Öykü

Kâğıt Üstünde

Her şey Mine’nin, kendisine ehemmiyetsiz süsü veren, sinsi bir baş ağrısıyla yataktan kalkmasıyla başladı. Kalın kadife perdelerin arasından odaya sızan gün ışığının, sehpanın üstünü bir pamuk tarlası gibi örten toz tabakasını aydınlattığı açıya bakılırsa, neredeyse öğlen olmuştu. Günlerden cumartesiydi. Bir geceyi daha, sıradaki romanının taslak olmaktan öteye gidemeyen taslaklarının üstünde uyuyakalarak geçirmiş olmalıydı. Sabaha karşı ensesini terletmiş olan battaniyeyi üstünden attı ve örtünün kıvrımları arasına saklanmış kâğıtları ve kalemleri toplayıp şifonyerin çekmecesine istifledi. Güçlükle ayağa kalktı. Sinsi ağrı yalnız gelmemişti; sırtı ve sol omzu da ince ince sızlıyordu. Belki de cevap basit, hatta sıkıcıydı. Az değil, fazla uyumuştu.

Yüzünü yıkamaya üşenerek mutfağa yürüdü. Sabah güneşini içine bir sünger misali çekmiş kırık beyaz raflar ona sadece sararmış değil sitemkâr da göründüler; onları düzenleyip etrafı toparlayacağına dair kendisine söz vermesinin üzerinden aylar geçeli aylar olmuştu. Yine de buna moralini bozacak değildi; uzmanlık alanı mutfak sayılmazdı. Lavabonun içinde bekleyen kaselerin üstünü kaplamış ince yağ tabakasında belli belirsiz kendini gösteren gülen suratlar, ancak farklı uzmanlık alanlarına sahip insanlara görünürdü ve o da onlardan biriydi: Uzmanlık alanı mutfak olmayanlar. Suyun kaynamaya başlamasıyla kahve makinesinin filtresinden gelen tuhaf tıkırtılar da kulağına her zamankinden daha tuhaf gelmediğine göre, sorun yoktu. Uzmanlık alanı: Mutfak değil.

“Belki kâğıt üstünde. Ama o da sayılmıyor olmalı!”

Kahve makinesinin filtresinden gelen tuhaf tıkırtılar kulağına her zamankinden daha tuhaf gelmeyebilirdi, fakat kafasının içindeki ses için aynısını söyleyemiyordu.

“Yazık… Üzücü… Yazık!”

İç kıyıcı bir cumartesi sabahı ona ve içler acısı mutfağına ondan başka kimin üzülüyor olabileceğini bilmek güçtü.

“İnsana ucundan kıyısından bulaşır belki diyorsun ama…”

Ve fakat Mine biliyordu.

“Olmayınca olmuyor herhalde yazar hanım!”

Mine’nin roman kahramanlarıyla olan münasebeti, işte böyle başladı. Roman kahramanlarının, Mine ile olan münasebetinin böyle başladığını söylemek elbette daha doğruydu. Her insanda olduğu gibi gizli kapaklı özgüven sorunlarıyla, dayanaksız vesveselerle, bezdirici pişmanlıklarla ve bir türlü kapanamayan iç hesaplaşmalarıyla dolu olan bilinçaltı, her yazarda olduğu gibi bir de roman kahramanlarının özgüven sorunlarıyla, vesveseleriyle, pişmanlıklarıyla ve iç hesaplaşmalarıyla doluydu, ama bu kez durum başkaydı.

“Bazen düşünüyorum da… Beni yazmaya nasıl kalkabildin, hayret ediyorum!”

Mine’ninkiler bilinçaltını doldurmakla kalmıyor, ona meydan okuyorlardı.

