Öykü

Masal, Kireç Rengi Kelebek ve Android Kız

Otobüs nemli yaz gecesinin içinde ilerlerken, Çocuk, hiç hatırlamayacağı soluk bir rüya görüyordu. Yolda beliren bir çatlak otobüsü sarsınca uyandı. Kadulgaz’a yaklaşmışlardı. Aslıkerem Sınır Kapısı’nda durdular. Kafasını yasladığı camdan dışarıya baktı. Onlarca tırın suskunluk içinde beklediği, nemli ve alacakaranlık bir yerdi burası. Uzaklarda floresan rengi ışıklar göz kırpıyordu ve kargalar kalkıyordu meçhulden. Kumaşsu’dan beri ilk kez böylesine sessizdi dünya. Hatta radyo bile susmuştu. Durmaksızın gerilla marşları çalmıştı yol boyunca. Doğru dürüst uyutmamıştı. Çocuk hâlâ öfkeli hissediyordu. İmkânı olsa havaya uçururdu otobüsü. Lakin bunun kimseye faydası olmazdı.

Uzaktan uzağa bağıran iki adamın sesi ve köpeklerin havlamaları duyuldu.

Çok geçmeden yolcular aşağı indirildi. Papashalı bir düzine soldat geldi. Sinirleri yıpratacak türden bir titizlikle evrakları incelemeye başladılar. Ardından, neredeyse taciz eder gibi, yolcuların yanlarında getirdiği eşyaları ve üst başlarını kontrol ettiler. Suratlarında karanlık bir ifade ve yalnızca düşmanlık vardı. Sıra Çocuk’a gelince sırt çantasını aşağı indirmesini söylediler. Bir iki parça kıyafet haricinde Kasım Poladbeyli tarafından yazılmış Deliler Evinde diye bir roman buldular.

“Aferin,” dedi soldatlar. “Abaza bir görüntüsü var ama en azından ne okuyacağını biliyor…”

Çocuk kendini hemen orada patlatmak istedi. Lakin bunun kimseye faydası olmazdı…

“Her şey tamam,” diye buyurdu soldatlar. “Toçkaya bineceğiniz zaman lastik takın ha!”

Yolcular yeniden otobüse doluştu. Dünya kaldığı yerden dönmeye devam etti. Araç sınır kapısından geçip 1958 Devrimi’nin gizlediği esrarlı Kadulgaz şehrine doğru yola koyuldu. Kara aylandız ağaçları cılız gölgeler halinde meçhule uzanıyordu. Kargalar bilmem nereden kalkıp geceye karışıyordu. Uzaklarda belirip kaybolan yurt binaları, bomboş kanallar, tamamlanmamış inşaatlar, hepsi kendine has bir şarkı söylüyordu karanlıkta. Her şey olması gerektiği gibiydi.

Çok güzel, diye fısıldadı çocuk. Belki de fazlasıyla güzel.

Kederli hissetti. Dünyayı unutmayı denedi. Kafasını cama yasladı yine ve gözleri öylece kapandı. Tüm sesler ve ışıklar hiçlikte kayboldu.

Neden sonra birileri omzunu sarsarak uyandırdı Çocuk’u. Bir düşten öbürüne sendeleyerek ördüğü bölük pörçük uyku zinciri işte burada, kesin bir şekilde koptu. Aşağı inip Kadulgaz’ın nemli karanlığını içine çekti. 1958 Devrimi’nden bu yana Kadulgaz’da kim bilir kaçıncı geceydi. O’nun ise ikinci gecesi olacaktı. Durup düşünecek zamanı yoktu. Dolmuşların gidip geldiği bu kalabalık gece yarısı meydanında fazlasıyla çıplaktı. Yürümeye koyuldu. Adımları, cam kırıklarının üzerinde geziniyormuşçasına tedirgindi. Neyse ki Kervansaray Oteli uzakta değildi. “Oraya git ve keşişi bekle. Ertesi gece Saat 1 gibi gelecek.”

Garın kollarını açarak kuşattığı o geniş meydandan çıkınca kalabalık bir caddeyi geçmesi gerekti. Caddenin hemen ardında yıkılmaya yüz tutmuş apartmanların kuşattığı daracık bir sokak vardı.

Bir melek yıllar önce düşmüş, tüm sokak onun üzerine inşa edilmişti. Yol mumyanın çatlamış teni üzerinde akıyordu. Sokak kavgacı insanlar ve ters bakışlarla doluydu. Tüm camları kırılmış bir akvaryum gibiydi. Köpekbalıkları serbest kalmıştı. Küçükken görülen iğrenç bir kabusun sızıları geziniyordu her yanda.

Hiç bitmeyecek mi, diye geçirdi içinden Çocuk. Kabus hiç bitmeyecek mi?

Neden sonra giriş kapısının üzerinde Kervansaray yazan otele ulaştı. Duvarları kirli çamaşır rengi sefil bir binaydı bu. Resepsiyonda saçları dökülmüş bir kokona oturuyordu. Burnu epeyce büyüktü ve karakteristik bir eğime sahipti. Yüzü sanki burnunun yarattığı iç bükey çekimin etkisi ile garip bir ifadeye bürünmüştü.

