Öykü

Üç Gece Masalları – 1

“Beni dinle Frankenstein. Beni cinayetle suçluyorsun.

Buna rağmen kendin, vicdanın hiç sızlamadan kendi yarattığını öldürmeye hazırsın.

Ah, insanın adaletine diyecek yok!”

Frankenstein – Mary Shelley

GİRİŞ

Gazeteci Yusuf derler adıma

Bir kalemim bir de şapkam

Dolaşırım diyar diyar

Patron yollamış ta Timor’a kadar

Allah belasını versin,

Yolu var cehenneme kadar.

İyi başlayıp şikâyetle biten bir mırıldanma daha oldu Gazeteci Yusuf’un cümlelerinde. Can sıkıntısından bir eli sağ cebinde, bozuk paralarla oynuyor birkaç gündür diline takılmış şarkıyı, saçma sapan sözlerle doldurup söyleniyordu hafif hafif. Daha yeniydi gazetede. Beş yıl az ya hani! Naparsın Spiderman’daki Aksi Jonah Jameson gibi bir patronunuz varsa olacağı bu. Cimriydi de Aksi Agâh Jonah Jameoğlu. Uçak parasını ödememek için şantaj yapmıştı ya ona. Başkasına sorsan iş profesyonelliği derler. “Haberi istiyor musun Yusufçuk? O zaman kendin gidersin oraya, yoksa Tolga’ya veririm haberi. Benim için sorun yok. Zaten kaleminiz aynı.” demişti. Bütün yol boyunca bu düşüncelerleydi Gazeteci Yusuf. Ne yazık ki Timor’a yaklaşırken aklında yapacağı haber hakkında hiçbir fikir yoktu. “Odama yerleşir yerleşmez planlarım…” diye kestirip attı. Köşeyi dönünce buraları hiçbir zaman terk etmeyen yağmurdan dolayı tahtaları şişmiş, üzerindeki mavi yazının kalkmakta olduğu Esen Pansiyon tabelasıyla karşılaştı. 80’lerde ülkeye yeni yeni gelen dijital yazı fontunu hemen hemen herkes gibi kullanmıştı Esen Pansiyon. Küçük renkli boncuklarla bezeli üç katlı binaya bakınca emin olmak için telefondan kontrol etti. Maps’i açıp telefonun parlaklığını yükseltti. Şarjı çok az kalmıştı ve özellikle bir gazetecinin telefonunun kapanmasından nasıl korktuğunu bilemezsiniz dostlar. Bulunduğu yerin arkasından Timorluların Devlet Şeridi dedikleri valilik binası gibi resmi kurumlar vardı. Sağ tarafında eski çok katlı bir inşaat alanı vardı. Ve karşısında da Esen Pansiyon. Doğru gelmişti. Orta gelirli biri için kalınabilecek en uygun yer. Yamalarla dolu siyah asfaltta Esen’e doğru yürümeye başladı. Pansiyonun hemen yanında Bahadır Spot diye yeni bir dükkân, dükkânın önünde de kaldırıma oturmuş altı yaşında bir kız çocuğu vardı. Bir eli dizlerini kavramışken diğer eliyle dizindeki yaradan geriye kalan kurumuş kabuğu kaldırmaya çalışıyordu. Yüzünde küçük bir tebessüm oldu Gazeteci Yusuf’un.

O gülümseme binaya girer girmez yok oldu. Akıl hastanelerine özgü beyaz üzerine siyah desenli fayans döşemeli binanın resepsiyon(!) bölümünden yayılıyordu ekşi ter ve sigara dumanı kokusu. Pis koku kaynağından Deniz Serinliği Oda Parfümü kokusu da aldı derinden. “Kokuya da önem veriyor it oğlu” diye mırıldandı Gazeteci Yusuf. “İyi günler” dedi bir erkeğe oranla fazla tiz sesiyle Pansiyon Sahibi Sadık Esen. Gözleri bir keşinki gibi kıpkırmızı olmuştu, dişlerini sıkıyor bir yandan da eli kasıklarına gidiyordu. Bu haliyle öğretmeninin tuvalete gitmesine izin vermediği bir ilkokul öğrencisini andırıyordu. Yanındaki otuz yaşlarında gösteren, Bahadır Temel de, az önce önünde kız çocuğunun oturduğu dükkânın sahibiydi. Bir elinde çayını yudumlarken yüzünde, kilolu insanların yüzündeki aptal sırıtış vardı. Sıkılmış dişlerinin arasından “Buyrun?” dedi ancak takati kalmamıştı, koşa koşa tuvaletin yolunu buldu. O sırada çay bardağını tahta masaya bırakıp başını salladı yana doğru. Bir yandan da hayret eden bir bakış vardı Bahattin’de. “Buyrun ben yardımcı olayım, Sadık prostat olduğu için” dedi ve lafının sonunu yanağından birini seğirtip kaşlarını kaldırarak verdi. “Naparsın koçum hayat böyle” dercesine.