Aklının ilk işgalcisi, sene başında bitirmiş olduğu ve mevcut piyasa koşullarına göre fena da satmayan kısa romanının kahramanı olan, genç yaşında ödüllere doymayan, fevri, huysuz, serkeş mizaçlı ancak tepesinde şeytan tüyünden yapılma bir hareyle gezen Kerim’di. Kerim Şef. Mine’yi sinsi bir baş ağrısıyla yatağından kaldırdığı o cumartesi sabahı, zihnine mutfak kapısından teşrif etmesi elbette tesadüfi değildi. Mutfak Kerim’in alanıydı – onun oyun alanı, gösteri mecrası, sayısız ödülle taçlandırdığı zafer arenası – ve görünüşe göre Kerim bunu yazarına unutturmamaya kararlıydı. Uygun bir sıfat bulmaya pek de uğraşmadığı, garip bir tenkit dürtüsüyle Mine’nin kulağının dibinde bitiverir, öğle yemeğini geçiştirmek için mikrodalgaya attığı akşamdan kalma pizzayı yerse veya içine her türlü çer çöpü doldurdukları o poşet çayı sözüm ona demleyip içmeye kalkarsa ona küsmekten başka şansının kalmayacağını söylerdi. O yediğinin ne idüğü belirsiz bir lastik parçası değil de hamburger olduğunu sana düşündüren nedir? diye sorduğunda veya masa başına bir an evvel dönmek için aceleyle kapıp geldiği fincana bakıp çözünebilir kahve, kahve değildir küçük hanım! diye hayretlere sürüklendiğinde, Mine ona bir imza olarak bahşettiği dudak bükme hareketini bile yaptığını neredeyse görür gibi olurdu.

Sonunda yılıp pes edeceğini düşünse de Kerim’in vazgeçmeye niyeti yok gibiydi. Zaten pes edeceğini düşünmek hataydı. Mine’nin zihnini bir sis bulutu gibi istila etmiş, onu kendi gölgesi misali peşini bir an bırakmaksızın takip eder olmuştu. Gölgesi insanı terk etmezdi, Kerim de Mine’yi bırakmıyordu. Hatta Mine’ye küsmediği ve peşini bırakmadığı gibi, Mine’yi eğitip yontabileceğine dair sarsılmaza yakın bir inancı da vardı. Bunun dayanağı basitti zaten, basit ve anlaşılır; aksi, iki sene üst üste ‘yılın yükselen şefi’ ve ‘yılın şefi’ ödülü ile tescillenmiş olan varoluşuna tezattı ve tezatlar Kerim’e göre değildi. Mine’nin, her biri ayrı alanlara hizmet etmek üzere birbirinden ayrılan ıslak, kuru, büyük, küçük mutfak havlularını dertop halde sağda solda bıraktığını, tencerelerin, sos tavalarının, ızgara yüzeylerinin ve bilumum yüksek ısıya dayanıklı gerecin üzerindeki kalıntıları ağır ağır kurumaya terk ettiğini gördüğünde, bunları ona inadından yaptığını ima eder; kendisi kadar başarılı bir şefi yaratmak için yalayıp yuttuğu tüm o reçeteleri, birbirinden iddialı tarifleri, çeşit çeşit referans kitabını, şeflerin üstüne veya şeflerce kaleme alınmış şahane biyografi ve otobiyografileri unutmuş olamayacağını söyler; mutfak havlusunu katlamanın usulünü dahi bilip böyle paspal ve vurdumduymaz olmasının ancak keçiliğiyle açıklanabileceğini belirtir ve sonunda, gerçek bir yıldız bir şef olmanın yüce gönüllülüğüyle vakar gösterip tembelliğini anlayışla karşılardı.

Mine, midesi guruldamaya başladığı an kulağında bitiveren Kerim’in sesine zaman içinde alışmış, onun görünmez bir gölgeden çok daha fazlası olan varlığını, şaşkınlıkla yüklü carlamalarını veya onu esefle kınayan, sitemkâr ikazlarını her işittiğinde artık yerinden sıçramaz olmuştu. Akıl sağlığı hakkında pek de yersiz olmayacak şüpheler duymak yerine Kerim’in varlığını kabullenip onunla yaşamaya alışmıştı bile Mine, gel gör ki uykusunu yeterince alabildiği ve hiç de sinirli olmadığı bir sabah başına gelenler işin rengini değiştirdi. Kerim bu kez de restoranın imza tabaklarından biri olan kestaneli sufleden şikâyet ediyordu. Tok ve kendinden emin olarak tarif ettiğine o an lanet ettiği ses tonuna, o sabah sanki fazladan bir kalenderlik de sinmişti; ölçülü fakat her zamankinden daha kinayeli bir tavırda konuşuyor, mümkünmüş gibi Mine’nin sinirini daha da çok bozuyordu.

