Öykü

Tahribat Fetişisti İnsanlığa Karşı

“Biliyor musun? Kalabalıklardan nefret ederim.”

Bir tepki bekledim. Bir şeyler söylesin, mutsuz olduğumu farketsin istedim, üzülsün istedim hatta. Fakat karşılık gelmedi. Sadece sindi ve günbatımının sessizliği içinde sustu. Artık öfkeliydim. Aklım bambaşka diyarlara açıldı yine. Ne sevgilim vardı, ne de ben. Hiçbir şey. Sadece çırpınıp duran bir deniz, sadece pırıl pırıl yanan bir güneş. Bambaşka bir şeyin ihtirasını düşlüyordum. Neydi bu? Neydi? Bilmiyorum. Neyseki alışmıştım bu suskunluğa, sevgilim ise bir yabancıydı artık.

Aracın pencerelerinden etrafa kederle baktım. Bir şeyler arıyor gibiydim orada. Hakikkatli bir karara vardım. Dünya sadece akşamları güzel artık. Oysaki akşamlar bir an kadar kısa. Gece ise akşamın hatırasına benziyor, gündüzlerden de nefret ediyorum.

Ötede bir kavşak vardı. Ovanın yalın ıssızlığı sona eriyordu nihayet. Aracı günbatımının berrak bir yalnızlığa dönüştüğü koruluklara sürdüm. Okaliptüsler, bataklıklar ve ışıl ışıl parlayan göletler turkuaz bir incinin spektrumundan ortaya saçılmış gibiydi. Sıra sıra dizilmiş, mutlulukla ilerleyen kristal kuğulara baktım, uzun bidon gagalı ördeklere baktım, gösterişli şeffaf bacak flamingolarına baktım, gramofon çiçeklere baktım… baktım ve baktım, yol ne kadar uzunsa ben de o kadar baktım. Her şey düzenli, her şey muazzam ve ferahtı. Maki ormanlarının arasından geçtik. Radyda çalan doom metalin de yönü değişti. Ağlıyor gibi yavaş yavaş, iç çekerek ve dalgalı bir deniz gibi hırçın hırçın gidip gelerek yükselmeye başladı.

Yeşil zümrütlere benzeyen orman yığınlarını geçip bir süpermarketin orada durdum. Banliyödeki nefis bir kaleydi bu. İçinde her şey vardı. Uzaylı birası, gerçeklik pornosu, minik karadelikler ve tüketilecek onlarca gereksiz şey.

Sevgilim suratımı endişeyle seyrediyordu araçtan inerken. Belki de bakışlarımdaki nefreti yakalamıştı. Ona değildi ki nefretim, ben dünyadan nefret ediyordum. Şu ötede yükselen tepelerden, korulardan ve insanların onları yiyip bitireceği gerçeğinden nefret ediyordum. Bu nefrete gülmek, onu ikonlaştırmak ve her gün ona küfretmek zorundaydım. Aksi halde herkesin çıldırdığı bir dünyada aklıselim kalmanın ehemmiyeti nedir?

Şimdiki zaman delilikten uzak ve ne güzel görünüyordu. Günbatımı muazzam bir esinti gibi leylak, orkide, efkalipto ve nergis kokularıyla yükseliyor, dünyanın her yerine değiyordu. Gökyüzü zevk ile kızarmış, yeryer gevşeyip kasılarak mora, pembeye ve lila renklerine bürünmüştü. Kristaller akıyordu ışıktan adeta. Kafamda kapkara bir intihar senfonisi kıpırdıyordu oysa. Kendimden nefret ediyorum. Bilhassa kendimden.

Sevgilime gözucuyla baktım. Onu bir an için boş bırakırsam elimden uçup gidecekmiş gibi hissediyordum. Hakikatte ise o bunu yapamayacak kadar uyuşuktu. Uykulu, suskun ve mızmız görünüyordu. Birbirimize ne kadar da yabancıydık.

Süpermarkete girerken tokenlerle çalışan bir el arabası aldık. Arabanın üzerindeki panelde ne kadar iyi tüketim yapıldığını gösteren bir panel bulunurdu. Bu şeyin bana iltifat etmesine bayılırdım.