“Kötü olmuş, yaban hastalık… Neyse benim için bir sakıncası yok. Tek kişilik bir oda rica edecektim.”

Telaşla arkasında asılı olan anahtarların olduğu cam kapaklı bölmeyi açtı. Sonuçta spotçuydu Bahattin, ne kadar gününün çoğunu Sadık’ın yanında geçirse de. İşaret parmağı çenesine gitmiş:

“Hmm, size.. size 23 numaralı odayı vereyim, orada rahat edersiniz, hem manzarası da güzel.” derken Bahattin, yüzünde muzır bir gülümseme gördüğünü zannetti Gazeteci Yusuf.

“Tabi olur, sıcak su var mı acaba, bazen bulun”

“Elbette var, tabi tabi benim kombileri taktık birkaç yıl önce Sadık’la.” Ha bu arada kaç gün kalacaksınız?”

“Dört gün kalacağım, dört gün üç gece.”

“Dört güüüün, üüüç gece… Günü şu kadardan…(bir kuyumcu edasıyla hesap makinesinin tuşlarına aşkla basıyordu) Sadıııık? Günü 80’di değil mi? (emin olmak için tuvalette cebelleşen Sadık’a sordu) Hı tamam, oldu işte! 240 lira bayım…” derken göğsünü sağ kolu üzerine dayayıp gözlerini dikti Gazeteci Yusuf’a.

“Buyrun, bi yirmi, iki onluuuk.. oooldu işte. 240 tamam!”

23 numaralı Kale anahtarı alıp hızla yukarı çıktı Gazeteci Yusuf. Ne içerdeki kokuyu, ne de Bahattin denen adamı sevmişti. Bir farklı bakıyordu ona. Aslında kendisi gibi İstanbul’dan gelen çoğu kişiye karşı böyleydiler küçük şehir insanları. Oysaki Gazeteci Yusuf aslen İstanbullu olan ender kişilerdendi. İstanbullu diye bir şey yok zannederler. Kimse vadedilmiş topraklardan gelemez. Olsa olsa oraya gidilir. Bozkırda ölür, yol kenarına mezarı kazılır. Ama Gazeteci Yusuf İstanbulluydu. Öyleydi işte. Bu kadar, ne azı ne çoğu. Bir marifeti yoktu.

* * *

Alnı ter damlacıklarıyla dolmuş, tuvaletten soluk soluğa dönerken Sadık, bir paçavraya dönmüş siyah kemerini takıyordu. Alnındaki teri elinin tersiyle silip, mavi beyaz kareli gömleğinin cebindeki Camel sigara paketini çıkardı. Paketten bir sigara alıp gene paketin içindeki Audi sembollü lacivert çakmakla yaktı. Derin bir fırt çekip Bahattin’e döndü.

“N’aptın, hangi odayı verdin şu şehir bebesine?”

Yüzündeki sırıtışla yaramazlık yapmış bir çocuğu andıran Bahattin:

“Söyleceğim ama kızmak yok, tamam mı?”

“Öff çocuklaşma la Bahattin! Söyle işte…”

“23 Numaralı odayı verdim.”

Bunu duyan Sadık öksürmeye başladı sigarasının dumanıyla.

“Naptın lan! Oğlum niye o odayı veriyorsun şu adamcağıza…”

“Ne olacak be. Takma kafana o kadar. Unutulmuş boş bir söylenti işte. Bak o oda yüzünden para kazanamıyorsun. Hem nereden belli o gökdelenin sahibinin o olduğu?”

“Olsun olmasın, diğer odalar boştu niye riske atıyorsun işimi!”

“Amma uzattın ha Sadık. Bak göreceksin hiçbir şey olmayacak o ukala şapkalıya.”