“Bir oda istiyorum,” dedi Çocuk. Türkçe konuşmuştu. Kadınsa anlamıyormuş gibi boş boş baktı.

“Bir oda istiyorum,” diye yineledi Çocuk, bu sefer Mova dilinde.

Kadın bunun üzerine başını sallayarak gülümsedi. Makyajlı ihtiyar suratı çarpıldı. Kim bilir ne düşünmüştü. Arkasını dönüp duvara konmuş mukavva çerçeveden bir anahtar aldı. Masaya bırakırken, “yirmi ruble,” dedi.

* * *

Oda bir cami tuvaleti kadar dardı. Duvara yaslanmış yatağın hemen kenarında bir lavabo duruyordu öylece. Lavabonun üstünde paslı bir ayna vardı. Dünya sanki o aynadaki haliyle gerçekti. Işığı kapatınca kirli ve çıplak duvarlar kayboldu. Ayna her şeyi yuttu. Daha iyiydi böyle. Ne çirkin, ne de güzel vardı artık.

Çocuk, perdeleri açıp balkon camından aşağı baktı. İki travesti gördü. Seksen model bir sedan gelip onları aldı. Köpek sürüleri geçti. Sarhoşlar bağırdı. Kavgacı adamlar ve yırtık kadınlar. Fuhuş ticaretinin döndüğü sıradan bir sokak. Perdeleri çekip sokağı dışarıda bıraktı. Beyaz tüller ışığı boğdu. Karanlık büyüdü, sıcak ve boğucuydu. Çocuk’un vücudundaki tüm gözeneklerden ter şeritleri fışkırıyordu. Balkon camını aralamak da fayda etmezdi. Sırt çantasını yere bıraktı ve yatağa uzandı. Ne kıyafetlerini ne de ayakkabılarını çıkardı. Çok yorgun hissediyordu. Beyni bir bulamaca dönüşmüş gibiydi. Keşişler acaba neden böylesine pasaklı bir otel odasına yönlendirmişti onu? Yoksa tarikatın Kadulgaz’daki üssü böyle bir yer miydi? Tam da çilecilere yakışacak türden çıplak ve kirli…

Doğru ya, diye mırıldandı kendi kendine. Yaşamımın son günleri. Hiçbir keyfe kaptırmadan, çile içinde veda etmeliyim…

Düşüncelerinin arkası gelmedi. Zihni bulamaçta kayboldu. Sıcak, zamanı eritip yapışkan bir kütleye dönüştürmüştü. Çocuk zamanın bataklığında öylece hiç kıpırdamadan uzanıp, aldığı her nefeste boğuldu. Dünya denen devasa çöplük, diğer milyonlarca biçareyle birlikte onu da sindiriyordu. Harıl harıl dönüp duran bir merdane tarafından ezildiğini hissetti.

Karma kayboluyordu. Yeniden doğamayacaktı. Samsara buhar olup uçacaktı.

Bu his onu korkuttu. Yüreği hızlı hızlı çarpmaya başladı. Yaşam, ölmekte olan benliğine rağmen rasyonel ve güçlüydü hâlâ. Dünyanın sindirim dalgalarından kurtulmaya, var olmaya, bir sonraki günü görmeye çabalıyordu. Yaşam beni intiharımdan vazgeçirmeye çalışıyor, dedi Çocuk. Hain ve riyakar yaşam. Oysa ben kurtulacağım samsaradan ve nükleer sonsuzluğun bağrında açan bir inci çiçeği olacağım. Varlığın üzerinde pırıl pırıl yanan bir bodhisatva…

Yaşam ise sanki bu düşünceleri fark etmiş gibi hamlesini yaptı. Yıldırıcı bir dalga yolladı. Derisinin hemen altında başlayan feci bir kaşıntı tüm vücudunu sarıp sarmaladı Çocuk’un. Çaresizce doğrulup oturdu. Bir an önce kurtulması lazımdı bu histen. Yoksa hemen patlatabilirdi kendini ve bu hiç şüphesiz, işe yaramayan, erken bir intihar olurdu. Kendini patlatması gereken yer Strilka Tesisleri’ydi. Bu pasaklı otel odası değil.

Belki de hayat onu böyle kışkırtarak ölümden kaçmaya çağırıyordu? Hayır, diye fısıldadı kendi kendine. Bu kaşıntıların sebebi kesinlikle yoksunluk olmalı.

Kumaşsu’da, bir gece kulübünün tuvaletinde yaptığı son çakışın üzerinden neredeyse bir gün geçmişti. Damarları yoksundu maddeden. Neyse ki Deliler Evi’ne oyduğu boşluğa birkaç tane şırınga saklamayı başarmıştı. Sınırdaki aptal soldatlar kitabı görünce, devrimci bir eseri dürtmek zahmetine katlanmamıştı bile. Oysa kapağı açıp baksalar sayfaların tam orta yerinde koca bir oyuk ve o oyuğun içindeki şırıngaları göreceklerdi.