Arabayı evcil hayvan yemleriyle dolu bir reyona sürdük. Sevgilim kuçu kuçu mamalarına yöneldi. Ben de balina yemlerine baktım. Devasa, otuz kiloluk sentetik torbaların içinde saklanan muhteşem ve kokuşmuş şeylerdi bunlar. Yapacağım israfı düşünüp mutlu oldum ve elimi torbanın üzerindeki barkodda dolaştırdım. Bu şeyi alarak ekolojide bıraktığı hasarın etkisini görmem için yeni tasarlanmış bir teknolojiydi. Yıkım dolu manzaralar akıtıyordu aklıma. Nitekim ben buna da bayılırdım.

Gözlerimi kapar kapamaz bir rizom halinde imajlar yağmaya başladı beynime. Sanki eroin çakmışım gibi her yerim kıpır kıpır oldu. Dümdüz, ayna gibi bir okyanus gördüm. Güneş henüz yeni doğuyordu. Pırıl pırıl cilalanmış bir plaka gibi parlıyordu okyanus. Kirli ve yağlıydı. Canavar troller üzerinde mutlu köpükler çıkararak gidip geliyordu. Jiletli ağlarını denize fırlatıyor, denizin kirli parlıklığı yarılıp diplere doğru göçüyordu.

Troller pis bir duman bırakarak şarkı söylüyor, çirkin balıkçılar ağları topladığı zaman milyonlarca balık kanlar içinde geberiyordu. Bu av ne muhteşem bir ekoloji yıkımıydı yarrabi! O dev usturalar, korkunç bıçaklar, okyanuslara uygun tasarlanmış tetenoz kokan biçerdöverlerle modifiye edilen canavar troller nasıl da işkence ediyordu hayata!

Sonra, ah sonra, ahahaha! Okyanusun içine girdim. Serin, çirkin ve pislikle dolmuş gibi hissettim. Muhteşem bir manzara sirayet etti görsel rizoma. Sırıtkan, devasa ve aptal bir balina gördüm. Okyanusun dibine dalıyordu o da. O kocaman, neşeli ve alçak ağzını açarak trilyonlarca zararlı planktonu yutuyordu. Sonra bu şerefsiz hayvan yuttuğu galonlar dolusu suyu ne yapıyordu biliyor musunuz? Filtreliyordu! Ne biçim bir ahmaklık bu ya hu! Biz kendi boklarımızı, ineklerimizin boklarını ve gözle görülebilen her şeyin bokunu denize atıyoruz, bu aptal hayvansa onları temizliyor! Suyu temizleyen organik bir makine… ahaha, koca sırıtkan ve aptal bir makine!

Sonra görüntüler yoğunlaştıkça bu makinenin kafası karışıyordu. Muazzam ve yağlı bir plastik dağını yemeye başlıyordu dobişko yaratık.

Yediği dağ da sahiden muazzam bir şeydi. Yüzlerce insan el ele vermiş, ıslak topraktan yükselip pipilerine kondom takarak zirveye yürürken önlerine çıkan her türlü gereksiz ve saçma organizmayı yiyerek onları yararlı dışkılara dönüştürmüşlerdi. Dağ işte o muazzam insanların toplamıydı, ihtişamlı, obez ve tüketici bir tanrı. Tüketimi madalyalar halinde dışkılara dönüşüp vücuduna yapışmıştı. Kondomlar, fetüsler, araba parçaları, kola tenekeleri, şırıngalar, bilgisayarlar, bok akıtan konteynerlar, uçaklar, fast-food kalıntıları, deterjanlar ve okyanustaki cici yaşamı yok edecek pek çok havalı şey. Tabii bizim aptal balina da bu dağı pek seksi bulduğu için onu yemeye falan çalışıyor ve gereksiz yaratık plastiği sindiremediği için o koskoca bünyesi kangren oluyor. Ahaha!

Sonra ne oluyor biliyor musunuz? Bu çirkin yaratık hayata küsüp intihar falan ediyor ve kendini karaya vuruyor.