“He laa neydi o kafasındaki kahverengi şapka? Film artisti midir nedir?” Sadık çabuk parlayıp sönenlerdendi. Unuttu bile sinirini hemencecik. Ondan sonra yarım paket sigara daha içti,

İki kez daha tuvalete gitti,

Çaycı çocuktan birkaç kez daha çay istedi.

Sokakta top oynayan çocuklara bağırdı,

Dükkanın önünden geçen Atalay’a takıldı birkaç kez,

Ve unuttu 23 numaralı odayı…

* * *

Alt yarısı mavi, üst yarısı beyaz okul duvarlarını andıran koridorda ağır ağır 23 numaralı odayı buldu Gazeteci Yusuf. Herkes gibi yabancı olduğu ortama ayak uydurmaya çalışıyordu. Hepimiz bu 8 milyarlık sürünün bir üyesiyiz sonuçta. Uzun koridorda, zemin beyaz fayansla döşenmişti. Tek ışık kaynağı iki ampullü dandik bir avizeydi. Muhtemelen o da Spotçu Bahattin’den alınmıştı. Balık şeklini andıran avizenin seramiği böcek ölülerinden kapkara bir hal almıştı. Uzun koridor boyunca sadece bir tablo göze çarpıyordu. Salvador Dali’ nin Eriyen Saatler tablosunun milyonlarca çakmasından biriydi o da. Orijinalinden tek farkı hınzır bir çocuğun tablonun sağ alt köşesine attığı imzaydı. Kendince her tablonun bir imzaya ihtiyaç olduğunu düşünmüştü yaramaz şey. Ya da bir imza değildi o. Yetişebildiği tek yer orasıydı ve öylece çiziktirmişti işte. Gazeteci Yusuf o tablonun altındaki şeyleri merak etti istemsizce. Kırk yıllık binanın duvarları, rutubet ve günde birkaç paket bitiren Sadık’ın sigara dumanıyla eski beyazlığından eser kalmamıştı şüphesiz. Ancak tablonun altı muhtemelen bembeyazdı. Ya da hayır, kırk yıllık bir bina kaç farklı renge boyanmıştı şu ana kadar. Tabloyu kaldırdığında bir renk cümbüşüyle karşılaşacağını hayal etti.

Tabloyu kaldırmadı.

* * *

Ladys n’ Gentlemans!

23 Numaralı odaya hoş geldiniz… Bu odada sizi üç günlük rahatsız uykular bekliyor. Farkındayım düşük bütçenize ve aksi patronunuza karşı bir şey yapamıyorsunuz. Ne büyük hayallerle atıldığınız bu meslekte bir türlü başarı elde edemiyor musunuz? Çözüüüüm.. Hayır, burda değil ne yazık ki. Burada sadece boş bir cinayet haberini yapıp gideceksiniz. Ancak konumuz bu değil. O zaman tanıtıma başlayalımmm!

Adımlarınızı attığınız parke döşeme geçen sene yapıldı. Evet buna hayret ediyorsunuz, bunu hissedebiliyorum. Ne kadar yeni olsa da bu döşeme, bunu parke ustaları yapmadı dostlarım. Bu parkelerin döşemesinde Sadık Esen ve onun amcaoğlu Ferit Esen’in el emeği var. Parke döşemesi hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayan bu iki genç fazla para vermemek için bütün hünerlerini kullandılar. Parkelerin gıcırtılarından nasibinizi aldıysanız eğer, yatağa geçelim sevgili konuğumuz. Tozla kaplı çarşafı kaldırıyoruz ve tatataaaa! Eskiden bordo olan bu eski çelik baza daha “yeni” gözükmesi için beyaza boyandı… Bu mühendislik harikasının hayretiyle kendinizden geçtiğinizin farkındayım bayım ancak bunlar daha ilk demler. Yatakta rahatsız bir uyku çektikten sonra kahverengi tonlarındaki odada kırmızı renkte bir koltuk görüyorsunuz. Kahverengi ile kırmızının mükemmel(!) uyumundan daha fazla bahsetmemize gerek yok. Leopar desenli entel gözlüğünüz ve ucuz kahverengi şapkanızdan anladığım kadarıyla çalışmaya bayılıyorsunuz. Bunun için çok özel bir parçam var bayım. Şu gördüğünüz tahta masa ile iskemle, dedenizin usul usul dinlendiği koltuktan daha fazla sallanıyor! İnanabiliyor musunuz? Ve asıl ilginç olanı pansiyon sahibi ve başmühendisimiz(!) Sadık Esen’in bu parçalar üzerinde hiçbir işleminin olmadığı…

