Utandırıyor muydum yoksa onu? Geceleri o uyurken, benim gözüme uyku girmiyor, eski güzel günlerimizin hülyalarına dalıyordum. O günleri özlemle anıyor, tekrar yaşanması için yalvarıyordum. Gerçekleşme ihtimali olmadığını bile bile…
Günler geçiyor ama aramızdaki durum iyileşme ibaresi göstermiyordu. Kimi zaman benimle dışarıya çıkıyor kimi zaman ise bensiz takılıyordu. Artık gerçeği kabullenme zamanı gelmişti benim için; Deniz’in hayatındaki yerimi kaybetmiştim. Beni asıl hüzün girdaplarına sürükleyen ise Deniz’in benim yerime başkasını koyduğu o talihsiz gündü.
O gün yıkımdı benim için. Beni evde bırakıp dışarı çıkmıştı annesi ile. Ben, Deniz’in beni bıraktığı şekilde, yatağına uzanmış, kıpırdamadan gelmelerini bekliyordum. Kapının açılma sesi duyulduğunda içimi bir coşku kaplamıştı. Şimdi Deniz gelecek ve benimle vakit geçirecekti. Buydu aklımdan ve hayalimden geçenler. Maalesef olaylar bu şekilde gelişmemişti. Deniz sevinç ve heyecanla odasına dalmıştı ama yüzüme bile bakmadan, halimi hatırımı sormadan beni yatağın üzerinden alıp koltuğa fırlatmıştı. Dehşetle kalakalmıştım. Bu da neydi şimdi?
Deniz’in elinde bir kutu vardı. Kutuyu açmak için büyük bir arzu duyuyor, heyecandan yerinde duramıyordu. Ben de tereddütle beraber meraklanmıştım. Beni kullanılmış mendil gibi kenara fırlatıp tüm ilgisini elindeki kutuya verdiğine göre içerisinde önemli bir şey olmalıydı.
Deniz kutuyu açtı ve iki eliyle kutunun içindekini dışarı çıkardı. Hayranlıkla çıkana bakıyordu. Gerçekten çok güzeldi. Ben de gözlerimi ondan alamıyordum. Muhteşem renkleri ve inanılmaz bir endamı vardı. İşte o an, Deniz’in hayatındaki yerimi tamamen kaybettiğimi ve bu ateş kırmızısı afetin benim yerimi aldığını anlamıştım. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Dudaklarım büzülmüş, gözlerim dolmuştu. Yolun sonuna gelmiştik. Deniz ile geçirdiğim güzel günleri hatırladım tekrardan. Birlikte oynadığımız oyunları, çimlerde yuvarlanışımızı, yakıcı güneşten kaçışımızı, kan ter içinde kalışımızı gözlerimin önüne getirdim.
Elindekini annesine göstermek için içeri gitti Deniz. Bir süre de gelmedi. Heyecanlı, kıpır kıpır bağırışlar, keyif çığlıkları geliyordu salondan. Birinin beni yanlarına götürmesi için neler vermezdim o an. O sevinç dolu resmin bir parçası olmak istiyordum ama olamıyordum. Devrim kapanmıştı. Bir çağ bitmiş, yeni bir çağ başlamıştı Deniz’in hayatında. Bana yer yoktu o çağda.
Kısa bir süre sonra Deniz’in annesi girdi odaya. Bana doğru yaklaştı ve usulca beni eline aldı. Daha sonra da boş kutunun içine yerleştirdi beni. Benden başka hiçbir şeyin olmadığı, hiçliğin hüküm sürdüğü dikdörtgen kutuya koydu beni. İyice yalnız kalmamı istiyor olacaktı ki, kapağı da sıkıca kapatmayı ihmal etmedi. Daha sonra içinde olduğum kutuyu yüksekçe bir yere kaldırdı. Hani eskimiş ama atmaya kıyamadığınız kıyafetlerinizi, oyuncaklarınızı kaldırırsınız ya, işte ben de onlardan biri oluverip çıkmıştım. Yaşlanmış, eskimiş, değersizleşmiştim. Kaderim, boş bir kutuda çöpe atılacağı günü beklemek olmuştu. Ağlamaktan şişen gözlerim ve yorgun düşen bedenim daha fazla dayanamamış, beni zamansız bir uykuya daldırmıştı.
* * *
Kendime geldiğimde ne kadar süredir uyumuş olduğumu bilmiyordum. Hala beyaz kutunun içerisindeydim ve yalnızdım. Hiçliğin sessiz dostluğunu saymazsak elbette…
Gözlerimi karanlığın aydınlığına alıştırmaya çalışırken, tanıdık gelen bir sesin bana doğru yaklaştığını duydum.
“Anne, buraya koyduğuna emin misin? Nasıl hatırlamazsın ya? Bana sormadan kaldırmışsın bir de. Onu ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun? Bul onu, hemen şimdi!”
“Oğlum o kadar zaman geçti ki, ne bileyim nereye koydum. Kırmızı şapkanı aldıktan sonra, eskisini takmazsın diye kaldırmıştım kutuya koyup. Buralarda bir yerlerde olacak. Buluruz şimdi.”