Kerim’in iddiasına göre sufle fazla tatlıydı ve reçetenin ideal orana ulaşması için şeker miktarının yarım ölçü kısılması gerekiyordu. Ayrıca, greyfurt suyu ve elma püresiyle yapılan meşhur kokteyl restoranın en gözde içkisi olabilirdi, ama greyfurtun votka ile birleştiğinde ortaya çıkardığı acı tadı dengelemek için bir doz üzüm suyu eklemesi gerektiği çok açıktı. (Kış mönüsü için farklı bir meyve alternatifini zamanı gelince bulacaktı). Dahası, üzüm suyunu ekleyerek hazırladığı bu yeni kokteyli denemiş ve en az beş farklı misafirden geçer not almıştı ki, bu geçer notu verenlerden özellikle birinin damak tadına Kerim çok güveniyordu. O kişinin tatlı ve huysuz sevgilisi olduğunu söylemesine (abartılı bir vurguyla altını çizmek suretiyle) herhalde gerek yoktu! Ayrıca Mine, tatlı ve huysuz sevgilisinin yemek sonrası bir keyif sigarası tüttürmeyi sevdiğini madem o kadar iyi biliyorsa (bu son sözcükler, tatlı ve huysuz sevgilisini de Mine yazmamışçasına muazzam bir yabancılaştırma vurgusu ile söylenmişti), o sigarayı tüttürdüğü taraçayı neden restoranın boğaza bakan, püfür püfür cephesinde olacak şekilde kurgulamamıştı? Kusura bakmamalıydı ama bu son derece basit hatta abes bir hataydı!

Mine’nin, işlerin sarpa sardığını anlaması çok sürmedi. Sesin desibeli artmıştı. Gölge onu takip etmekle kalmayıp ele geçirmeye başlıyordu. Artık her anda ve yerdeydi; üstüne vazife edinip karışmadığı şey kalmamıştı. Yeni romanı için yaptığı araştırma dosyalarının arasında boğulduğu gecelerden birinde, Mine’nin kulağına ona üzüldüğünü fısıldadı usulca, fakat bu kez midesini bir çöp poşetine çevirdiği için değildi bu üzüntü; bu kadar yalnızlık Mine’ye bile fazlaydı. Her zamanki aksi tavrından sıyrılmış, mizacına sanki garip bir dinginlik hâkim olmuştu. Bugün restorana o mücevher tasarımcısı çift geldi, dedi ve aralara geniş esler koyarak anlatmaya başladı. Mine de tanırdı onları yakından, ne de olsa onlar da Mine’nin kaleminden çıkmıştı! En az tasvir ettiği kadar şahsına münhasır bir çiftti sahiden, ama eksik anlatmıştı Mine, adamın müthiş bir damak zevki olduğunu atlamıştı mesela! Çiftimiz, İstanbul’un gizli dehlizlerinde saatler süren bir define avının ardından (eşsiz bir taş söz konusu olduğunda şehrin altını üstüne getirdiklerini en iyi Mine bilirdi) biraz temiz hava almak için yürüyüş yapmak istemişti sahilde. Ve geçerken, tamamen tesadüf eseri, Kerim’in restoranına girivermişlerdi! Dünya çok küçük değil miydi şimdi? Kusursuz bir rastlantı işte, tıpkı romanlardaki gibi! (Kerim, burada yaptığı kelime oyununa sessiz de olsa bir alkış istiyordu). Dördü birden saatlerce çene çalmışlardı o akşamüstü… Evet, tatlı ve huysuz sevgilisi ile arasını tamamen düzeltmeye karar vermişti artık Kerim, bu gerginlik onu çok yormuştu. Zaten incir çekirdeğini doldurmayan meseleler için birbirilerini fazla üzmüşlerdi bunca zaman, o kadar yanlış anlama, şimdi eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, biraz fazla değil miydi? Mine’nin, sevenleri birbirinden durmaksızın ayırmaya çalışmasının altında yatan sebepleri kendi içine dönüp sakin kafayla araması lazımdı. Bu içsel yolculuğu, son bilmem kaç öğünü geçiştirdiği gibi geçiştirmemesi gerekiyordu, Kerim bu konuda ciddiydi. Aşkta aradığını bulamıyorsa, bunun acısını roman kahramanlarından çıkarması çok gaddarcaydı!

Ne okuduğundan bir şey anlıyordu artık Mine, ne yazdığından. Mutfakta onu rahat bıraktığı üç beş dakikada ağzına ne tıkıştırırsa tıkıştırsın, suntadan başka bir şey kemirmiyormuş gibi geliyordu. Gözünden uyku akıyordu ama uyuyamıyordu. Rönesans, Barok, Romantik, Modern dönem klasik müzik külliyatını baştan sonra en az beş kez dinlemişti ve fakat bu bile beyninde bitmek bilmeyen çok sesli istilaya bir son veremiyordu. Kendisini bir gece, artık yalnızca uyurken çıkardığı kulaklıklardan son seste yükselen 1812 uvertürünün patlayan top seslerine teslim etmişti ki, korktuğu başına geldi ve müzik orta yerinde kesildi bir kez daha. Aslında kesilmiş değil, cılız bir fon müziğine dönüşmüştü. Meşum bir kehanet gibi, Kerim’in bir müjde veriyormuşçasına şen şakrak çıkan sesine şimdi kulak vermezse, kontrolü hepten kaybedeceğini hissetti Mine.

