Annemi kaybettim kaybedeli sabahları iş kaygım da yoksa yataktan çıkasım gelmiyor. Her sabah bir yanım eksik uyanıyorum. Ne garip şey yalnızlık, canım annem “oğlum ben sonsuza kadar senin yanında kalmam, sana bir can yoldaşı lazım” der dururdu. O dünya tatlısı kadın her sabah şafak sökmeden uyanır, kışsa sobamızı yakar, yazsa camlarımızı açar evi havalandırır, çayı demledikten sonra “hadi yiğidim kalk artık iş güç zamanı” derdi. Sokağa çıkarken de “aman oğlum üzerine bir şeyler al” der dururdu. Birazcık halsiz olsam, keyifsiz olsam sanki bebekmişim gibi kendi kendine kuruntulanır “Halil’ im dikkat etmiyon kendine üzülüyom bak” derdi. Babam ölüp kız kardeşimde sırra kadem basınca bir ben kalmıştım elinde annemin, o yüzden küçük bir çocukmuşum gibi davranırdı bana.
Hoş babamın da ha varlığı ha yokluğu, çok da kocalık yapmadı ya anneme. Baba denince aklıma kesif bir sigara kokusu, akşam haberleri ve kahveden çağırılan garip bir adam geliyor. Birde anneme ettiği küfürler. Biraz da ondan evlilik hep soğuk geldi bana. Benden nefret eden çocuklarım, evden çıkınca şükür gitti diyen bir karım olur diye korktum. Şimdi düşünüyorum da olsa fena olmazdı herhalde. En kötü ihtimal annemin yaptığı gibi çocuklardan birine seslenir “kaldırın şu mendebur herifi artık yemek hazır” derdi.
Yataktan çıkıp elimi yüzümü yıkamaya gidince aynadaki aksimden ürktüyorum. Korku filminden fırlamış figüranlar gibiyim. Az bir makyajla frankenştayn ya da korkunç bir film serisinde ucuz bir rol kapabilirim. Kendi yansımamla sokakta karşılaşsam arkama bile bakmadan kaçardım herhalde. Zaman ne kadar acımasız şairin dediği gibi nerde o dost aynalar. Yüzüm çökmüş, özenle taradığım kıvırcık, üzüm karası saçlarıma karlar düşmüş, alnım adam akıllı açılmış. Dişlerimse sigara, çay ve kahve lekesinden nasibini almışlar, benim gibi git gide siyahlaşıyorlar. Kendime çeki düzen vermeye çalışıyorum.
Ayak üstü bir şeyler atıştırdıktan sonra üzerimi giyiniyorum sıkı sıkı. Soğuk hava deposu ya da morg olarak kullanılması gerektiği halde benim barınaklığımı yapan teneke yığınından çıkıyorum. Gelişigüzel yapılmış gecekonduların arasından geçerek, çok katlı, estetikten yoksun beton yığınlarının hilkat garibesi gibi yükseldiği, arabaların tarla fareleri gibi insanlara yaşam alanı bırakmadan her tarafı kapladığı kent merkezine doğru yürümeye başlıyorum. Soğuk insanın iliklerine işliyor adeta. Ara ara serpiştiren kara rağmen ayaz kulaklarımı kesiyor. Babam olsa “hırsından atıştırıyor hava, yoksa kar havası değil” derdi. Paltomun yakasını kaldırıyorum. Normal insanlar için günün telaşesi çoktan başlamış. Kimileri bir yerlere yetişecekmiş gibi oradan oraya koşturup duruyor. Kimileri otobüs bekliyor, kimileri alışveriş derdinde.