“Anne onu bulmadan şuradan şuraya gitmem. Sen kaldırmışsın sen bulacaksın!”
“Tamam tamam dur, çıkar bir yerden.”
Bir anda bir elin benim bulunduğum kutuya dokunduğunu hissettim. Kutuya tüm gücümle vurmak, avazım çıktığı kadar “Hey! Buradayım!” diye bağırmak istiyordum ama yapamıyordum. Bulunmak istiyordum. Artık bu kutudan çıkmak, nefes almak, özgürlüğüme kavuşmak, güneşin ısısını bedenimde bir kez daha hissetmek…
“İşte burada, buldum onu.” Konuşanın beni bulmuş olmaktan dolayı içinin rahatladığı belliydi.
Artık sesin sahibinden emin olmuştum. Bu Deniz’in annesiydi. Beni yalnızlığa terk ettiği dehlizden çıkartmış olmanın verdiği mutlulukla haber vermişti beni bulduğunu.
“Hani nerede göster.” Artık emindim. Diğer sesin sahibi Deniz’den başkası değildi. Onun sesinde hem hüzün hem de sevinç vardı. Beni bırakmış olduğuna, beni unutmuş olduğuna dair özürlerini duyabiliyordum nefes alışında.
Kutu açılmış ve Deniz beni iki eli ile göğsüne bastırmıştı. Bir göğsüne bastırıyor, bir öpüyordu beni. İki eski dost yeniden buluşmuştuk. Lakin, kutuda geçirdiğim zaman bana iyi davranmamıştı. Daha da yaşlanmış, rengim iyice solmuş ve sökükler içerisinde kalmıştım. O ise bunlara hiç aldırış etmeden sımsıkı sarılıyordu bana.
“Bir daha bana sormadan sakın bir şeyimi atma anne!” diye kızdı Deniz. Deniz’in tanıdık kokusu geldi burnuma. Anılar canlandı bir bir. Deniz beni tutup kafasına taktığında ise dünyadaki en mutlu şapka ben olmuştum yeniden. Ayrılıkla geçen yıllar bizi birbirimizden koparmıştı ama geçmişte yaşanan keyifli anlar kısa sürede kendini hatırlatmış ve aramızdaki bağ hiç kopmamış gibi tekrardan kurulmuştu.
“Anlaşıldı, sen bu şapkadan kopamayacaksın. Artık sana zor olduğuna göre, saklar, çocuğuna bırakırsın,” dedi Deniz’in annesi neşeyle.
“İşte bu harika bir fikir,” diye cevap verdi Deniz. Aynanın karşısına geçmiş, bir sağa bir sola dönerek başının üstünde nasıl durduğuma bakıyordu. Büyümüştü en son görüşmemizden beri, genç bir delikanlı olmuştu. Onu böyle büyümüş görmek beni tarifsiz duygulara boğmuştu. Gözlerindeki ışıltı kalbinin parlaklığını yansıtıyordu.
“İşte bu harika bir fikir,” diye geçirdim içimden, yanağımdan akan mutluluk gözyaşları Deniz’in saç tellerine değerken…
* * *
Deniz beni çalışma masasının üstünde göz hizasında bir rafa yerleştirmişti. Böylece onun her masaya oturuşunda ben de onunla göz göze gelebilecektim.
İçim kıpır kıpır olmuş, tekrardan hayatla dolmuştum. Kutuda geçirdiğim sıkıntılı zamanlar bir daha geri gelmemek üzere silinip gitmişti zihnimden.
Tam o anda, yanı başımda birinin olduğuna dair tuhaf bir his kapladı içimi.
Kafamı çevirdiğimde, kızıl afetle aynı rafta olduğumuzu şaşkınlıkla fark ettim. Güzelliği karşısında bir kez daha kelimeler boğazıma düğümlenmiş, elim ayağım birbirine dolanmıştı.
“Merhaba,” dedi zarif bir sesle.
“Merhaba,” diye cevap verdim heyecan içerisinde. Bir yandan da yanaklarımdan akan mutluluk gözyaşlarını silmeye çalıştım acemice.
“Anlaşılan uzun bir süre yan yana olacağız. Tanışmamızın iyi bir fikir olacağını düşünmüştüm,” dedi büyüleyici bir tonda.
O an Deniz’in bir bana, bir kızıl afete sonra tekrar bana baktığına ve odadan çıkmadan önce bana göz kırptığına yemin edebilirdim.
Kafamı tekrar yana çevirdim ve bu sefer öz güven dolu bir sesle cevap verdim:
“İşte bu harika bir fikir.”
- Café de Flore Buluşması - 1 Temmuz 2020
- Altın Balina - 1 Ağustos 2019
- Söylence - 1 Temmuz 2019
- Çatlak Patlak, Yusyuvarlak, Kremalı Börek ve Sütlü Çörek - 15 Mayıs 2019
- Birikmiş Dönem Ödevi, Karpuz Tabağı ve Vantilatör - 15 Eylül 2018
Merhaba,
Temayı on ikiden vuran bir öyküydü, çok beğendim.