Bu kadar pislik yeter, diye düşünüp parmağımı barkoddan çekince sevgilimin beni seyrediyor olduğunu gördüm. Bir süre öylece bakıştık. Süpermarketin loş aydınlığında ne kadar taze ama yorgun görünüyordu. Işığı yutan bir karadelik gibi sömürdüm onun imajını. Sonra gözlerimi kırpıştırdım. Yeniden açmak istemedim. Bir süre, kısacık bir süre dahi olsa, kendi karanlığımı dinlemek istedim. Sonra gözkapaklarım gayri ihtiyari oynadı. Sevgilim karşımdaydı yine. Oysa bana çok uzaktı. Onu sevmek istedim hemen oracıkta, onu sevmek ve severek tüketmek istedim. Onu tüketmek istedim ki başkasının olmasın, ancak benim olsun, hatıralarda olsun.

Tüketme hevesi her yerimde kasıldı. Nefes alıp verişlerim hızlandı. Kendimi iğrenç, sefil ve çirkin bir böcek gibi hissetmeye başladım. Sevgilime dolaşmak için işaret ettim. Böylece el arabasını da alıp içini dolduracağımız gereksiz şeyler aramaya başladık.

Reyondan reyona geçtik. Prezervatifler, doğum kontrol hapları, anne-baba olma kılavuzu ve de bebek mamaları gördük bir sürü. Kendimi garip hissettim. Sevgilimin karnını kendi yarıcı uzvumdan çıkan parazitik hücrelerle şişirip onu hamile bıraktığımı düşündüm. Bir bebek, basitçe bir parazittir. Bu parazit anne denen konakçı hücreyi ömür boyu sömürür. Anneden istediği verimi alamayınca dünyaya saplar dişlerini. Bu kocaman obez bebek insanlıktır.

Aklım düşünceler, nefret ve pek çok meyus hisle uğuldarken sevgilim kolumu dürttü. Yüzlerce saatin asılı olduğu bir reyondaydık. Zamana hakaret etmek için yüzlerce saat aldık. Her birinin barkoduna dokundum ve onları imal eden fabrikalardaki muazzam sömürüye bakıp bakıp güldüm.

En nihayetinde tek bir saat bırakmıştık sonda fakat, yarrabi, o ne azametli, o ne eksantrik şeydi öyle. Bir kristalin içine oyulmuştu. Sırıtan bir iblise benziyordu adeta. Onun barkoduna da dokundum fakat bu sefer pislik merakından değil sahiden korku dolu bir meraktan dolayı. Ama pişman oldum be… zaman durdu resmen.

Upuzun bir hiçliğin yekpare yalnızlığında, küçük bir adaya sıkışmıştım. Güneş antik bir ışık dalgasıyla hatıralardan ibaret eksantrik bir dünya yaratıyordu. Camdan yapılan zamanın görünmez bir yansımasındaydım. Çağlar öncesine dönmüştüm. Bir kaktüsün üstünde yılanlar ve kartallar kavga ediyordu. Tüylerim ürperdi. Midem bulandı. Kendimi yorgun hissettim. Sonra bulutların ve yıldızların arasındaki sisli karanlıkta denizkabuğundan yapılmış bir boru öttü. Yarattığı muazzam müzik göle dokundu. Göl kanla dolmaya başladı. Çok feci tırstım. Dumanlar her yeri bastı. Bir anda ayaklarımın altındaki toprak kaybolup gitti. Kendimi berbat hissediyordum şimdi. Kötü bir LSD tribi. Yalanların yankısına mahkumum. Merdivenleri çıkıyorum. Böğrüne obsidyen saplanmış yüzlerce kızılderili var her yanda. Acı içinde inliyor, parmaklarıyla beni işaret ediyorlar ve gökyüzünde at süren bir fatihin suratına çalar saat monte edilmiş. Tanrsal tik-tak sesleri tüm göl boyunca yankılanıyor ve çığlık atan muazzeplerin hislerine kök salıyor.

