Öykü

Evin En Kirli ve Karanlık Tarafı

 Git, kapıyı aç.

Sadece karanlık varsa bile

tıkırdayan,

sade boş bir yel

varsa bile,

sadece

hiçbir şey

varsa bile

git, kapıyı aç.

Miroslav Holub

Bu duvarlar elli yıldır hep aynı teraneyi dinliyor. Bense hep aynı soruları sorarak, onların dile gelip cevap vermesini bekliyorum. Senin de kendini çok yalnız hissettiğin zamanlar oluyor mu? Hiç kimsenin umurunda olmadığını düşündüğün zamanlar olmadı mı sahiden? Üzülmekten başka bir şey yapamadığın, elinin kolunun bağlandığı o çaresiz zamanları sen de benim kadar yaşadın mı? Diyorum ama susuyor bu somurtkan duvarlar. Herkesin birbirini görmezden geldiği, es geçtiği, unutup gittiği bir çağdayız. Eğer bir şey bizim gözümüzden uzakta cereyan ediyorsa ve bizimle doğrudan bir ilişkisi yoksa onun pek önemi yok diye düşünüyoruz. Mutfakta açık unutulmuş radyo Afrika’ya yardım elinizi uzatın diyor. Elim olsa uzatırım vallahi! Tüm evren onları görmezden geliyormuş. Oysa ben var olduğum yerden hiç ayrılmadım. Gölgelerin gözü yoktur. Doğru düzgün gün yüzü görmediğimi radyoya nasıl anlatayım bilemedim. Ayrıca Afrika tam olarak nerede bilmiyorum açıkçası. Benim bulunduğum yere ne kadar uzaklıkta, onu da bilmiyorum. Bizim israf ettiğimiz bir pirinç tanesi bile onlar için çok değerliymiş. Öyle diyor radyodan gelen karıncalı ses. Gidebilecek durumda olsam onlara kuru nohut, kuru fasülye, pirinç, tuz, şeker, yağ, sebze ve daha birçok şey götürürdüm. Benim yanımda onlardan ne de olsa çok var. Allah insanı açlıkla imtihan etmesin der sahibem. Birde yalnızlıkla imtihan etmesin. Yeni yerler görmeyi, yeni insanlar tanımayı o kadar çok isterdim ki. Hem tedbili mekânda ferahlık var derler. Ama kımıldayacak durumum yok. Zaten bunun imkânsız olduğunu ne yazık ki biliyorum. Ben yaklaşık elli senedir bu eski evdeyim. Evden daha eski görünen bir mutfakta yaşıyorum. Sinirden kendini yiyip bitiren bir mutfak dolabı, kendini soğutmaktan aciz menopoz bir buzbolabı, tüplü ve öfkeli olmasının yanı sıra dörtlü, set üstü büyükçe bir fırınlı ocak (fırın kısmı hiç kullanılmadığı için bir sürü ıvır zıvırın mezarlığıdır orası), overlok yapılmaktan kendinden geçmiş eski bir halı, kap kacak, tabak, çanak, çömlek. Patladı patlayacak bir mutfak anlayacağınız. Mutfak evin kalbidir derler ama bu ufacık mutfaktan taşlık bile olmaz. Bir de bunca gereksiz şeyi buraya sığdırmak hakikaten büyük maharet. Sahibem ve kocası elleri sıkıdır ama iyi insanlardır. Yokluk görenin hali başka oluyormuş. Yoğurdun kabını, ekmek ve alışveriş poşetlerini asla atıp ziyan etmezler. Eski meşrubat şişelerine kendi yaptıkları meyve sularını aktarırlar. Plastik peynir kaplarına bile ya kahvaltılık ya ev yapımı reçel koyarlar. Ellerine ne geçerse onu bir şekilde değerlendirir asla ve kat’a onu çöpe atmazlar. Her ne kadar tutumlu ve uyumlu olsalar da ara sıra mutfakta dertleşir dururlar. Özellikle sahibem şöyle genişçene, aydınlık, ferah bir mutfak istediğini; ben beni bildim bileli söyler durur. İsmet Efendi ise “elimizden bu kadar geldi hanım, buna da şükür der” geçiştirir konuyu. Bazen konuşmaya ben de dâhil olmak isterim ama beni görmezler, duymazlar. Zaten mutfak tezgâhı ile o koca ocağın arasındaki küçücük dar ve karanlık bölgenin lafını kim takar! Ben tüm evlerin gölgede kalan kısmıyım. Gözden uzak olan gönülden ırak olurmuş. Evin en kirli ve karanlık tarafıyım. Ayda, yılda bir hatırlanıyorken artık yüzümüze bakan bile yok. Sahibem yetmiş yaşını çoktan devirdi. O yüzden artık evde adam akıllı bir temizlikte yapılmıyor. Temizlikçiye falan zaten hayatta para vermezler. Varlarını yoklarını bir kız bir oğlanı büyütmek, okutmak, evermek için harcadılar. Çok zaman önce yuvadan uçurdular uçurmasına ama onlarda dönüp arkalarına bile bakmadılar. Hele ki çoluk çocuğa, işe güce karışınca iyice unuttular buraları. Oğlan yedi yıl onbir ay sekiz gündür, kız ise sekiz sene altı ay dört gündür ancak telefon açıyor. “Kuş uçmaz kervan