Aptallar, diye güldü Çocuk. Tanrılarımdan uzakta olsam da, madde hâlâ yanımda. Hiçkimse bana bir şey yapamaz…

Sırt çantasına uzanıp kitabı çıkardı. Kapağı açınca şırıngalar karanlıkta usul usul gösterdi kendini. Hanuman’ın ismini andı içinden Çocuk. Tanrılarından uzaktaydı ama ne onlara duyduğu sevgiden, ne de imandan vazgeçebilirdi. Kanı maddeyi istiyordu nihayetinde. Tanrılarına duyduğu sevgi olmadan madde hiçbir işe yaramazdı ki. Tutsaktı o kendi içinde yarattığı putlara ve putları uğruna ölecekti… bunu biliyor olmak dahi bir şey değiştirmiyordu. Çocuk, ölmeyi aklına koymuştu.

Oyuktaki şırıngalardan birini alıp heyecanla seyretti. Midesi düğüm düğüm olmuştu bile. Vücudu, yaşamın da ötesine geçen bir tüketme arzusu ile, maddeye bir an önce kavuşmak ve onu özümsemek istiyordu. Ceketin kolunu sıyırıp bir damar seçti. Sonra, usulca, iğneyi derinin altına işleyerek maddeyi akıttı. Güneş, sıvılaşmış bir ferahlık dalgası halinde kanına karıştı. Kahredici yapış yapış sıcak kaybolup gitti. Çocuk şimdi Moskito’daki yer altı tapınağında koi balıklarının dans ettiği havuzun yanı başında meditasyon yapıyordu. Ankh Avi, bir gölgeden ibaret, karanlıkta karıncalanan ekranın önünde duruyordu.

O an geldiğinde, kurtuluşu tüm varlığınla istemelisin. Hiçbir bedensel keyif yaşamamalısın! Kadulgaz’da aklını çelmeye çalışacaklar. Orada toçka denen fahişeler var. Ucuz ve eğlenceli kadınlar. Kanına girmelerine izin verme. Samsaradan tamamıyla saf, bir bodhisatva olarak kurtulmalısın…”

Cümleler kayboldu. Avi giderek sönükleşti. İmgeler, Çocuk’un Kadulgaz’daki ilk gecesine dönüştü. Yıllar önceydi. Henüz sekiz yaşındaydı. Sürgünlerin ve morfinistlerin toplandığı bir uçak getirmişti onları Kadulgaz’a. Kaldıkları yer Kervansaray’daki oda gibi daracık ve pasaklıydı. Annesi iki kişilik yatağa bir çarşaf serip üzerine oturmuştu. Durmaksızın bir şeyler mırıldanmıştı. O histerik ses bütün gece açık kalan bir musluğun damlaları gibi yankılanıp durmuştu odada. Babası kendini banyoya kilitlemişti. Çocuk, küçük elleriyle kapıya ne kadar vurursa vursun cevap vermiyordu. Kötü bir şeyler yaşanmıştı ve onları sürgün olmaya mecbur etmişti. Dünyada sığınacağı tek bir yer vardı artık Çocuk’un. O da annesinin kucağına gitti. Sarılıp birlikte ağladılar. Sonra kadın, çok güzel bir hikaye anlattı. Çocuk, hafızasını ne kadar zorladıysa da hikayeye dair pek bir şey hatırlayamadı yine. Ancak yanan bir zürafa vardı… o kadar.

Yanan zürafa, diye iç geçirdi girdiği trans evresinin aralığından ve imgeler devam etti.

Nihayetinde Moskito’ya iltica ettiler. Çocuk oradaki sancılı yılların ardından bir tarikata kaptırdı kendini. Asırlar önce Moskito’nun köklerine yapışmış Alakar Tarikatı. Hep canını yakan dünyadan işte böyle uzaklaşmış, tarikatta yavaş yavaş uyuşturucuya alıştırılmıştı. Elinden tutup cehenneme sürükleseler bile itiraz edemeyecek kadar yoksundu iradeden. Çünkü daha hayatının başında, henüz hamuru yumuşakken omurgası eğilmişti. Sahte bir omurga yaratmıştı o da kendine nympheroinden. İçine bir güneş koymuştu, bir gölgeyi esir eden.

İnsanlar berbattı. Her türlü insan. Birbirinin yaşamına acımasızca burnunu sokan ve birbirini durmaksızın kirleten mikroplar yığını. Oysa uyuşturucunun yarattığı rengarenk hayallerde insanların hiçbiri yoktu. Burada yalnızca maymun ilah Hanuman, vajranın parıl parıl parladığı güneş ve eski günlerin yogileri tarafından aktarılan o muazzam irfan vardı.

Korkma,” demişti ankh. “İnsanlar seni terk etse bile yalnız değilsin artık. Hanuman hep yüreğinde olacak.”

Oysa bir gün yüreğinde korkunç bir sızı duydu Çocuk. Düşüncelerini birbirine karıştıran bir rakşasa çığlığı gibiydi. Hanuman’ın onu terk ediyor olduğunu hissetti. Ankh Avi acının sebebini gösterdi. Kanlı bir ay tutulmasını andıran hakikat o dev ekrandaydı. Kali yuga ve nörotoksin rasa’sı. Işığa binip gölgeli samsaradan kaçan, kanlı yod.