Nihayetinde tepeye çıktım ve orada bir şamanla karşılaştım. Kafasında tüylü müylü afilli bir tören şapkası vardı, tüylerin arasında bir maymunun kafatası sırıtıyordu. Ellerindeyse hokus pokus cihazları tutuyordu adam. Acaba başıma ne tür bir bela gelecek diye beklerken, “selam sana tüketici!” dedi.

“Abi,” dedim, “o şapkayı nereden aldın?”

Adam bir süre durup tipimi inceledi. Sonra gökyüzünde at süren saat suratlı fatih kayboldu. Bulutlar ve kanlı sis geri çekildi. “Barlar Sokağı’ndan,” dedi adam, “Dört Milyoncu’dan.”

“Abi sen neyin kafasısın böyle yav?”

“Üretim hatasıyım ben kardeşim, çok takma. Hadi çek elini şu barkoddan. Yoksa başına bir felaket gelecek. Zamanla şaka olmaz. Bilmiyor musun?”

“Bilmiyorum,” dedim küstahça, “ben zamanı bilmeden yetiştim. Zamansızlıktan gelen bir parazitim ben.”

Şaman sırıttı. Küfreder gibi, çok pis ve ölümcül bir sırıtıştı bu. Kanlı dişlerini gördüm. Diş köklerinde kıvranan kozmik solucanları gördüm. O Aztek çirkinliğiyle bakan gözlerindeki kurban ihtirasını gördüm. Adamın derisinin içindeki korkunç heyulayı gördüm. Parmaklarım kasıldı ve nefes nefese çektim onları barkoddan.

Sevgilim “hadi gidelim,” artık diyordu. Korkmuştum ve mutsuzdum. Saati aldığım yere bıraktım. Arabayı yapayalnız marketin içinden sürüp yapay zekanın yönettiği kasalara yöneldik. Ödemeleri yapıp çıktık. Sonra saatleri aracın bagajına boca ettik. Tekrar yoldaydık. Radyoda Scar Tissue çalıyordu. Aklımda ise kuşları vurmakla alakalı mihnet dolu bir ikinci yeni şiiri vardı.

Çok geçmeden ormanları, kıvrılarak giden eğimli yolları ve gölleri geçip yeni bir kavşağa girdik. Ötede fabrikalar gözüktü. Betonarme binalar, silolar ve çirkin brutalizm. Sonra medeniyetin o arkaplan gürültüsünü işittik. Minik ışık damlacıkları, öten kornalar, balgamlı ısırgan küfürler, yorgun adımlar ve sıcak kanla dolu bedenlere sıkışıp öfkeyle atan binlerce kalp. Camlarında, kaportalarında ve çıkardıkları pis dumanda ışıklar parlayan binlerce araba, sonra yekpare bir tapınım kütlesi, stadyum.

Nihayet konser alanına vardığımızda arabadan indik. El ele tutuşarak konser alanına girmek için sıraya geçtik. Çok geçmeden kapıdaydık, arkamızda yüzlerce, binlerce ve daha binlerce insan bekliyordu, onlara da sıra hızla gelecekti. Polis bey suratıma şaibeli bir ifadeyle bakıp “cebinde ne var?” diye sordu. Camel paketini çıkarıp gösterdim. Adam “bu sigara içilmez,” dedi, “hadi yürü.”

Paketi çıkarmışken bir dal sigara alıp yaktım. Sevgilimle basamaklara yöneldik. Kendimi yorgun ve bıkkın hissettim. Oksijen, insan ve yapay ışık beni boğuyordu. Devasa stadyumun köşebaşında konser platformu duruyordu. Nefretle baktım oraya. Kırsalı yıkıp geçecek endüstriyel dehşet işte oradan kanatlanacaktı.