Ayaklarımın ezbere bildiği sokaklardan birine giriyorum. Uzun süredir geçmediğim sokakta bir gariplik var. Hani bilincinizi kaybedersiniz, ameliyata girersiniz ve sizin haberiniz olmadan bir organınızı alırlar da uyandığınızda bir yoksunluk hissedersinizya, öyle bir yoksunluk hissediyorum sokağa girince. Tabi ya koridorlarında kahkahalarımızın yankılandığı, sınıflarında geyik muhabbeti ettiğimiz, ilk aşklarımızın, ilk isyanlarımızın yaşandığı, geç kalınca kulaklarımızın çekildiği, kesme taştan yapılmış, kiremit çatılı, ahşap doğrama pencereleri olan, okulumu arıyor gözlerim. Yanlış bir sokakta mıyım diye kaybolmuş gibi sağıma soluma bakınıyorum. Sokak aynı sokak, işte köşedeki manav Rasim her zaman ki gibi elinde sigarası, dükkanın önüne çıkmış, kontrol memuru gibi geleni gideni inceliyor. Az ilerdeki büfeci Fehmi de dağılan gazetelerini düzeltiyor. Evet evet yanılmıyorum sokak bu sokak okulumdansa geriye hiçbir şey kalmamış. Koca bir demir parçasıyla çevirmişler etrafını okulumun, iki koca kule yükselmiş gök yüzünü delecek gibi. Ne karaladığımız sıralar, ne duvarlarına aşklarımızın isimlerini kazdığımız duvarlar, ne üzerinden atladığımız demir kapı, ne Leyla ne de Salih Hoca…
Şaşkınlığımı üzerimden attıktan sonra okulumun yerine kurulmuş olan ve kar kış demeden çalışmaların devam ettiği şantiyenin yanında yıkılmış bir halde yürürken ilk gençlik yıllarımı düşünüyorum. Arkadaşlarımla okuldan kaçtığımız, buz gibi havalarda bile umarsızca dolaştığımız kaygısız günlerimi. Gerçi annem olsa “hala kaygısızsın oğlum, ne olacak senin halin, sen bira ve ekmek parasını bulursan, birde üstüne fahişe kiralayacak kadar paran olursa zengin sayarsın kendini” derdi ya. Adımlarım ağırlaşıyor, bir yakınını kaybetmiş gibiyim, ağlamamak için kendimi zor tutuyorum.
Deprem etkisi yapan bir sesle afallıyorum. Daha sesin şokunu atlatamadan insan kulağının duyabileceği en acı çığlıklar nidalar yükseliyor okulumun yerine kurulmuş olan şantiyeden, sanırsınız kıyametler kopuyor. Ne yapacağımı bilmez bir halde şantiyenin kapısını arıyorum. Kapıyı bulduğumda görevli bir sen eksiktin edasıyla beni kovuyor. Çaresiz meraklı bakışlarla karşıya geçip beklemeye başlıyorum. Bu arada çığlık sesleri azalıyor, panik havasında bağıran çağran ara ara küfreden insanların sesleri yankılanıyor şantiyeden.
Beni almadıkları kapıdan içeri bir kaç dakika arayla bir sürü ambulans girip çıkıyor. İçeriden çıkan yüzleri kireç gibi bembeyaz olmuş bir kaç işçiye ne olduğunu soruyorum yüzüme ters ters bakıyorlar ve sessizce uzaklaşıyorlar. Etrafı bir anda gazeteciler sarıyor. Canlı yayın yapan bir muhabirin anlattıklarına kulak misafiri oluyorum. Muhabir kentin en büyük inşaat firmalarından birinin yaptığı rezidans inşaatında iş asansörünün yere çakıldığını onlarca işçinin feci şekilde hayatını kaybettiğini, onlarcasının da yaralandığını söylüyor. Daha fazla kalmayı içim kaldırmıyor, bir yanda yıkılan eski okulum, diğer tarafta yaşamını kaybeden onlarca işçi.
Şantiyeden epey uzaklaşmama rağmen işçilerin çığlık sesleri hala kulaklarımda. Allah bilir neler yaşadılar. İşçilerden kimi sakat kaldı, kimi öldü. Arkalarında öksüzleri, aşkları, hayalleri… Sahi bir baba dünyadan çekip giderken korumasız kalan sevdiklerine mi üzülür, yoksa ölmek mi daha ağır gelir bilemiyorum baba olmadığım için? Kar, kış demeden bize ekmek parası kazanmak için çırpınıp duran o garip adam geliyor aklıma. Kalanlara mı yoksa gidenlere mi üzülsem bilemiyorum. Bir sigara tellendirip kafamı dağıtmaya çalışıyorum.
Başımı kaldırdığımda ana caddenin sağındaki kaldırımda, bir teneke kutunun içinde yaktıkları ateşin etrafına koydukları boş tenekelerin üzerine oturmuş, orta yaş üstü adamlar takılıyor gözüme. Dışarıdan bakınca insana torbacı, ya da sokak kabadayısı izlenimi veren bu adamlara, olduğum yerden uzun uzun bakıyorum.
Neden bilmiyorum ama adımlarım beni onlara doğru sürüklüyor. Bir şey var onlarda beni çeken. Ansızın duruyorum ve incelemeye başlıyorum adamları. Şu elinde asa ile oturan adamı gözüm bir yerlerden ısırıyor. Sanki bir yaşanmışlık var aramızda. Acaba bizim kahvede mi rastladım? Zihnimi zorluyorum. İsim konusunda hafızam ne kadar zayıf olsa da gördüğüm yüzleri hiç unutmam.