Kadulgaz’da toplanan Strilka Konferansı insan kemiklerinden yeni bir tür canlı yaratılacağını açıklamıştı. Glasnost Evrimi’nin örnek yaşam formu olacaktı bu canlı.

Araştırmaların yürütüldüğü tesisler Kadulgaz şehrindeydi. Komünistler Tanrı Hanuman’ı esir almış, onu acımasızca kesip biçiyorlardı. Omuriliğini sömürüp yeni bir insan yaratmaya çalışıyorlardı ondan.

Havuzdaki su dalgalandı. Koi balıkları hiç durmadan kıpırdıyordu.

Ekranda, ölü maymun adamlar ve ceninlerle dolu yer altı mağaraları belirdi. Ravana ölülerin etini yiyordu. Kızıl karanlık bastırmış, damla damla samsaraya akıyordu. Glasnost Evrimi adına, bir cehennem yaratılıyordu.

“Şimdilik uyu,” demişti Avi. “Çaresiz bir saat bu. Çırpınmak yalnızca zarar verecek. Bekle. Yakında kurtuluş kendini gösterecektir.”

Yer altındaki tapınakta, koi balıklarının dans ettiği havuzun hemen yanında, meditasyona devam etti Çocuk.

Saatler eriyip, havuzda kayboldu.

Lakin bu hal uzun sürmedi.

Avi’nin sesini duyunca gözlerini açtı.

Havuzdaki su dalgalandı.

Yol göründü,” dedi Ankh. “Alev Mantrası’nı tekrarla. Derini kurban et Hanuman’a! Yan! Yan! Yan! OMMMMMM! Kendini imha edeceksin, kurtuluşun sonunda, nükleer şafağın ardında uyanacaksın. Hanuman’ın bir parçası hâlâ yüreğinde saklı. Hasmının yıkımında kurtuluşu bulacaksın!”

Koi balıkları sonsuzluğu yaratırcasına dans etti havuzda, Çocuk omurgasının eriyip sırtından aşağı kaydığını hissetti. Bir şırıngaya doldu azar azar. Dolunaya tutsak bir cinnet meleği acı içinde haykırdı. Saatler durmaksızın döndü. Çocuk şimdi Kadulgaz’daydı. Hasımlarının şehrinde. Tanrısının geceye karışan soluklarını duyuyordu. Çok uzaklardan geliyordu sesi, varla yok arası bir yerden, gölgeli samsaradan. Nemliydi hava ve sıcaktı. Kirli yataklarda birbirine karışan vücutlar, Hanuman’ın kederli bakışları altında buharlaşıyordu. Ölüm yaklaşıyordu Kadulgaz’a. İnsanlar bulut oluyordu.

* * *

Çocuk, sabaha karşı dört gibi, içine yuvarlandığı baygınlıktan uyandı. Fena halde terlemişti. Teri soğuyup, yapış yapış bir kütle halinde sarmalamıştı vücudunu. Birileri odanın kapısını vuruyordu. Lakin vuruşlar tehditkâr değildi aksine, yılanı deliğinden çıkaracak kadar sevecen ve nazikti. Çocuk korkmuştu yine de. Acaba Kadulgaz polisleri miydi? Bu şehre neden geldiğini anlamışlar mıydı? Bir yürek atışı kadar sonra, resepsiyondaki kokonanın sesi duyulu. “Hadi aç kapıyı, delikanlı,” dedi Mova dilinde. “Aç kapıyı, seninle bir şey konuşacağım.”

Çocuk, “siktir git,” dedi Türkçe ve sonra Mova dilinde devam etti. “Saat çok geç. Sabah konuşuruz ne konuşacaksak.”

“Lakin bu bekletmeye gelmez, delikanlı,” dedi kadın. “Hadi aç kapıyı.”

Kendini feci halde çaresiz hissetti Çocuk. Bacakları nympheroin kasılmaları ile titrerken ayağa kalkıp kapıya dek yürüdü. Başı döndü bir an, düşecek gibi oldu. Kapı koluna tutunup, son nefesini verir gibi asıldı. Kokona, mavi bir geceliğin içinde, karşısına çıktı. Yüzünü pudra ile bembeyaz yapmıştı ve gözlerinin üzerine gece kadar amansız bir far çekmişti. Sarıya boyadığı saçlarında yer yer büyük boşluklar vardı. Camdan bir tabutta uyuyan mumyaları andırıyordu.

“Anlaşılan sen şu zıpır gençlerden değilsin,” dedi Mova dilinde. “Hani yaz tatillerinde şark ekspresi ile doğuya giden ve sonra Kadulgaz’a gelip burada bir iki toçkaya bütün parasını kaptıran…”

“Değilim,” dedi Çocuk buz gibi bir sesle. “Kadın falan çağırma sakın. İstemiyorum.”

“Sinirlenme gerek yok, delikanlı,” dedi ve çevik bir hareketle odaya sızdı kadın. “Bu gece yalnızca fal bakılacak bu otelde.”

“Ne falı?” dedi Çocuk. Kafası karışmıştı.