Basamakları birer birer çıktık. Stadyumun kapısından binlerce parazit içeri akıyor ve hepsi çimlere yöneliyordu. Çimlerde boş yer bulamayanlar basamaklara çıkıyordu. Biz ise en üstteydik artık. Kafamı çeperden yukarı kaldırınca, çatıları akşam ışığıyla parlayan sanayi binalarını gördüm ve içim bu saniyelik görüntünün azabıyla burkuldu. Depolar, fabrikalar ve silolar. Çirkin brutalizm, ucube oligarşi. Nefret ettim kendimden. Nefret ettim onlardan. Nefret ettim ve sigaradan derince bir nefes çektim. Barkodlarla o kadar çok oynamıştım ki artık yıkım rizomuna dair görüntüler aklımda kendiliğinden oynuyordu. Bu sefer çektiğim dumanla birlikte tahrip olan vücudumu seyrettim kendi içime açılan bir kaleydeskoptan. Çürüyen hücrelerimi gördüm, ağlayan ciğerlerimi gördüm, kapkara balgamla dolan nefes borumu ve isyan eden nöronlarımı. Sigaradan bir nefes daha çekip tüm görüntüleri boğdum. Artık büsbütün kederliydim. Balinaya güldüğüm o pis anlardan eser alamet yoktu içimde. Akşam bile bana uyuyordu şimdi. Mosmor, esrarlı bir kadifeye bürünmüştü. Öylece ağır ağır, salına salına gidiyordu ve ilk grup çıktı sahneye.

Gitarlar çığlık atmaya başladığı an doğa yerinden sarsıldı adeta. Tüyleri diken diken oldu dünyanın. Kalbim soğuk bir okyanusta kayboldu. Kafamı korulukların olduğu yöne çevirdim korkuyla. Yüzlerce kuş, gramofon kafalı flamingo ve kristalsi golgi böceği kaçmaya başlamıştı. Bir senfoni gibi gökyüzüne yükselip veda ettiler varlığa ve uzaklara karışıp kayboldular. Baterist iştahla tepinirken ve gitarlar tırmalarken kuantum dünyasını, doğa tarumar oluyor, büyük bir acı ve büyük bir korkuyla uzaklaşıyordu. Ağlamaklı oldum. Oysa bunları bir barkoddan seyretseydim nasıl da gülecektim.

Sevgilim o tatlı kafasını omzuma yaslamıştı. Gözleri kapalıydı. Tuz ve akşamın kederiyle karışık yakıcı bir rayihaya sahip rüzgâr okşuyordu bizi. Ben de kapadım gözlerimi. Sigaradan son bir nefes çektim ve izmariti fırlattım. Hayal kurmak istemiyordum. Sadece kapkara, kapkara ve kapkara bir hiçlikte yitip gitmek istiyordum. Sindirmek istiyordum kendimi ve kendimi sıçıp sifonu çekmek istiyordum.

* * *

“Arkadaşlarım gelmiş. Aşağıdalar. İnelim mi? İçecek bir şeyler alırız istersen hem?”

Yoğun rifflerin ve yabani kahkahaların arasında inleyen bu minik ses bir aksülamel halinde uzandı beynime. Gözlerimi açtım. Sıkılgan bir tavırla doğrulup ayağa kalktım. Bu ‘evet’ demekti. Aşağı inmeye başladık. Anlamsız bir şekilde zahmetliydi bu iş. Çünkü merdivenler kayıtsız bir kalabalığın insan silyalarıyla doluydu. Suratlarda bomboş ve karanlıktan biçilmiş bir makyaj vardı. İnsanlar kalabalıklarda birbirine çok benziyor.

Stadyumun daracık çıkış kapıları zifiri karanlıktı. Ikış tıkış bir sıradan geçtik. Saatler önce bomboş olan bir sahaya çıktık. Akdeniz güneşinin ızdırabı içinde parlayan betondan bir plakken şimdi kızıl ışıkların sedasına boğulan gecenin incittiği mimozalar sallanıyor her yanında. Dondurma, döner ve ıvır zıvır satan arabalar sıralanmış. Standlar kurulmuş ve slot makineleri getirilmiş. İnsanların durmadan kumar oynadığı bir çağdayız. Bir sigara yaktım bu çirkin kalabalığa bakıp. Sevgilim beni çekiştirerek arkadaşlarının yanına götürdü. Üç dört tane güzel sanatlar bölümü öğrencisi kız. İçlerinden birinin sevgilisi yakın bir arkadaşım. Ona Kafadar diyeceğim. Kafadar şamatacı ve laubali bir tavırla “vovovov adamım burada!” dedi. Tokalaştık. Sonra kulağıma kadar eğilip, “yanımda mal var,” diye fısıldadı, “ben biraz çektim, sağlamdı, ister misin?”