Mutluluğun doruğuna vardığınızın farkındayım ancak bu, şimdi göstereceğim parça sizi mutluluk gözyaşlarına boğacak. Diz çöküp tanrınıza- hangisine tapıyorsanız artık-  dua edeceksiniz. Hazır mısınıııız! O zaman çarşafı kaldırıyorum. Perdesiz pencereniz ve onun sanatsal manzarası. Gördüğünüz şey sanatta bir Nirvana. Yirminci katlara kadar inşa edilmiş ve sonrasında öylece bırakılmış şu “Yarım Kalmış Gökdelene” bakar mısınız? Farkındayım bu yapı Paris’in Eiffel’inden, New York’un Özgürlük Anıtı’ndan, hatta ve hatta AVM’lerin her yıl çekilişini yaptığı ve kimsenin kazanamadığı arabalarından bile daha sembolik bir şey. Oda turumuz burada bitiyor Bay Ucuz Şapka. Bendeniz “Gazeteci Yusuf’un Bilinçaltı” sizi buradan sonra terk etmenin üzüntüsüyle ayrılıyorum. Bir dahaki can sıkıcı ve öfke dolu anınızda, gözlerinizin önünde belirerek sizi ironi denizinde yüzdürmek benim için bir şeref olacak. Saygılar…

Çocukluktan kalma topluluğa karşı sunum yapma dürtüsü böyle hayat bulmuştu Gazeteci Yusuf’ta. Küçükken her çocuğun hayali bir arkadaşı olurdu da, Yusuf’un hayali seyircileri olurdu. Oyun oynarken “ Sayın seyirciler, şimdi tankımla kız kardeşimin unicornunu eziyorum” gibisinden şeyler mırıldanırdı kendi kendine. Ve şimdi de öyle olmuştu. Haberi yapmadan önce kendi kendini eğlendirmesi bir gereklilikti onun için. Odaya girip kendi kendine yaptığı sunumdan sonra ilk iş olarak telefonunu şarja koydu Yusuf. Şarja takılan telefon ekranı açıldı: 3 Şubat 2020 Pazartesi, 16.13, Merkez/Timor. Üstünü değiştirmeden yatağa attı kendini. Yolculuk ve içindeki öfke iyice yormuştu onu. Gözlerini kapatırken kız kardeşinin unicornu geldi gözünün önüne.

Uyandığında akşam olmuştu çoktan. Artık çalışma vakti geldi diye hazırladı kendini Gazeteci Yusuf. Çenesine kadar gelmiş salyasını sildi elinin tersiyle. Gözlerini ovuşturdu, yüzüne su çarptı ve uyku sersemliğinden kurtulmak için birkaç klasik şey daha yaptı. Sonunda kendine gelmişti ve kendini Whatsapp mesajlarını okuyor halde buldu. Telefonu kapadı, parmaklarını kırptı ve tahta iskemleye oturdu. Yaptığı tüm haberleri yazdığı (yazdığı en önemli haber, bir bağış etkinliğinde biraz emek ve biraz da şansla yakaladığı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’na sorduğu köprü geçiş fiyatlarının neden zamlandığı sorusuyla ilgili yazdığı haberdi. Belediye başkanı ona bıkkın bir bakış atıp geçiştirmişti sorusunu ama bu onun için bir cevaptı sonuçta. Gazetecilere illa sözlü bir cevap sormak zorunda değilsinizdir. Hatta hiçbir şekilde cevap vermek zorunda değilsinizdir. Onlar ne olursa olsun okunurluğun artacağı ve inadına muhalefet ilkesiyle bir şeyler yazacaklardır.) bordo deri kaplı üzerinde 2015 yazan ve firmaların her yıl verdiği ajandalardan başkası değildi masadaki defter. Masasında küçük laptopu ile araştırma yapıyor, önemli noktaları ajandasına geçiriyordu. Timor’a, üç gün içinde gerçekleşen üç ayrı -veya bağlantılı- cinayet için gelmişti. Ölenler arasında iki on altı yaşında genç ve 30’lu yaşlarda bir okul hademesi vardı. Bu haber için internet pek de geniş bir kaynak değildi onun için. En önemli kaynak sabahtan akşama kadar dedikodu, çay, dedikodu, çekirdek, dedikodu ve dedikodu ile günlerini geçiren kıraathane dayıları ve kocakarılardı. Tabi cinayetlerin işlendiği yerler de gezilecekti. Uzun bir uğraş gibi göründü şimdi yazı masasına oturunca Gazeteci Yusuf’a. Saat henüz sekizdi ve biraz şehri tanıyabilirdi. Omzundan eksik etmediği haki çantasını aldı ve tabi sarı röfleli uzun siyah saçlarını örttüğü kahverengi şapkasını. Esen Pansiyon’dan çıktı ve henüz yağmış yağmurun bıraktığı çamurlu sokağa adımını attı.