“İskambil falı,” dedi kadın. “Hadi gel.”

Yatağın kenarına kıvrılarak oturdu. Deminden beri elinde tuttuğu kart destesini uzattı.

“Bir tane seç.”

Çocuk, tereddüt etti. Gözü yatakta öylece bıraktığı kitaba takıldı. Lakin kokona açıp da bakmayı akıl etmezdi herhalde. Uzanıp, kararsız bir hamleyle desteden kart çekti. Tülün boğduğu ışıkta çektiği kartın Maça 5 olduğunu gördü.

“Bu kart sensin,” dedi kadın.

Çocuk’un kafası karıştı.

“Hadi bir kart daha seç.”

Çocuk yine aynı kararsızlıkla desteye uzandı. Çektiği kart, odaya sinmiş ter kokan, yapış yapış alacakaranlıkta bile tüylerini ürpertti. Kartın tam ortasında ağlayan bir cansız manken vardı çünkü ve utangaç bir poz vererek, dosdoğru Çocuk’a bakıyordu.

“Bu kart da seni kurtaracak olan kişi. Bu kartı asla kaybetme, gideceğin yere kadar yanında taşı.”

“Neden?” dedi Çocuk. “Bu kart da neyin nesi?”

“Hiçbir şey sorma, hiç telaş etme… bu kart sana gecenin bir hediyesi. Şimdi uyu, delikanlı. Çok yorgunsun. Ertesi geceye dek uyanma hiç. Boş ver, gün doğsun, zaman aksın ve şehir yükselip alçalsın ışıklarda, sen bu odada güvenle uyu… unutma, kurtuluşun sahte bir yıkımda değil.”

* * *

Çocuk, terden sırılsıklam olan yatağa geri döndü, lakin bu sefer çırılçıplak soyunarak. Gece yavaş yavaş tükenip, intiharcı meleklerin sızlamaları ile güne dönüşürken, uykuya daldı. Kartlar, kokona ve söylediği esrarengiz sözler acaba nympheroinin yarattığı imgeler dizisinin bir devamı mıydı?

Çocuk uyandığı zaman, kokonanın söylediği gibi sahiden geceydi. Dışarıdan müzik sesleri geliyordu. Sözleri ve enstrümanların zarif tırmalayışları hayal meyal işitiliyordu. “İçinden kuş geçen sokak, içinden ölüm geçen hayat…” Magilum isimli bir gruptandı bu parça. Gemiyle Altaya şehrine indiği gece, sokaklarda başı boş bir halde dolanırken, bir barın önünden geçtiğinde duymuştu bu şarkıyı. Magilum grubu sahnedeydi ve ’04 senesinin bütün soluk milenyum yüzleri orada, rock müziğine karışan biralarını yudumlayarak kendinden geçiyordu.

Çocuk, yavaş yavaş kendine gelirken kokonanın sözlerini hatırladı. Ertesi geceye dek uyanma hiç.

Bir gün boyunca uyuduğu kuşku götürmeyen bir gerçekti. İlk kez böylesine rahat ve deliksiz uyumuştu üstelik. Kokona büyü mü yapmıştı ona? Eğer öyleyse bunun için çok minnettardı Çocuk. Gecenin bir hediyesi. Uyluğuna dek ürperdi.

Saat bire dayanmıştı. Çok geçmeden telefon çaldı. Keşişlerden biriydi. “Aşağıdayım,” dedi ve telefon kapandı.

Dün terden sırılsıklam olan ve yolculuğun kirli soluğunu üzerinde taşıyan kıyafetleri yerine bu sefer temiz kıyafetler giyindi. Ardından kararsız adımlarla, kokonayla karşılaşmaktan korkarak merdivenleri indi. Kadın resepsiyonda, soluk floresanların baş ağrısı gibi cızırdadığı alacakaranlıkta oturuyordu. Çocuk’u görünce hiçbir şey söylemedi. Gülümsemeye benzer bir kırışıklıkla çarpıldı yüzü. Bu çarpıklık, Çocuk tam otelden çıkacakken korkunç bir biçimde gerildi ve açıklığa dönüştü, sanki haykıracakmış gibi, geniş bir açıklık. Zaman bir müddet boyunca öylece durdu. Ne bir ses geldi ne de soluk.

Kokonanın nemli karanlığından kireç rengi bir kelebek kanat çırparak kurtuldu…

Çocuk, bakışlarını kaçırarak sokağa çıktı. Daha fazla katlanamazdı bu sihirbazlık gösterisine. Midesi bulanıyordu. Hemen, oracıkta patlatmak istedi kendini… belki de böylesi daha iyi olurdu.

Gümüş rengi Sentinel, tam karşıda, pusuya yatmış bir hayvan gibi bekliyordu. Yüzüne plastik maskeler takmış koca karılar, sırtı kambur çingene papazlar, yer altına inen bir merdivenin başına kümelenmiş, otelden çıkan Çocuk’u seyrediyordu. Çocuk, papazlardan biriyle göz göze geldi. Adamın burnu bir frengi boynuzu gibi öne fırlamıştı.

Şehir ben uyurken tuhaflaştı mı, yoksa hep böyle miydi? diye geçirdi içinden Çocuk.