Suratına acı bir ifadeyle bakarak “hayır,” dedim, “tövbeliyim.”

Hep birlikte giriş kapılarına yöneldik. Stadyumda Aşık Filthy vardı. Suratına çığlık gibi bir corpse paint yapmıştı. Grubunun elemanları bir şeytan çağırma ayininden çıkmış gibiydi. Çağırdıkları şeytan kuzeyli bir şeytan değildi, doğunun egzotik kulelerinden, baharatlı rüyalarından ve karanlığından da gelmemişti… bu şeytan unutulmuş bir bilgeliğin harabelerinden yükselmiş olmalıydı. Kadim Xu’nun çığlıkları, Oxomoco’nun akışkan vücut hatlarında cama dönüşmüş bir rüya, Chantico’nun kahkahaları, Quetzelcoatl’ın beklentisi.

Aşık Filthy yağmur ormanlarındaki antik yamyamlığın damlayan kanlarını ve deliliğin işlediği takvim düzeneklerini haykıran korkunç bir sesle ayin cümleleri söyledi. Gitarlar meyus bir sesle çıldırdı. Herkes garip ve kapkara bir eğlenceye kaptırmıştı kendini. Oysa bu müzik benim muhayilleme korkunç bir ışık gibi işliyordu. O kristalsi sırıtan şeytan saatinin barkoduna dokunduğum zaman aklımda beliren şamanı düşündüm gayri ihtiyari. O gölü, o ıssızlığı ve at süren fatihin gövdesi üzerinde duran saati.

“Neyin var?” diye sordu sevgilim. Sesi o kadar çirkin ve rahatsız edici gelmişti ki midem bulandı, “neden bir yerlere çıktığımız zaman böyle yapıyorsun?”

Kalabalıktan uzaklaştık. “Ne yapıyormuşum?” dedim öfkeyle.

“Somurtuyorsun,” dedi. Suratı itici ve yabancı gözüküyordu şimdi. Aslında belki de sahiden yabancıydı bu surat bana. O an, o gerilimli ve rahatsızlık dolu o an, onu gerçek haliyle görüyordum, diğer tüm anlar onu görmek istediğim gibi görüyordum sadece. Aklım düşüncelerle dolup taşıyorken, “yorgunum,” dedim, “bıkkınım.”

“Beni de bezdirmeye hakkın yok.”

“Doğru. Fakat sana defalarca söyledim, ben konserlerden de kalabalıktan da nefret ederim.”

“Git öyleyse,” diye bağırdı, “arkadaşlarım burada, onlarla dönerim.”

Kalbim çok feci kırılmıştı. Huzursuzluktan ibaret bu kızın bende yarattığı tahribatı zihnimdeki görsel rizomlardan seyrediyordum şimdi. Oksitosin tuzla buz oluyordu, damarlarımdaki kan kararıyordu, serotonin eriyordu ve çok mutsuz hissediyordum kendimi… kalbim ağrıyla eziliyordu.

Arkamı döndüm. Bir rüzgâr esti içimde. Her şey gevşedi. Tüm karar anları yerini nihai bir şeye bıraktı. Geriye bakmak gelmedi bile içimden. Kopmanın o sancılı duygusuyla karışık yakıcı bir özgürlük hissettim ciğerlerimde. Hepsinden nefret ediyorum, diye geçirdim içinden, bir sebep olmasa bile Kafadar’dan da, sevgilimden de, arkadaşlarından da, insanlardan ve herkesten… en çok da kendimden, en çok da kendimden.

Arabama binip otobana açıldım. Deniz kıyısına sürmek istedi canım. Fakat birden bire durdum. Aklıma yine o şaman geldi. Bir intihar dürtüsü gibi görsel rizoma yayıldı. “Felaket,” dedi. Sonra çekildi. Geride merak dolu bir tutku bırakmıştı. Tüketmek istiyordum.