8.37 Gitti

23.51 Geldi 

Üstündekileri çıkarmadan attı kendini gıcırdayan ranzaya. Ve uyudu… 

GECE 1

Bir erkeğin ağlayış sesleriyle uyandı Yusuf. İlk başta büyük bir ürperti geçti vücudundan. O seslerin “bir erkeğin ağlayış sesleri” olduğuna karar vermesi beş dakikasını almıştı. Aslında daha erken uyanmıştı ancak yorganın altından çıkmaya pek cesareti yoktu. Sonunda merakı can korkusunun önüne geçti. Bu her zaman böyledir ya. Gerilimli anlarda bellek çok önemsiz bir şeyin üzerinde durur. İnsan bunu uzun yıllar sonra bile bütün ayrıntılarıyla hatırlar. Bu olay sanki beyne o andaki ruhsal gerilimden dolayı kazınır. Bu, asıl olayla hiçbir ilişkisi olmayan bir ayrıntı olabilir. Örneğin duvar kâğıdının deseni gibi bir şey. Veya Gazeteci Yusuf’un gördüğü gibi tahta bir T cetveli. Bu zamanda ince, plastik, daha pratik cetveller varken bu hantal şeyin bu adamda olması şaşırttı onu. Ağlayan adamın görmediğini sanarak gözündeki çapakları sildi. Aslında görmüyordu da.

Oda uyumadan önce bıraktığı gibi değildi. Öncelikle tüm mobilyalar daha pastel renkteydiler, birçok çiçek deseni vardı ve yatağın karyolasının başına, annesinin yaptığı, gibi bir dantel örtü konmuştu. Baba ocağına mı geldi diye düşünmeden edemedi. Odada büyük dikdörtgen şeklinde kahverengi bir soba vardı. Sobanın üzerine de metal bir çaydanlık konmuştu. Yerdeki halıyı şimdi alıp elit (!) zenginlerin katıldığı bir müzayedeye götürseniz 500.000 den aşağı alıcı bulamazdı. Yerdeki parkeler daha yeni döşenmiş gibiydi. Tahta masa ve iskemle kendisinde olduğu gibi eski değildi. Krem rengi ile boyanmıştılar ve biraz dikkat ederseniz yansımanızı görebilecek kadar temizdiler. Oda adeta Gazeteci Yusuf’un çocukluğunu andıran 80’ler stiliyle dizayn edilmişti. Ne kadar bu zamanda da evini öyle dekore edenler olsa da şu an uyuduğu oda bir pansiyon odasıydı. Ve evini 80’ler stiliyle dekore edenlerin hiçbiri odanın ortasına büyük hantal bir odun sobası koymazdı. Sobanın içindeki kara dumanın gittiği duvar deliği karanlık bir karadelikti adeta. Odanın uyuduktan sonra böyle değişmesi şaşırttı onu doğal olarak. Sahi kaç saattir uyuyordu? En son bir taksi şoföründen dinlemişti Kalorifer Galip olayını. Sonra da yatağa atmıştı kendini. Telefondan saati öğrenmek için komodine baktı ve onun yerinde gördüğü tek şey koyu yeşil bir ahizeli telefondu. Lanet olası 80’ler diye mırıldandı. Ancak sade beyaz analog duvar saati tam karşısındaki duvardaydı. Ve saat 3.13 geçiyordu. Gözlerini duvar saatinden, bembeyaz masaya indirdi. Masadaki adamın durumu hem çok acıklı hem de iğretiydi. Zaten öyle olmaz mı genelde? Dilencilere bir yandan acırken bir yandan da iğrenmez miyiz? Bu adamın durumu da aynen öyleydi. Gözyaşı, sümük, ter ve içki ile birbirine girmiş sakalları ona vahşi bir hava veriyordu. Saçları da aynı uzunluk ve perişanlıktaydı. Ancak açılmış alnı ile Erkin Koray çakması olmuştu zayıf yüzü. Açık mavi gözleri sanılanın aksine onu daha güzel yapmamıştı. Eski güzelliğinden hiçbir şey kalmadığının göstergesiydi bu mavi gözler. En acıklı olan doğuştan fakir olanın yaşamı değildir dostlarım. Asıl acıklı olan her şeyini kaybetmiş bir insanın tablosudur. Bu adam da aynen öyleydi. Sonunda dayanamayıp ses tellerini titreştirdi Gazeteci Yusuf:

“Hey, ııı beni duya- duyabiliyor musunuz?”

Bir cevap gelmedi içkiciden. Gazeteci Yusuf’un konuştuğunun tek kanıtı bir sineği kovalarcasına elini havaya savurmasıydı içkici adamın. Bu defa kendinden daha emin konuştu Yusuf:

“Bayım beni duyabiliyor musunuz? Hey cevap versenize!”

Aynı el savurma hareketi gene oldu. Kendisine zarar veremeyecek perişanlıkta olan adamın kendisine cevap vermemesi daha da cesaretlendirdi Yusuf’u. Yataktan çıktı yavaşça. Üzerindeki elbiseler değişmişti. Birkaç saat önce öylece yattığı açık kahverengi keten pantolon ve yarım boğazlı bordo kazağın yerine üzerinde Yeşilçam filmlerinde kabadayılarda gördüğü uzun yakalı gömlek, mavi-siyah çizgili kravat ve aynı renkte bir takım elbise vardı. Kafası iyice karışmış Yusuf’un hafızasını zorlaması, buraya ne zaman geldiği, kendisini pansiyonun gıcırtılı yatağına attıktan sonra neler olduğunu unuttuğu sanrısına düşmesi ve bunları sorgulaması birkaç milisaniyeyi buldu. Sonuç ise hiçbir şey hatırlamadığıydı.

Ayağına bir zamanlar babasının da giydiği leopar desenli halı terliğini geçirdi. Yıkık adama doğru yürürken adamın hareketlerini inceliyordu. Bir yandan Efes şişesini yudumlarken bir yandan ben naptım diye mırıldanıyordu. Bir erkeğin gözyaşlarıydı ve bu Gazeteci Yusuf’a her zaman çok acıklı gelmişti. Küçükken ninesinin ölümü üzerine ilk defa babasının ağladığını görmüştü. Bu gözyaşları her zaman sağlam bir duvar olarak gördüğü babasının tek açığıydı adeta. Kendini hayatta çok çaresiz ve çıplak hissetmişti o gözyaşlarını gördüğü sıra. Ve şimdi aynı yaşlar şu yıkık adamda vardı. İçindeki sıcak duyguların etkisiyle bir elini adamın sol omzuna koymak için yeltendi. Ancak eli adamın omzundan geçip iskemlenin iskelet kısmına geldi. Eli adamın omzunun içinden geçmişti bir tül perdesini andırır biçimde. Ve aynı şokla çekti elini. Bu harekette yıkık adamsa hiçbir şey yapmamıştı. Gazeteci Yusuf ikinci defa korkuyu hissetti bu kez. Bu adam bir hayaletti adeta. Bir hayalet, bir gölge… Ondan duymamıştı sesini. Ve görmemişti kendisini. Ve hissetmemişti elini. O sırada üçüncü korkuyu hissetti Gazeteci Yusuf. Ya gölge olan o adam değil de kendisiyse? Ya yatağa sızmasıyla gölgeler diyarına gitmişse? Bu korku az öncekilerden daha kötüydü. Okuduğu birçok hayalet öyküsüyle uyuşuyordu kendisinin durumu. Daha yarım kalmış birçok işi varken ölmüştü. Ve o işleri bitirmesi için ruhu dünyada kalmıştı bir gölge gibi…