Zihnine yuvarlandı bir an için. Moskito’daki yer altı tapınağına döndü. Koi balıklarının dans ettiği havuzun yanı başına.

Ankh orada değildi artık… bu kötü bir alametti.

Çocuk, keskin bıçaklarla dolu upuzun bir ovayı geçer gibi arabaya ulaştı. Ön koltuğa oturdu. “Kadulgaz’a hoş geldin,” dedi rahip. Sesi bir gıcırtıyı andırıyordu. Dazlak kafasında mahakala dövmeleri vardı. “Adım Batu Kurulov. Torğat Mabedi’nde bir yıkayıcıyım. Tarikatlarımız dost. Dolayısıyla biz de dostuz.”

“Öyle,” dedi Çocuk neredeyse umursamaz bir sesle. “Aksi için hiçbir sebep yok.”

“Güzel… kitap yanında mı?”

Çocuk, tek kelime etmeden Deliler Evinde’yi gösterdi. Merdivenin başında toplanmış o bozbulanık kalabalık ise ormanın isimsiz hayvanları gibi dikilmiş, soluk bile almadan arabaya bakıyordu hâlâ. Batu, kitabı onlara sergiler gibi kaldırdı. Kapakta, dilini dışarı çıkarmış Tanrıça Kali, burjuva kuklaların fabrikalarını bombalıyordu ve bulutların ardındaki zeplin şehirlerinde oturan komisarlar, dürbünlerle yeryüzünde gerçekleşen bu kutsal mücadeleyi izliyordu.

“Gayet ürkütücü değil mi?” dedi parmaklarını kapakta gezdirerek. Ellerinin üstü sutra dövmeleri ile kaplanmıştı. Çocuk hiç oralı olmadı. “Neden buraya bakıyorlar?” diye sordu dışarıya işaret edip. “Ve sen bir kadının kireç rengi bir kelebek kustuğunu gördün mü hiç?”

“Onlar hep bakar,” diye yanıtladı ilk soruyu keşiş ve devam etti: “kireç rengi kelebeğe gelince… bazı şeyleri anlatmak onun kutsallığını bozar. Bu, affedilemeyecek kadar büyük bir günahtır. Bu yüzden kireç rengi kelebeği artık düşünme ve bir daha da sorma kimseye. Biz esas meseleyi konuşalım. Kendini hazır hissediyor musun? Hemen bu gece bitirebiliriz. Her şey hazır sayılır.”

“Evet,” dedi Çocuk. “Bitirelim artık. Bir an önce hem de.”

“En iyisi bu,” dedi adam duygusuz, duru bir sesle. “Artık bu otele girdin ve sistem bir şekilde senin burada olduğunu anlayacak… çünkü onlar seni gördü ve fotoğrafını çektiler. Yakında senin yüzünü kullanarak bir maske yapacaklar ve koca karılar bu maskeyi takarak kendini otoban başında pazarlayacak… en iyisi bir an önce bitirmek, fazla geç kalmadan…”

Sokaktan çıkıp bir viyadüğe girdiler. Trafik seyrekti, gece pusluydu. Gökyüzünde yıldızlara karışmış Glasnost uyduları parıl parıl parlıyordu. Uyduların ışığına binmiş erotik gece yayınları televizyonlara akıyordu. Bu saatte açık kalan her televizyon Satürn’den gelen bir kadını enkarne ediyordu. Araç kuzeye meyletti şehrin üzerine kadınlar yağarken. Şehir kademe kademe soyunup giyindi. Devasa brutalist binalar floresan petekleri gibiydi. Sağdan soldan bacalar ve apartman sıraları yükseliyor, hepsi birbiri içine geçerek baş döndürücü bir bulanıklık yaratıyordu. Yol kenarındaki kara aylandızlar geceye karşı ürperip titriyordu. Kafkas Dağları sisli kuzey ufkunda yükseliyordu. Orada parti elitleri için inşa edilen, her türlü lüks ile donatılmış Haz Siteleri vardı. Işıl ışıl parlıyorlardı uzaktan. Sanki melekler balo yapmak için yeryüzüne inmişti.

Kuzeye gittikçe şehir daha da çıplaklaştı. Toplu konutlar ve dev yapılar kayboldu. Nemli gece kasılıp gevşeyerek esrarengiz, soğuk bir gölgeye dönüştü. Virajlarda görkemli rölyefler, çamların arasındaki açıklıkta geceyi seyreden brutalist heykeller vardı. Devrimin kurşuni yüzlerini sergiliyorlardı. Zamanın donmuş epifanisi granitte vücut bulmuştu. Çam korulukları planlı bir intiharın o adım adım yürüyen kararlılığı gibi yolun iki yanını da istila etmişti. Şehir tasarımcıları haz dolu parklar ve koruluklar inşa edelim derken ormanın hain planına ortak olmuştu. Orman, sanki kaybettiği ne varsa geri alıyordu yavaş yavaş.