Aracımı yanmaya başlayan ormana sürdüm. Korulukların içinden geçip bir göl kıyısına vardım. Zümrüt yeşili muhteşem doğal güzellikler şimdi konserden yayılan tahrip gücü yüksek gürültü yüzünden tutuşup alev almıştı. Çok geçmeden iş makineleri tarafından sömürülüp tükürülecek zavallı göle bagajımdaki bütün saatleri boşalttım. Sonra yanan ormanın içinden geçip markete vardım.

Hızlı hızlı saat reyonuna koştum. O gizemli saati bulmak istiyordum sadece. Fakat yoktu!

Küskün küskün çıktım marketten. Tüketim tutkusu kaybolmuştu. Meraksa hayal kırıklığına dönüşmüştü. Arabaya bindim. Bir süre, direksiyonun başında, yangınların kükrediği ve tahrip gücü yüksek iniltiler ile kavrulan ormanın kızıl alacakaranlığında düşündüm. Sonra bir sigara yaktım. Sisifos mutluydu, diye geçirdim içimden, koskoca dünyanın o yekpare telaşından, azabından ve korkusundan uzakta, tek derdi aptal bir kayayı yukarı çıkarmak… sonra tek derdi onu yeniden yukarı çıkarmak… sonra yine… sonra ve sonra. Peki ya Tantalos? O da mı mutlu? Tek derdi su içmek ve o aptal elmaları yemek ama tanrılardan birine pandik attığı için cezalandırılmış, elmayı yiyemiyor, suyu da içemiyor. Ya ben? Her şey önümde, her şey arkamda, her şey yekpare bir akıntı içinde, her şeye elim yetiyor ama her şey çok fazla. Bıktım.

Evime sürmeye karar verdim. Ama belki pişman olmuştur ve özür dilemek için beni aramıştır diye ezikçe bir umuda kapılıp telefonu kontrol ettim. Telefonumda hiçbir bildirim yoktu. Tek bir tane bile. Ezilmiş, büzülmüş ve de yenilmiş bir halde şehre sürdüm. Bu sırada aklıma yeni bir fikir geldi. İki tane şarap alıp sahilde içebilirdim. Şaraba ait hatıralar zihnimdeki rizomda güzel yankılar bıraktı. Upuzun bağları, parıl parıl güneşi, mutlulukla çırpınan denizi, sulu üzümleri ve güneşin sıcacık lezzetli ışınlarını hissettim. Sarhoş satirler keyifle oradan oraya koşuyordu. Dionisos için şarkılar söylüyorlardı. Keyiflenmeye başlamıştım. Antik çağlarda yaşasam sahiden ya bir sentor ya da satir olurdum ancak.

* * *

İki şişe şarap almıştım. Eve dönmeyi aklımdan bile geçirmiyordum. Arabada uyurdum belki. Oturduğum kumlu sahil genişçe bir alana yayılmıştı. Sahile açılan dikenli patika maki koruluklarının içinden geçiyordu. Sahili bir uçtan devasa televizyon ekranlarından oluşan bir duvar, öbür uçtan ise limana ait duvarlar çeviriyordu.

Televizyon ekranlarının yarattığı duvara bakarak içtim. Dolunayın dolgun ışığında delilik vardı. Dev ekran televizyonlarda ise aklın ötesine uzanan bir korku. O gece bombardıman uçaklarını gösteriyordu duvar. İki yüz on altı dev ekranın hepsi aynı uçakların uçuşunu gösteriyordu. Uçakların hepsi aynı yeri bombalıyordu.

“Antik Xu harabeleri içinde insan kurban eden sapkın terör örgütüne karşı ağır darbe!”

Ben içip içip, o terör örgütüne indirilen darbeleri seyrederken birileri oturdu yanıma. Masmavi ay ışığının içinde bir heyula gibiydi. Kan kokusu ve ihtiyarlığa has ekşi bir ufunet saçtı. Dönüp bakınca pörsümüş suratıyla bana tebessüm eden Şaman’ı gördüm. Kristal saati göstererek, “bu saati arıyordun değil mi?” diye sordu tatlı bir sesle.

