Öykü

Gökyüzü ve Söğüt

Gözlerim daha çok küçük olduğum yaşlardan bir anıyı görüyor, onu tekrar canlandırıyordu zihnimde… Gökyüzünün masmavi parladığı, ağaçların yeşilinin başladığı, çadırlardan biraz uzakta ormanın girişinde izler takip ediyordum. Bazı dikkat dağıtıcı hayvan izleri dışında ona ait olanları seçebiliyordum. Onun ayakları daha narin ve her an kaybolacakmış gibi hafif dokunuşlu izler bırakıyordu yere. Yeni ve deneyimsiz bir iz sürücü olmamdan mütevellit ormanda ,yeşil ve mavinin karışımı tabiat harmonisinde, bir süre dolandım. Kaybolma tehlikem yoktu, yönümü her daim bulabilirdim; lakin aradığımı bulmam bir hayli uzun sürmüştü. Daha doğrusu o beni bulmuştu. İpuçları bulabilmek adına yerdeki minik, çiğnenmiş otlara eğildiğim sırada ardımdaki çalıdan bir anda sırtıma atladı.

“Yakalandın! Yakaladım seni işte… Beni bulabileceğini sandın ha! haha…” diye zafer çığlıkları atıyordu gülerek, bir yandan kolları ve bacaklarıyla vücuduma kenetlenmiş beni yere devirmeye çabalarken. Bir süre direnmeye çalıştıysam da gafil avlanmıştım, dengemi kaybedip Kai’yle birlikte hafif eğimli toprakta aşağıya doğru bir süre yuvarlandım. Şimdi, ben yerde sırtüstü uzanıyordum; Kai ise üzerimde, bir elinden bedenini kaldırmak için destek alıyor, diğer eliyle de yanağıma dokunuyor, parmaklarını üzerinde gezdiriyordu. Ben de kendi elimi onun yanağına koydum. Tezat renklerimiz tenlerimiz üzerinde hoş bir uyum yakalıyordu.

Çok geçmeden ayaklandık ve yakınlarda akıntısının sesi gelen derede temizlenmeye ve susuzluğumuzu dindirmeye gittik. Zaman suyun akışı kadar hızlı geçerken eğlendik, ıslandık ve yorulduk. Sonunda derenin kenarına dinlenmek niyetiyle oturup tabiatın huzur dolu sesine kulak verdik. Yüzümüzü suyun üzerine uzatmış akıntıya, yansımalarımıza bakıyorduk bir yandan da… Evet, ben bir soluk benizliydim, kabilemdeki diğer bütün kızılderililerin aksine. O zamanlar bembeyaz tenimin, sarı saçlarımın ve koyu mavi gözlerimin yansımasını suyun yüzeyinde seyrederken bu farklı görünüşümün ayırdına varamazdım. Ailem, kabilem, bana bunun bir farklılık olduğunu hissettirmemişti hiçbir zaman.

Kai, başını berrak suyun üzerinden çekip omzuma yasladı. “Unutma! Ben sana aidim. Bu yüzden şu yukarıda gördüğün bulutlar kadar özgür değilsin, Aakash. Beni hep korumalısın, hep koruyacaksın, değil mi?” dedi hüzünlü yüz ifadesiyle sanki aramızdaki bağlılığı unuttuğumu hissederek.

