Öykü

Gölgeleri Yasaklanan Bir Topluluğun Garip Hikâyesi

Gölgeler, karanlıktan daha çok korkuttu onları. Sonra karanlığa gömüldüler. Bir temmuz vakti, güneşin kuytuları aydınlattığı en parlak günlerin ortasında, karanlık zamanlar başladı. Önce güneşin tepede olduğu saatlerde hanelerden dışarı çıkmak yasaklandı. Gözleri gördükçe ve tecrübe kazandıkça yasakların sayısı sayılmaz, sınırları bilinmez oldu.

Sokağa gölge düşürebilecek halde balkona çıkmak, bahçede oturmak, gündüz gezen devriyeleri pencereden izlemek bile yasaktı. Güneş batınca ve artık gölgeler görünmez hale gelince insanlar evlerini terk edebiliyor, dışarıda vakit geçirebiliyordu. Ta ki gün doğumundan bir saat evveline kadar.

İnsanlar daha sonra akşamlarını ve gecelerini de kaybettiler. Önce sokak lambalarının sayısı, sonra ışıklarının lümeni azaldı. On metre yüksekliğindeki direkler fersiz birer muma döndü. Araç farları da bir tehditti. Bütün özel otomobillerin farları söküldü. Bu bir risk oluşturduğu için geceleri araç kullanmaya son verildi. Beklenmedik bir anda beklenmedik bir şekilde belirebilecek gölgeler daha da korkutucuydu. El fenerleri, ışıldaklar ateşli silahlarla bir tutuldu. Ruhsatsız el feneri taşımak suçtu. Ki ruhsat sahibi olmak neredeyse imkânsızdı.

Çok zaman geçmemiş olsa gerekti. Restoranlar, kafeler, sinemalar, barlar çoktan kilit altına alınmıştı. Sırada evlerin içi vardı. Gölge yaratacak, dikkati gölgelere çekecek ışık kaynaklarını denetim altına almalarını herkes bekliyordu. Öyle de oldu. Ampuller söküldü, sonra duylar. Bir sonbahar gecesi mum alevinde gölge oyunu oynadığı anlaşılan bir ailenin evi komşularının ihbarıyla basıldı. Baba ve anne gözaltına alındı. Olayın üzerine hızla çıkarılan bir yasa ile hane içinde ışık kullanımı sıkı kurallara bağlandı. Bir evde aynı anda en fazla bir odada mum yakılabilir, mumun olduğu odaya en fazla bir kişi girebilirdi. Işık kaynağından yani mumdan olabildiğince uzakta durulması “tavsiye olunmuştu.” Kimse mumlara sıra geleceğini düşünmemişti. Mum alevinin yaratabildiği büyük gölgeler, gölgeye kazandırdığı koyu, keskin siluet onu da çok geçmeden meskûn mahallerde kullanılamayacak bir silaha dönüştürdü. Mum satın alınamaz, depolanamaz, sivillerce kullanılamazdı.

Kimsenin görmediği arka bahçelerde, perdeleri sonuna kadar açılmış karanlık oturma odalarında düzenlenen eğlenceli ziyaretlerin, oynanan oyunların tek zamanı yıldızlı, ay ışığının bir masal gibi parladığı gecelerdi. Ay romantik bir varlık olarak işgal ettiği yerinden ayrılıp günün hengamesi içinde anlam bulurken, boşluğunu güneş aldı. Fark etmeden ay telaşın, koşturmacanın, yetiştirilecek işlerin tepesinde duran bir hatırlatıcı oluvermişti.

Günler geçti, günler apansız, senelere bağlandı. Şaşırmanın kâfi gelmeyeceği değişimlere şahitlik edildi. İşlek caddeler, sokaklar, meydanlar, parklar devasa tentelerle kaplandı. Bir binadan öbürüne uzanan kaplamalar ince bir güneş ışığının dahi sızmasına izin vermiyordu. Kaldırımlar üç metre yüksekliğinde, ikişer metre aralıklarla yan yana dizilmiş direkler üzerine yerleştirilmiş brandalarla örtülmüştü. Semtler, mahalleler, metrelerce uzayıp giden direklerin ve brandaların altındaki bir köstebek tünelini andırıyordu. Artık gökte bulutlar, bulutların altında göğü saklayan örtüler vardı.

O tarihten sonra doğan çocuklar talihli değilse ya da şehirden kaçmayı başarabilmiş ailelerin evladı olamazlarsa gerçek bir bulutun ne olduğunu bilemeden büyüyüp, öleceklerdi. Talihli olmak ise çok istisnai bir durumun karşılığıydı. Gündüz vakitlerinde meydana gelen çok güçlü bir fırtına tenteleri ya da brandaları yıkar ve o an orada olan bir çocuk cesaretle gözlerini gökyüzüne dikerse yaşayabileceği, bedeli ağır bir şans anıydı bu. Bu anlar o kadar değerliydi ki şehrin gecekonduya yakın ücra bir mahallesi, oraya yolu ölene kadar düşmeyecek olanların bile uğrağı olmuştu bu yüzden. Gökten inen gürlemelerin boş sokaklarda yankılandığı yağmurlu bir gece üç saniyeliğine yeri sarsan bir yıldırım dört katlı bir binanın üzerine düşmüş ama ne yangına sebep olmuş ne de evi yıkmıştı. Fakat damda yaklaşık dört metre çapındaki dairesel bir boşluk meydana gelmişti.