Birden yıllar öncesinden bir ses yankılanıyor kulaklarımda. “Hanım evladı, bir kaç kuruşta sen at ortaya da çorbada tuzun bulunsun” diyen Kemal’ in tok sesi değil mi bu? Evet evet bizim zenci Kemal bu. Hiç değişmemiş neredeyse. Yanındaki de Sefa olmalı, tabi ya bizim Ayyaş Sefa pinokyo burunlu, sakal bırakmış, saçı başı da ağarmış iyice. Muhtemelen işten çıkar çıkmaz içmeye başlıyor, zil zurna geziyordur gene. Fötr şapkası, fiyakalı bond pardesüsü ile oturan da Murat’ tır. Karşısındakini anımsamıyorum ama Murat’ ı nerde görsem tanırım, ayakları yere basmaz onun. Ne mavralar sallıyordur şimdi Allah bilir.
Onlara bakarken o kadar dalmışım ki insanı çıldırtan o havalı korna seslerinden birini duyunca irkiliyorum. Üzerime gelen canavardan kaçarak kaldırıma zor atıyorum kendimi. Canavarın sürücüsü camdan kafasını çıkarmış ağız dolusu küfürler sallıyor, aldırmıyorum. Bir kaç parça yakacak malzeme arıyor gözüm. Yolun karşısındaki, iş yerlerinden birinin önüne atılmış kartonları toplayıp onlara doğru ilerliyorum.
Yanlarına vardığımda beni farketmiyorlar bile. Sanırsınız ruhları başka yerde, sadece bedenleri burada. Hiçbir şey söylemeden bir süre bekledikten sonra, karşılarına geçip, biraz önce kalkan adamın yerine oturuyor, elimdeki karton parçalarını, sönmeye yüz tutmuş ateşe atmaya başlıyorum. Ateşin korlanması ile soğuğa, kara aldırmadan oturan, alışkanlık olduğu üzere ellerini korlanmış ateşe tutan arkadaşlarım varlığımın farkına varıyorlar.
Kısa süren sessizlikten sonra sanki düşmanlarıymışım gibi dik dik gözümün içine bakıyorlar. Gözlerimi, gözlerinden kaçırırken yanlarına gelmemin onları huzursuz ettiğini anlıyorum. Zenci Kemal ve Ayyaş Sefa aralarında fısıldaşıyorlar. Beni sivil zannettiler galiba diyorum içimden. Malum arkadaşlarım çok da tekin tipler değiller. Diğer taraftan da beni tanımamaları işime geliyor, tanıyınca verecekleri tepkiyi merak ediyorum.
İçlerinden biri ”Hayırdır birader çok mu üşüdün?” diyor. Kemal olduğunu düşündüğüm adamdan gelen cırtlak ses bir tokat gibi çarpıyor yüzüme. Kemal’in sesi değil bu. Susuyorum, adamlar bir ara birbirlerinin gözlerine bakıyorlar. Sonra Kemal olduğunu düşündüğüm adam yerinden kalkıyor. “ La havle nerede manyak var bizi buluyor” dedikten sonra benimle uğraşmak istemediklerinden olsa gerek, teker teker yanımdan kalkıp uzaklaşmaya başlıyorlar.
Adamların ardından özlemle bakakalıyorum. Zihnim bana müthiş bir oyun oynuyor. Yıllar önce elim bir iş kazasında hayatını kaybeden olan Ayyaş Sefa’ nın, grizu patlamasında sakat kalan Zenci Kemal’ in, yüzlerce yıl hapis cezası almış olan Mavracı Murat’ ın burada olma ihtimali yok zaten. Adamlar kaybolana kadar gözucuyla takip ediyorum onları. Biraz daha oturuyorum, ateşin başında. Tıpkı eski günlerde ki gibi…
güzel olmuş kaleminize sağlık (:
Elinize sağlık, karakterin ruh halini oldukça iyi yansıtmışsınız.
Hüzünlü, güzel bir öykü, ellerinize sağlık.
Okuduğunuz ve yorumladığınız için teşekkür ederim arkadaşlar.
Elinize sağlık. Pek çoğumuzun yaşamak zorunda bırakıldığı yaşamları olduğu gibi yansıtmışsınız.
okuduğunuz ve yorumladığınız için tşk ederim.
Elinize sağlık. Hayattın içinde var olan, dikkatimizden kaçanları güzel yakalamışsınız beğendim. Tekrar elinize sağlık. 🙂
okuduğunuz ve yorumladığınız için teşekkür ederim dostum.