Yol yukarı meylettikçe taraçalı bir bölgeye girdi Sentinel. Artık burası esrarengiz şeylerin yaşandığı tekinsiz bir diyardı. Villalar, heykellerle dolu bahçeler ve havuzlar vardı bolca. Torğat Mabedi işte bu karanlık tüllerin ardında saklanıyordu. Küçük bir meşe korusu vardı etrafında. Baykuşlar sessizce uçuşuyor, zaman zaman uykudaki bir kalbin o ağır çırpınışları gibi ötüşüyorlardı.

* * *

Araç, rölyeflerin kuşattığı bir açıklıkta durdu. Dünya dışı bir medeniyetin geride bıraktığı, bir çeşit işareti andırıyordu açıklık. Betonla döşenmiş zemine çeşitli tamgalar kazınmıştı. Rölyefler yukarı doğru kalkan bir elin parmaklarıydı sanki. Kabartmalarda teolojik kübist imgeler dans ediyordu. Bir çeşit modernist kitabe miydi bunlar?

Rölyeflerin ilki, puslu gecenin içinde soluk soluk parlayan şehre bakıyordu. Yüzlerce yıl önce Kadulgaz civarına gelen bir Kalmuk hordasının hikayesini anlatıyordu. Kabartmalarda Kalmuk atlılarının kederli lakin mağrur imgeleri, Aziz Kutlu Han’ın gökyüzündeki yalnızlığı vardı.

Bu hordanın torunları 1958 Devrimi’nde eşsiz bir rol oynamıştı.

Ortada duran ikinci kitabede zen dervişleri, devrimci samuraylar, bombardıman uçakları, kızıl yaprakları bir yağmur gibi akan akbudaklar ve yangınlar vardı. Hepsi bir epifani anı gibi zamanın o eşsiz uçurumunda donup, biçimlerini kübist bozunuma armağan ederek, bu rölyeflerde enkarne olmuştu.

Üçüncü kitabe tapınak yönüne bakıyordu. Kabartmalar tapınağın inşasını, iş makinelerini, Kalmuk mitolojisinden bazı bir iki küçük imgeyi ve Aziz Kutlu Han’ın kederini gösteriyordu.

“Bu rölyefler yangınlara ve bombardımana karşı dayanıklı,” dedi Batu. “Bir gün biz gidersek bu rölyefler kalacak… bunları ortadan kaldırmak için ancak denize atmak lazım. Deniz ise koruyucudur…”

Bu anıtsal açıklıktan çıkıp toprak bir yola girdiler. Aysız, karanlık bir geceydi. Meşeler gecenin suskun avcılarına konaklık ediyordu. Ilık sessizlik, bir ağacın yaş halkaları gibi katman katmandı. Soluk alıp verdikçe geçmişin hayaletleri hakikate karışıp geri çekiliyordu. Gökyüzü, uyduların ve yıldızların ışığı ile delik deşikti. Toprağın ta derinlerinden yükselen ıslak bir koku vardı havada. “Burada hayaletler geziniyor,” dedi Çocuk. “Hissedebiliyorum…”

“Ölen benliğini sömürmek istiyorlar,” diye yanıtladı keşiş. “İltihaplı deriyi kemiren sülükler gibi.”

Çocuk tüylerinin ürperdiğini hissetti. Görünmez bir el boğazını sıkıyordu sanki. İçinde kıpırdayıp duran yaşam mıydı bu? Hâlâ bıkmamış mıydı? Hâlâ, durmaksızın, ölümden vazgeçmeye mi çağırıyordu Çocuk’u? Lakin Çocuk yaşamı terk etmeyi koymuştu kafasına bir kez. O, çoktan öldürmüştü kendini…

Vakıa, düşüncelerinden bunalıp başını kaldırınca, bir meşenin gökyüzüne uzanan dallarında, insan başlı kargalar gördü. Kokonanın ağzından çıkan kelebek ne tür dehşet verici bir bulantı yarattıysa, yine aynısını hissetti Çocuk.

“Bunlar da ne?” diye sordu. “Sokakta durup bizi izleyen insanlar mı yoksa?”

“Bunlar daha kötüsü,” dedi Batu. “Zamanında Kadulgaz yöresinde cinlerin musallat olduğu pek çok köy vardı. O köyler devrimden sonra imha edildi. Köylüler de şehrin gözlerden ırak köşelerine tünedi ve yıllar içinde bazıları biçimlerini değiştirmeyi başardı. Burada çok büyük bir güç var. Okültle uğraşan parti elitleri bile elimizden alamadı burayı.”