“Kumral saçları rüzgarla dalgalandıkça yunuslar dolaşıyordu içinde. Ben de o denizde yol alıyordum. Yunuslarla yan yana, gaz lambası ışığında yol alan balıkçı teknesi gibiydim. Bedenim küçüktü ama dışarıya taşan coşkulu ruhum kocamandı.” / çok güzel bir anlatım.
“Bana doğru yaklaştı ve usulca beni eline aldı. Daha sonra da boş kutunun içine yerleştirdi beni. Benden başka hiçbir şeyin olmadığı, hiçliğin hüküm sürdüğü dikdörtgen kutuya koydu beni.” / Bu üç cümlede fazla “ben, beni” kullanımı var sanki, biraz göze batıyor. Küçük bir düzenlemeyle daha iyi olur fikrimce.
Öyküye başlarken güzel bir öykü okuyacağımı düşünüyordum ve düşüncemde yanılmadığıma sevindim.
Kaleminize kuvvet.
Merhaba Öznur Hanım,
Öykümü okuyup görüşlerinizi paylaştığınız için teşekkür ederim. Bu ay temayı empati ışığı altında aydınlatmak istedim. Beğenmenize sevindim, benim de içime sinen bir tema kullanımı oldu.
Belirttiğiniz bölümde ben’lerin fazla olması konusunda haklısınız. Lafı Yunus Emre’nin şu güzel sözü ile çevireyim: “Bir ben vardır benden içeru” 🙂
Güzel bir öykü okuyacağınızı düşünerek okumaya başlamanız benim için çok değerli bir övgü. Sağolun bunu paylaştığınız için.
Diğer seçkilerde görüşebilmek dileğimle.
Ufuk merhaba,
Lord of War’un introsunu hatırlattı bana öykünün giriş kısmı, son derece akıcıydı aynı zamanda, gözüme takılan bir yer olmadı ve hemen okudum. Her ne kadar benim için bir ehemmiyete sahip olmasa da temayı etkin, ama bir o kadar da ince şekilde kullanman ustaca. Aynı şekilde tasvirler de çok iyiydi, özellikle miktarı. Zira bir eseri okurken fazlaca tasvir gördüğüm zaman ziyadesiyle bunalıyorum ama öykünde tam kıvamındaydı, içeriklerinin güzelliğine değinmiyorum dahi.
“İşte bu harika bir fikir,” diye cevap verdi Deniz. Aynanın karşısına geçmiş, bir sağa bir sola dönerek başının üstünde nasıl durduğuma bakıyordu. Büyümüştü en son görüşmemizden beri, genç bir delikanlı olmuştu. Onu böyle büyümüş görmek beni tarifsiz duygulara boğmuştu. Gözlerindeki ışıltı kalbinin parlaklığını yansıtıyordu.
Bir sağa bir sola dönerek başının üstünde nasıl durduğuna bakmak. Her öykünde gerçekliğe yüzde yüz oranda uyan bir şey buluyorum ve bu gerçekten mest ediyor beni.
Eline sağlık, diğer seçkilerde görüşmek umuduyla ^^
Merhaba İhsan,
Senden yorum gelmesine sevindim. Görüşlerinin beğeni içermesiyle epeyce keyiflendim.
Gerçeküstü tasvirleri gözleme dayalı anlatım ile birleştirmeyi seviyorum. İnsanların bilinçaltını tetikleyen bir yöntem olduğunu düşünüyorum. 🙂
Temayı “ince görmek” konusunda bu ay daha başarılı olduğumu düşünüyorum. Daha öncesinde temanın etrafında dolanan hikayeler tercih ediyordum. Bu sefer temayı merkeze koymaya çaba gösterdim.
Girişi akıcı tutma amacı güttüm. Okuru bir anda öykünün içine atmak istedim. Umarım keyif almışsındır.
Görüşlerin için çok teşekkür ederim.
Seni göremedik bu ay, gelecek ay merakla bekliyor olacağım.
Selamlar,
Merhaba;
Okumaya başladığımda bir köpek yavrusu mu acaba konu olan diye düşündüm şapkayla nasıl buluşturacağınızı merak ettim sonra kutuya girince neler oluyor dedim ve hoş bir sürprizle karşılaştım. Ellerinize sağlık, güzel bir öyküydü. Zevkle okudum:)
Merhabalar,
Kafanızda bir köpek yavrusu hayal etmeniz son derece normal. Bir kaç cümlede tabiri caizse “olta attım” okuru o yöne çekmek için. Bu düşünce ile okuduktan bir süre sonra da aynen sizin de yaşadığınız sürpriz ile işin aslını öğrenince, okuyucunun öykümden aldığı keyfin artacağını öngörmüştüm.
Çok teşekkür ederim öykümü okuduğunuz ve yorum yazdığınız için. 🙂
Diğer seçkilerde görüşebilmek üzere…
Oltaya gelmişim desenize:)
O da bir şey mi, okurken kendi oltama kendim düştüğüm zamanlar bile oldu. 🙂