Yusuf bu düşüncelerle kendini düşünürken yıkık adam önünde, bira damlalarıyla lekelenmiş mektuba imzasını attı: Bay Yarım Kalmış Gökdelen… Sanki bu isim bir yerlerden tanıdık geliyordu Yusuf’a. Ancak yıkık adam ayağa kalkıp Yusuf’un “içinden” geçti bu düşüncelere mahal vermeyerek. Bir elinde yeşil Efes şişesiyle ranzanın altından uzun kalın bir ip çıkardı. Darağacı hazırlayan bir gardiyan gibi yavaş ve emin hareketlerle düğümü hazırladı. Tavanda bulunan kancadan geçirdi üçüncü denemesinde. Neden her otel odasında bir kanca bulunurdu ki! Gazeteci Yusuf, hey dur yapma diye bağırmaya yeltendi ancak o sırada anladı kendisinin ya da Bay Yarım Kalmış Gökdelen’ in bir gölge olduğunu. Az önce Bay YKG’in oturduğu iskemleye çöktü bıkkınlıkla. Ve onu izledi ağır ağır. Halatı kancadan geçirdikten sonra sağlam mı diye birkaç kez kontrol etti. Daha sonra iskemle kullanmadan kendini yukarı çekti. Güçlü kuvvetli bir adamdı. Ya da eskiden öyle olduğu anlaşılıyordu. Kafasını düğümden geçirdi. Bir eliyle kendini yukarda tutarken diğer eliyle düğümü daralttı. Ve sonunda nefes nefese hazırdı ölüm için. İki eliyle halatta tutunurken son sözlerini söyledi. “Allah topunuzun belasını versin!” dedi, derin bir nefes aldı ve bıraktı kendini. Gözlerindeki acı-hüzünle izliyordu Yusuf. Daha sonra olanlar klasik bir intiharın olay sırasıyla devam etti. İlk acıyla pişmanlık kendini gösterir ve son çırpınışlara başlar kurban. İçinden neden böyle bir şey yaptığını sorgularken hâlâ bir umutla hayata tutunmaya çalışır. Gücü yetmez ve o kadar acının üzerine pişmanlık da eklenerek terk-i diyar eder.

Az önce gördüklerinin şokunu başka bir şeyle ilgilenerek atmaya çalıştı Yusuf. İpte sallanan Bay Yarım Kalmış Gökdelen’ e uzattı elini. Gene içinden geçince parmağı gözlerini devirip masaya döndü. Ölmeden önce yazdığı mektubu okumaya başladı.

Sevgili Timorlular,

Bunu okuduğunuzda ben gölgeler diyarına gitmiş olacağım muhtemelen… ( öf çok klişe!) Yıllarca hem size hem ülkeme onur ve şerefle hizmet ettim. Ülkeye en iyi bina tasarım tekniklerini en iyi yabancı mimarlarını getirdim. Benim ne kadar başarılı olduğumu biliyorsunuz dostlar. Bunları anlatarak son cümlelerimi bitirecek değilim. Kırklarından sonra her insan gibi bir memleket sevgisi, doğduğu toprağa aitlik duygusuyla doğduğum şehre karşı büyük bir sempati oluştu. Ne kadar gençlikte buradan kurtulmak için planlar yapıp her Allah’ın günü burada olduğuma lanet ederken başarılı bir mimar olduktan sonra baba yurduma bir hizmette bulunayım dedim. Ama öyle bir şey olacaktı ki hemşerilerimin her biri gördüğü şeyle bana ve aileme dua edecekti. Öyle bir şey olmalıydı ki, yıllar sonra bir Eiffel, bir Özgürlük Anıtı gibi ilginç bir öyküsü olmalıydı. Bende bunun için Timor gibi küçücük bir şehre gökdelen yapmayı düşündüm! Evet, ne kadar çılgınca olduğunu düşünebilirsiniz ancak siz bu şaşkınlığı yaklaşık on yıl önce atlattınız çoktan. Şu an gördüğünüz Yarım Kalmış Gökdelen benim eserim. Biliyorum hepinizin bana karşı olan düşünceleri değişti çoktan. İnşaat durdukça, yavaşladıkça içinizdeki bıkkınlık arttı. Ve uzun bir zaman önce de durdu inşaat. Ama bu benim suçum değil dostlarım. Size işin arka yüzünü anlatacağım. Kimse ben öldükten sonra hakkımda korktu da bıraktı inşaatı, rüşvet memleket sevgisine baskın çıktı diyemeyecek.