geçmez bu kente gelip ne yapacaklar zaten!” diyor İsmet Efendi. İnsan yaşlanınca da yola çıkmayı gözüne kestiremiyormuş. Sümbül hanım bu yüzden mutfakta sessizce ağlıyor bazen. Soğan soymaktan ağlamıyor, biliyorum. O soğan soyarken ağlamayı hayatın mutlu anlarından sayan kadınlardan olmuştur hep. Gelmeleri günler alırmış, özel sektörün bayramı seyranı yokmuş, senelerdir tatil bile yapmadan çalışıyorlarmış, çoluk çocukla nasıl geleceklermiş, işleri güçleri yokmuşta zırt pırt ziyarete mi geleceklermiş. Yaklaşık dokuz senedir yaşlılıktan ziyade belki de bu hasret yüzünden şöyle etraflıca bir temizlik yapmak içinden gelmiyor Sümbül Hanım’ın. Kaç kadın hijyen tanrıçası zaten Allah aşkına! Sümbül hanım artık yaşlandı. Temizliği İsmet Efendi yapacak değil ya! Benim ki de laf-ü güzaf. Ama benim durumumu da biraz düşünmek gerek. Tavadan, tencereden fırlayan, kaşıktan çataldan düşen ne varsa benim olduğum yere düşüyor. Kaç senedir temizlikte olmayınca burası iyice kalabalıklaştı. İntihara meyilli makarnalar, mantar bağlamış mantılar, gözü yaşlı soğanlar, ufacık bezelyeler, tefecik mercimekler, tatlı denilip acı çıkan yeşilbiberler, sümüklü bamyalar, kaşla göz arası tam araya damlayan yumurta akları, baharat yoluna dönüşmemi sağlayan türlü baharatlar, etrafa saçılan sıvı yağlar, toz pis, kıl tüy ne varsa buraya yerleşiveriyor. Zamanla o kadar çok kirlendim ki aklanıp paklanmam çok zaman alır. Kirden ve pislikten oluşmuş gölge bir uygarlığım artık. Görünen o ki daha uzun bir zamanda kirli kalacağım sanırım. Eski tip fırınlı set üstü ocağının yerini değiştirme imkânları olsaydı ben de hiç yoktan aydınlığa kavuşurdum. Şimdi iki arada bir derede kendi kendime konuşuyorum. Araya her düşene tanrı misafiri bir mülteci gözüyle bakıyorken şimdi çoğu buranın yerlisi oldu. Gitmeye de niyetleri yok zaten. İçlerinden biri konuşsa içim ferahlayacak. Aynı dili konuşmanın ne büyük nimet olduğunu yalnız kaldığınızda daha iyi anlıyorsunuz. Ki bazense aynı dili konuşmak anlaşamamak için en büyük engel olabiliyor. Dünyam aydınlanacak ama hiç birisinden bir ses bir kıpırtı yok. Kendimi mezarlık bekçisi gibi hissediyorum. Evde hiç ses yok. Durun bir dakika! Bu zil sesi değil mi? Kapı zili üstelik! Biri zile basıp duruyor. Evde kimse yok mu diyerek kapıya vuruyorlar. Kapı tokmağını o kadar güçlü vuruyor ki görende alacaklı geldi sanacak. Yoksa bu ses oğullarının sesi mi? Yok belki de kızlarının kocasınındır. Seslerini bile hatırlamıyorum. Çok zaman geçmiş. Eğer onlardan biri ise bizimkiler buna çok sevinecek. Ama radyo gibi karıncalı bir ses ekleniyor ikide bir bu tok sese. Bir dakika! Kapıcı Tahsin mi ki bu? Bu arada, niye kapıyı kimse açmıyor. Sümbül hanım niye, “geldim yahu geldim patlama” demiyor. Üstelik Sümbül Hanım ve İsmet Efendi üç gündür mutfağa uğramıyorlar. Kendi yalnızlığımdan onların varlığını unuttum. Evdelerdi biliyorum. Evde olmasalar bilirim yani. Bir dakika! Bir yere gidecek olsalar kapıyı yavaşça kapatıp bin kez kilitlerlerdi. Evden çıkarken “Bismillâh, tevekkeltü alallâh, lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” diye dua ederlerdi. Üstelik radyoda açık üç gündür. Hele şu an çalan parçayı duysalar kesin gelirlerdi dinlemeye. Kapıyı niye kimse açmıyor? Oysa Nihavend makamından bir Türk Sanat Musikisi çalıyor. Bir ihtimal daha var… Kapıyı niye kimse açmıyor?

Ünal Arslan

Jaroslav Seifert'ın Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldığı yıl doğdu. Okullardan nefret ederek büyüdü. Ama sonunda kendisi de öğretmen oldu. Çeşitli okullar ve üniversiteler bitirdi. Çince dil bursu kazanarak Çin Cumhuriyeti'nde bir süre yaşadı ve eğitim aldı. Bazı Uzak Doğu ülkelerinde eğitim amaçlı araştırmalar yaptı. İngilizce ve Türkçe olarak yazdığı Weird Fiction tarzında ilk kısa romanı üzerinde çalışmalarına devam etmekte olduğu gibi Bağdat’ta öğretmen olarak hayatına devam etmektedir. Ve hâlâ proleter yaşam formu olarak dünyaya katlanmaktadır.