Hissiyatı isabetsiz değildi; kontrolü neredeyse kaybettiği konusunda da yanılmıyordu, bir müjde duymak üzere olduğu konusunda da. Kerim biraz şikayetçiydi, aslına bakarsa; sabahtan beri iki soluk alamamış, mutfakta işinin başında yarım saat ya durmuş ya duramamıştı. Aylık dergilerden yeme içme-seyahat bloglarına, gazetelerin ‘Şehirde Neler Oluyor’ eklerinden popüler kültür duayeni geçinen köşe yazarlarının çerezlik satır aralarına kadar son birkaç haftada ne çok yerde boy gösterdiğinin farkında mıydı Mine acaba? Yoksa ardı arkası kesilmez defter kitap sayfalarının arasında kendisiyle cebelleşmekten her şeyi kaçırıyor muydu? Uygulamaların ‘Keşfet’ sayfalarını istila eden bu şehrin en yeni, en havalı restoranına sırf meraktan gelen –ve kaçınılmaz olarak yer bulamayıp kapılarda bekleyen (ve bundan pek de şikayetçi olmayan) – kaç insanın elini sıkmıştı bugün Kerim, kaç selfie çekilmişti, bir tahmin etseydi ya Mine? Ama yiğidi öldürüp hakkını vermeliydi: Şöhreti dalga dağla yayılırken bunun keyfini yaratıcısıyla paylaşmadan içi rahat edememişti Kerim’in, sağ olsun. Yine de bundan sonrası için adımlarını biraz daha bilinçli, biraz daha ihtiyatlı atmaları gerektiğini herhalde kabul ederdi Mine. Kerim de zaten onunla bunu konuşmak istiyordu.

Bu beyandan çıkarması gereken sonucun vahametini kestirmekte geç ve yetersiz kaldığını o an güçlü bir şekilde hissetse de bu his Mine’yi az sonra duyacaklarına hazırlamayı yine de başaramadı: İnadı bırakıp restorana gelmesinin vakti gelmişti artık Mine’nin. Şu işin devamını karşılıklı, yüz yüze ve açık açık konuşmalılardı. Kestaneli sufle güzeldi (imalı), kokteyllerle de şimdilik (yine imalı) idare ediyordu ama Mine bir sonraki sezonun mönüsünü Kerim’e bırakması gerektiğini herhalde artık kavramış olacaktı. Ve restoranın dar taraçasından, sağanak yağmurda köşesinden su sızdıran tentesine kadar her bir köşesinin hikâyeleri için taşıdığı anlamı çok iyi bilse de Mine’nin tebdil-i mekânda ferahlık olabileceğini artık kabul etmesi gerekiyordu. Restoran taşınmalıydı. İşler değişmeliydi. İşler zaten değişmişti. İşler artık bambaşka bir boyuttaydı!

Kulaklıkları çıkarıp gözlerini ovuşturdu. Kirpik dipleri yanıyordu ve boğazı kurumuştu. Kenarları eprimiş kadife perdelerin kıyısından odaya süzülen güneşin, çalışma masasının üstündeki bilumum ıvır zıvırı aydınlattığı açıya bakılırsa neredeyse öğle vaktiydi. Saç diplerine kadar onu su içinde bırakmış battaniyeyi artık kaldırması gerektiğini düşünerek güçlükle yataktan kalktı. Mutfağa doğru yürüdüğünde kahve makinesinin filtresinden gelen tuhaf tıkırtıları işitmek başındaki garip ağrıya rağmen yüzünü güldürmeye yetiyordu.

“Öğlen oldu kızım, bu ne uykusu!? Kalk bir kendine gel de dolaşmaya çıkalım biraz, hava güzel, vitrinlere falan bakarız. Ne diyeceğim, şu senin sevdiğin yazar var ya, yeni romanı çıkmış, gördün mü onu? Kitap ekinde var bugün. Acı tatlı bir aşk hikayesi, diyor, ‘şefin dilinden’. Güzel bir şeye benziyor, bence bir bakalım!”

Elif Öner