 70’lerin ortalarında İstanbul’daki Fatih, Yeni İstanbul, Mega Tower gibi üç gökdelen, Ankara’daki Cumhuriyet gökdelenlerinin mimar ekibinin başındaydım. Hatta İzmir’deki Nirvana Rezidans ’ta da fikirlerim alınmıştı. İstanbul’un yeni bir su kaynağı daha olması için yapılan Deresu Barajında da önemli işlerim vardı. Adına çalıştığım ve aynı zamanda yüzde 11 ortak olduğum yarı özel şirket Alparslan Holding’de değerimiz anlaşılıyordu. Ülkeye yeni yeni iş alanları, istihdam vs. bir sürü yararımız vardı ancak yaşım 47’ye dayanmıştı. Bir mimar için ne kadar genç görünse de hayat sürprizlerle doluydu. Başıma nelerin geleceği belli olmazdı. Babam küçüklükten beri söyler dururdu. Yakınlarını, eşini dostunu gözet memleketini sev değerini bil derdi. O zamanlar benim için pek bir şey ifade etmiyordu ancak böyle gerçekleri yaşın geçtikçe anlıyorsun. Sonunda ülkeye yaptığımız gökdelenlerden birini Taşköprü’ye- Timor’a- da yapmak istedim. Alparslan Holdingden ayrılacaktım ve kendi inşaat şirketimi kuracaktım. Merkezi de memleketimde olacaktı. İlk eşime açtım bu konuyu. Semiha her zaman böyle fikirlere kapalı olmuştu zaten. Bu dışında da hayatımda yaptığım birçok fikre de dudak kıvırmıştı. Bundan dolayı onun tepkisi beni pek etkilemedi. Gizli gizli çalışmalarıma başladım. Arsa, yer vs. böyle ayrıntılarla sizi sıkmayacağım. Ancak öyle şeyler yapmıştım ki, bana açılacak olası bir dava hayatımı bitirirdi. Alparslan’a karşı açacağım inşaat şirketini gene onların sermayesiyle yaptırıyordum. Tabi şirket yarı özeldi ve bu aynı zamanda devleti kandırmaktı. Ancak o sırada bunlardan korkarak vaktimi öldürecek değildim. Gökdeleni Ankara’ da yapılacak diye finanse etmiştim. İşler çok yoğundu benim için. Bir taraftan Ankara’da bir inşaat varmış gibi anlık raporlar veriyor, bir yandan Taşköprü’deki inşaatı organize ediyor ve bir taraftan da haberi olan insanları susturmaya çalışıyordum. Bunu uzunca bir süre devam ettirebildim. Şöyle ki bunun şahitleri sizlersiniz. Yaklaşık otuz kat çıkmıştık ve sene 1975’i gösteriyordu. Sizde büyük bir heyecan, şehrinizin de bir metropole dönüştüğü sevinciyle yaşıyordunuz. Ancak işin arka yüzünü göremediniz hiç. Bunun için sizi suçlayacak değilim. Sizden tek beklediğim biraz anlayış ve sabırdı. Bu beş yılda yaptıklarımı size anlatsam eğer, beni bir cani, düzenbaz ve hilekar olarak görebilirsiniz ancak her şey şehrim içindi. Bunu kendim için yapmadığımın en büyük kanıtı inşaatın Timor’da yapıldığı öğrenildikten sonra( Allah Samet’in belasını versin!) bana açılan davalar, ülkede kazandığım şöhret ve ünün bittikten sonra bile elimde kalan tek parayla inşaatı devam ettirişimdi. Bunun için minnet ediyor değilim. Ama şu an gölgeler diyarına gidişimin yolu boş bir pansiyon odasındaki iple oluşudur. Hiçbir şeyim kalmadı. Ne eşim ne dostlarım ne şöhretin ne de param.

Ve artık tek çarem ölmek. Belki başka bir dünyada huzura kavuşurum dostlarım. Sizden tek ricam, anlayış… Her şey Timor içindi. Sevgiyle kalın…

 imza: Bay YKG

Tarih: 3 Şubat 1987

GECE 2

(DEVAMI GELECEK)

Tanzer Buluş

Fantastik, bilim kurgu, polisiye ve özellikle korku-gerilim türünde yazıyorum. Mardin’de doğdum, büyüdüm. Mardin Fen Lisesinde okuyorum. Okulumuzun edebiyat dergisi Sütlü Kahve’de daha önce birçok öyküm yayımlandı.