Görenler ve duyanlar için boşluk gündüzleri güneşin, maviliğin, bulutların, geceleri zaman zaman ayın ama muhakkak yıldızların görülebildiği öteki diyarlara bakan bir geçit hükmü kazandı. Yitirmeye eğilimli oldukları umutlarına bakmak için sessizce binanın çevresinde sırasını bekleyen mahalle sakinlerinin sözleri kulaktan kulağa yayıldı. Sonra gizliden gizliye gece ziyaretçilerinin sayısı arttı. Bir hafta sonra mahallenin suretine alışık olmayanlar saygıyla, tebessümle binanın yöresinde toplandılar. Özgürlük vaat eden topraklara gitmek için vaktini bekleyenlerin, basit bir husumetle talihinden olmamak için sakince beklediği gibi orada durdular. Binanın merdiveninde fısıldayarak birbirleriyle konuştular, anlaştılar. Beşer, onar boşluğun altında dikilip bir dakika yukarıya bakıp sonra yerlerini arkalarından gelenlere devrettiler. Bir sabah, gölge zaptiyelerinin binayı kuşatması, binaya girişlerin yasaklanması, boşluğun betonla kapatılması ile gündüz düşü, gece masalı aniden bitiverdi.

Boşluk kapatılsa da açtığı gözler boşluğu aramaya devam etti. Birçok apartmanın çatı katında açılan yasadışı irili ufaklı delikler herkesin en büyük eğlencesine döndü. Eğlenceleri baskınlar, baskınları tutuklamalar, cezaevleri, dayaklar, işkenceler izledi. Rutin hiç değişmiyor zaman geçtikçe önce bir başka boşluğun haberi ve devamında önü alınmaz zaptiye şiddetinin yol açtığı yıkımın haberi geliyordu.

Bir ağustos akşamı, boşluğu ve gölgeleri arayanlar yine karanlık köşelerde birikip bir başka yere savrulan gizli mahfillerde toplandılar. Mahfillerin, suratı hep karanlıkta kalan müdavimleri boşluk ve gölgeyi hürriyetin gizemli adı olarak anar oldular. Baskıya direnmek imkânsız görünse de boşluğa ve gölgelerine sahip çıkma arzusu mantığın aleyhine çalışıyordu. Bilinmez bir zamanda, bir gece kapkara giyinmiş karaltılar yanlarına su, yiyecek, üç beş parça kıyafet alıp yollara düştüler. Devasa çatıların, kalın örtülerin, brandaların, tentelerin bittiği fakat yüksek tel duvarların yükseldiği sınırlara geldiler. Ücra, ıssız bir köşeye varıp duvarların diplerini var güçleriyle kazıp öteki tarafa çıktılar, sevdiklerine kavuşmuşçasına yıldızlara baka baka karanlığın zifirisinde kayboldular. Durmamacasına koştular, neredeyse hiç dinlenmediler, yorgunluğu hiç hissetmediler.

Derelerin dibi, tepelerin ardı, ormanların içi; çamur çukurları, su birikintileri yerleri yurtları oldu. Haberleri tez elden yayıldı. En sonunda, duyuldu ki, gölgesine kavuşanlar, boşluğu istedikleri kadar görebilenler gerçekten vardı.

Her şey temmuzun bir günü, öğleye doğru tuhaf bir sis bulutunun güneşi perdelediği anda başlamıştı. Nereden çıkıp geldiğine akıl sır ermez, gözlerin seçmekte zorlandığı gizemli bir tül güneşle gökyüzü arasında belirdi, bir daha kaybolmadı. Güneş güneşliğini yitirmemişti fakat gölgelerin başına bir gariplik gelmişti. Biçim değiştiriyorlardı. Kaldırımda usulca pinekleyen bir köpeğin gölgesi bir gergedana dönüştü; onlarca yıldır caddenin bir köşesinde dikili duran okaliptüs ağacının gölgesi ise bir zambağa. Bir kız çocuğu kendisinin on katı büyüklüğünde iri bir adamın gölgesini peşine takmış parkta koşuyordu. Yarışmalara hazırlanan bir atletin koşusuna kambur bir ihtiyarın silueti eşlik ediyordu.

Korku ve eğlenceyi o zamana dek sadece filmlerde yaşayan insanlar sokaklarda, evlerde, işyerlerinde ne yapacaklarını bilmez bir halde konuştular durdurlar. Haberler, radyolar, canlı yayınlar sadece gölgelerden bahsediyordu. Sonra akıllara yavaş yavaş malum soru geldi. Onların gölgesi neye dönüşmüştü? Ya da sadece onun? İzdüşümünde beliren gölge neye benziyordu? Kimse uzun süre merak içinde kalmadı. Fısıltıların uğramadığı kapı yoktu zira.

O başında abartılı kabarık saçları, iri vatkaları, halka şeklindeki dev küpeleri, yüksek ökçeli ayakkabıları, kısa abiye kıyafeti ve kavisleri belirgin bedeniyle bir gösteri sanatçısının gölgesini taşıyordu. Ağzından çıkan her korkunç söze, her talimata sallanarak eşlik eden küpeleri, uçları savrulan bir eteği vardı. Bilmeyen, tahmin edemeyen yoktu; gölgesi bile olsa kaldıramazdı. Ondandı, gölgesinden kaçacağı vakit gelmişti.