“Her zaman yanında olacağım…” diye cevapladım kısık sesle. Benim annem veya babam yoktu; ama Kai benim ailemdi ve ona ne pahasına olursa olsun sahip çıkacaktım. Çünkü o bana, bu zaman zaman yalnız hissettiğim dünyada hep sahip çıkmıştı…

* * *

“Alvin! Hey Alvin kime diyorum?” Efendi Fitzwater’ın seslenmesiyle eskiye dair görülerden uzaklaştım hızla. Başımı sese doğru çevirdim. Orada evin hemen önünde dikilmiş; sanırım beni bir şeyler yemem için çağırıyordu. Geleceğimi, içeri girmesini söyleyip gökyüzüne döndüm. Aakash! Gökyüzü, eski ismimin anlamı buydu…

Dağdan kopan sabah rüzgârı saçlarımı dalgalandırıyor ve üzerimdeki meyus hissiyata yakışıyordu. İnce giydiğim için hafif ürpermiştim ve içgüdüsel bir tavırla ellerimle kollarımı sıvazlayarak titrememe engel olmaya çalıştım. Bu sırada kıyafetimin kolları düzensiz sıvanmış ve kolumdaki ateşle kızıla çevirdiğim yanık açığa çıkmıştı. İçeri girmemiş olacak ki Efendi Fitzwater’ın sesini duydum tekrardan.

“Ah yavrum, renginin önemsiz olduğunu düşünüyorsun da buraya geldiğinde vücudunun geri kalanı da o yanığın gibi kızarmış renkte olsaydı seni evime almazdım ki… O gün açık tenin seni kurtarmıştı.” deyiverdi ceketini çıkarıp omuzlarıma asarken. Cevap vermedim. Sadece ceket için teşekkür edip beni yalnız bırakmasını rica ettim. Efendi Fitzwater kötü biri değildi, fakat bağnaz yargıları bazen ikimizi anlaşmazlığa sürükleyebiliyordu.

Bir süre üzerinde oturduğum yüksekçe kayanın tepesinden uzakları izledim. Kayalığın tepesi, ev zemini ile aynı hizadaydı ve aşağı doğru keskin bir inişe sahipti. Başımı aşağı eğdiğimde ağaçların ve çalıların arasında gezinen Kai’yi gördüm. O da bana bakıyor ve gülümsüyordu. Önüme döndüm. Yıllar önceki küçük kıza benzemiyordu. Büyümüş ve güzelleşmişti. Gerçi güzel bir kadın olacağı küçüklüğünden belliydi ya hayrete düşmemek lazım. Siyah saçları ve koyu gözleri ardında bir derinlik barındırıyordu. Benim içine düştüğüm boşluktan çok daha farklı, anlamlı…

Gözlerimi kapadım. Zaman geriye akıyordu, bu bir süre devam etti. Ta ki o mühim güne gelene kadar… Yaşım çift hanelilere çıkalı daha bir iki yıl olmuştu. Kızıl bir gün doğuyordu. Tabii güneşin kızıl doğuşunu ilk görüşüm değildi, bu görkemli ana defalarca kez şahit olmuştum; lakin o gün, güneşten ziyade günün kendisiydi kızıl doğan! Gökyüzünde tek bulut yoktu ancak gökyüzünü yükselen alevlerin dumanından göremiyorduk. Çadırlarımız ve kabilemizin insanlarıyla beslenen alevlerin dumanından… Onlarla tanıştığım gündü o gün: Beyaz insanlarla!

Yağmalamaya, yakıp yıkmaya, katletmeye gelmişlerdi. O kadar vahşilerdi ki öylesine bir öfke karşısında yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Kaçtık! Kai’yle birlikte, hayata tutunabilmek için durmadan, bacaklarımıza çöken yorgunluğa aldırmadan kaçtık. Her yeri saran ateş ve barut, çığlıklar, naralar aslında o kadar sessizdi ki… Hiçbir ses kulağıma girmiyor, sanki suyun altındaymış gibi boğuk, buğulu bir basınç duymamı engelliyordu. Kai, bir an tökezledi. Düşmeden evvel elinden tutup ona yardım ettim. Birlikte başarabilirdik, onu koruyabilirdim!.. Ardından o gün içinde işittiğim tek ses yayıldı etrafa. Bir ışık parıltısı lakin gündüz vakti seçilmesi daha zorlaşıyordu. Bir tüfek patlamıştı arkamızda. Kai’yi vuran tek bir mermiydi o sesin kaynağı. Yere düşmesine sebep oldu ve sırtından kan akıyordu. Beklediğimin aksine his karmaşası içerisinde değildim. Hissettiğim tek şey o an bana bir uzuvummuş gibi gelen baltamın keskinliğiydi. Hızlı hareket ettim. Belki sınırlarımdan daha öte bir hızla tüfeği ateşleyen adamın önünde belirdim. Tereddütsüz ve asla pişmanlık duymadığım bir andı. Önümde, yalvarmaya bile fırsat bulamamış bir çift göz vardı ve elimdeki alet soğuk metal ölümdü…