Başımı salladım.

“Öyleyse senin olsun,” dedi. Saati şarap şişesinin yanına bıraktı. Sonra kalkıp gitti. Tören kıyafetlerinde sırıtkan kan izleri vardı. Upuzun bir an boyunca onu seyrettim, sonra saate baktım. Baktım ve baktım. Akrep ile yelkovan tam on ikide birbirini bulunca televizyon ekranlarında korkunç bir ışık patlak verdi.

Antik Xu harabelerinde nükleer bir cihaz inflak etmişti.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Selam,
    Yine döktürmüşsünüz. Klasik bir Toğrul Sultanzade öyküsü ama bu sefer olay öyküsüne daha yakın da olmuş sanki, bunu beğendim.

    Ayrıca ana karakterin kendi iç dünyasıyla sosyal hayattaki tezatlığı da hoşuma gitti. Cidi derecede kültürlü olduğunuzdan artık söz etmeye bile gerek yok. Ben sizi Garip şairlerine benzetmiştim ama siz ikinci yeni ile bu tahmini altüst ettiniz. :slight_smile:

    Ben bu ay yazamadım, inanılmaz yoğunum. Ama bir Toğrul Sultanzade öyküsü okunmayı her zaman hak ediyor.

    Önümüzdeki seçkilerde görüşmek dileğiyle…

  2. Sizden beklediğim üzere yine iyi bir öykü okudum. Bu seferki öykünüz önceki öykülerinizden esintiler taşımasına rağmen klasik öykü tipine daha yakındı. En azından bana geçtiği kadarıyla. Bunu iyiye yahut kötüye yormak sizin takdirinize kalmış.

    Tek bir karakterin gözüyle taşınan öyküler en sevdiğimdir; o açıdan öykülerinizi beğeniyle okuyorum. Sıradanlıktan uzak, kendine haslar.

    Ellerinize kaleminize sağlık.

  3. Açıkçası bu öykü ne yaparsam yapayım istediğim şekle kavuşmadı. Aklımda aniden beliren bir imgenin etkisiyle yazdım tüm metni. Aslında kızılderili teması için daha farklı bir taslak vardı elimde. O metni göndermeyi düşünüyorken, nedense bu daha cazip göründü gözüme. Seçkilere uzun öyküler göndermekten kaçınırım hep ama bir yandan da anlatmak istediğim çok şey var. Bu öykü de sanırım hepsini bir anda sıkıştırdığım için zayıf kaldı. Sonraki seçkiler için daha farklı bir formül üretmeyi düşünüyorum.
    Bu arada bu güne kadar seçkilere gönderdiğim tüm öyküler birbiriyle bağlantılıydı. Hepsi aynı evrende geçiyor. Önümüzdeki seçkilerde daha rafine metinler yazmayı düşünüyorum. Yorumunuz için ve vakit ayırıp okuduğunuz için çok teşekkür ederim.

  4. Büyük ihtimalle bu seçkide olamayacağınızı tahmin etmiştim, yine de üzülmedim diyemem. O rafine üslup ile yazılmış bir kızılderili öyküsü okumak isterdim. Umarım yazdaki seçkide görüşebiliriz. Zira tema oldukça geniş, belki de bu temayla birlikte katılım yeniden artabilir. Aklımda şimdiden bir taslak belirdi, daha farklı tarzda bir metin yazmayı düşünüyorum. Genelde kabaca bir taslak belirler ve metnin bilinçdışı bir şekilde gelişmesine izin veririm. Yazmayı sevdiğim tarz bu olsa da artık daha rafine öyküler yazmayı düşünüyorum bir süre boyunca. Zaman ayırıp okuduğunuz için çok teşekkür ederim, yorumlarınız benim için kıymetlidir. Gelecek seçkilerde görüşeceğimize inanıyorum.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for Tugrul_Sultanzade Avatar for MuratBarisSari Avatar for Osman_Eliuz