Kai’nin yanındaydım. Bana bakıyor ve ağlıyordu. Kendi için değil benim için ağlıyordu. Acı çekmeme dayanamazdı biliyorum. O yüzden kıpırdamak istemedim olduğum yerden. Lakin ağzından çıkan sözler beni mecbur etti.

“Kaç… Aakash! Kalmana, izin vermiyorum…”…

Ardımda kafatası ikiye yarılmış bir yabancı ve ait olduğum kişi, ailemi, yuvamı bırakmıştım. Kaç gün kaç gece gezindim tanımadığım topraklarda bilmiyorum. En son bir tepeyi tırmanıp münzevi bir adamın evini bulduğumda kıpırdayacak halimin kalmadığını hatırlıyorum. Efendi Fitzwater beni kurtarmış ve bana bakmıştı. Ben ise bunu başaramamıştım. Yükümlü olduğum yegane kişiyi koruyamamış ve kurtaramamıştım.

* * *

Gözlerimi açtım. Gökyüzünde tek bulut yoktu, güneş kızıl doğmuyordu. Havadaki hafif esintiyi bedenimin çeşitli kısımlarında hissediyordum. O günün ardından acım yıllarca rüyalarıma yansıdı. Yıllar geçtikçe Kai rüyalarımdan taştı. Benim yanımda kalmaya devam etti. Yetersizliğime karşı duyduğum keder ve nefret hiçbir zaman geçmedi. Önceki hayatıma dair anılar gündüz görüleri halinde hep taze kaldı. Zaman diğer insanların aksine benim yaralarıma ilaç olmamıştı. Şimdi, hemen ardımdaydı Kai. Göğsüme sımsıkı sardığı kollarını hissedebiliyordum. Yüzünü omzuma yaslamıştı. Bir şey söylemiyor sadece sessizce gülümsüyordu. Bıraktım bir süre kendimi. Ağlamamaya çalıştım. Kabile reisimizin dediği söze inanmaya zorladım kendimi: “Gözünde yaş varken geleceği göremezsin!” halbuki görebileceğim bir geleceğim de yoktu… İçeri, kahvaltı adına bir şeyler atıştırmaya eve doğru ilerledim. Beni uzaktan izlerken görebiliyordum Kai’yi.

* * *

Hayatımın bir yarısını bir tarafta, kızılderililerin yanında; öbür yarısını diğer tarafta, bir soluk benizlinin himayesi altında geçirdim. Her iki tarafın felsefesini, öğretilerini yaşayarak kavradım. Zannedersem deneyimlerimden ötürü doğruyla yanlışı ayırt etmem beklenirdi, değil mi ? Lakin buna engel bir karmaşa içerisindeyim. Görebildiğim tek gerçek farklı olduğumuz. Farklıyız… Değer yargılarımızca farklı düşüyoruz birbirimizden. İnsanın rengine değer verene göre ırkça farklıyız, tabiata uyumuna göre değer biçen için aykırılığımızla… Benim için değerli olan tek şey Kai’ydi, ve gerekirse yıllarca zihnime kazınmış öğretilerin hepsini reddedebilirdim onun için. Diğer bütün değerleri, kuralları, inançları karşıma alabilirdim; çünkü benim değer yargım da, o idi…