* * *

Tapınak, derince bir kraterin içindeydi. Brutalist üslupta, üç parçalı bir binaydı. Tam merkezde inci çiçeğinden bir çekirdek gibi yükseliyordu. Krater, sanki bu çekirdekten püskürüp de katılaşan bir alevin yalımları gibi üç taraftan güneş panelleri ve devasa rölyeflerle kuşatılmıştı. Fütürist bir amfitiyatroydu sanki bu. Koruluktan gelen toprak yol, kraterin ağzında muntazam mermer merdivenlere bağlanıyordu. Merdivenler geniş ve yankı yapan bir meydana iniyordu. Bu meydan pürüzsüz, cilalı taşlarla döşenmişti. Tam ortada gaz maskeli bir Buda heykeli duruyordu. Gece kadar kurşuni ve kıpırtısızdı. “Guru Torğat,” diye açıkladı Batu. “1960 yılında, Sinir Odası’nda sokushinbutsuya başladı. Bedenini yaşarken mumyaladı. Onu granitle kapladık. Günü geldiğinde canımız pahasına koruyacağız…”

Tapınağa doğru yürürlerken, Çocuk, aniden arkasını dönüp mumyaya baktı. Kurtuluşun sahte bir yıkımda değil. Sanki, sona yaklaşırken, yavaş yavaş anlamaya başlamıştı kendini nasıl acı bir şekilde bitiriyor olduğunu. Kurtuluş yoktu. Kimse kurtaramazdı Çocuk’u. Sonum tıpkı gurununki gibi olacak, diye geçirdi içinden. Hiçlikle sarmalanmış kaskatı bir kaya parçası. Artık çok geç.

Tapınak, endüstriyel renklerde keşalar giyinmiş yıkayıcılar ve zen dervişleri tarafından korunuyordu. Pek çoğu ayanga dövüşünde uzmandı. Camdan bir duvarın ardında, floresanların aydınlattığı bir oda gördü Çocuk. Gecenin geç saatine rağmen neredeyse trans evresine geçmiş bir grup çömez, cansız mankenler üzerinde ayanga teknikleri deniyordu. Batu Kurulov, Çocuk’u alüminyum ve çeşitli metal alaşımları ile kaplanmış çemberlerden geçirirken, daha kıdemli keşişler etraflarına toplandı ve kötücül bakışlarla Sinir Odası’na yürüyen ikiliyi seyrettiler. Sanki Çocuk’un zihninde ters giden bir şeyler olduğunu fark etmişlerdi.

Acaba kartlar yüzünden mi, diye düşündü Çocuk.

Bir çemberden diğerine akan koridor Sinir Odası’nda sonlandı. Floresanın baygın ışığı ile yıkanan, kalın camlarla kaplı bir kabin gibi daracıktı. Guru Torğat kendini burada mumyalamıştı. Ben ise ölümüme hazırlanacağım, dedi Çocuk. Tüm dünya olağanca hızıyla yıkıma sürüklenen bir intihar mekanizması gibi gözüktü gözüne. Sanki hiç var olmaması gereken ama bir şekilde ortaya çıkmış bir hilkat. Tek çare yok olmak.

Batu Kurulov, camların ardından Çocuk’u izliyordu. Çok geçmeden koridorun öbür ucunda yıkayıcılar belirdi. Ellerinde gümüşi renkte kumaşlara sarılmış bombalar vardı. Törensel bir edayla Sinir Odası’na girdiler.

“Üstündekileri çıkar,” diye komut verdi Batu.

Çocuk heriflerden utanmıyordu. Söyleneni yaptı. Önce çantasını indirdi. Sonra askeri bir dinamizmle soyundu. Bombalar bedenine bağlandı. Ölümcül parçalar beklediğinin aksine hiç de soğuk değildi. Batu, Deliler Evi’ni açıp içindeki şırıngaları çıkardı. Keşişler sıvıyı kendi aralarında paylaştırdılar. Sonra Çocuk’un vücuduna bağladıkları bombaları kumaş şeritleriyle sarmaya koyuldular. Kendilerinden geçmiş gibi pes bir sesle mantra söylüyorlardı. Tanrı Hanuman’ın cesaretini öven ve ondan güç dileyen bir mantraydı bu. Normalde Çocuk’un derisini yırtıp geçmeli, yüreğinde saklanan nüveyi infilak ettirmeliydi oysa hiçbir aksülamel gerçekleşmedi. Hatta Çocuk yıkayıcıların pes sesinden bunaldı.

Kendini hemen oracıkta patlatmak istedi lakin bir düşünce onu engelledi. Yerde öylece duran kotun cebindeki esrarengiz karttı bu.

* * *

Tapınaktaki işleri tamamlandığında saat üçü bulmuştu. Pusuya yatmış bir hayvanı andıran Sentinel ile Strilka Tesisleri’ne doğru yola koyuldular. Kadulgaz’ın geniş otobanları hemen hemen boştu. Koyu mavi bir ışık saçan aydınlatma lambaları ıssızlığı selamlayan devler gibiydi. Gece ağır ağır ilerliyordu. Kocaman brutalist yapılar ve toplu konutlar ürkütücü bir karanlığa gömülmüştü. Şehirden arta kalan solgun ışıklarsa aysız gecenin puslu bulanıklığında dans ediyordu.

Strilka Tesisleri, tapınaktan yarım saat kadar uzakta, kapatılmış yıkıntı fabrikaların arasındaydı. Bölge bir zamanlar Vostok Sendikası’nın Anakara’daki üssüydü. Sendika tasfiye edildikten sonra bölge boşaltılmış, tüm binalara kilit vurulmuştu. Bir zaman boyunca bu yıkıntılar Kadulgaz’ın lotularına ev sahipliği yapmıştı. Bu lotulardan en meşhuru Şah lakaplı Nadir Avşarov’du… KGB tarafından infaz edilmeden önce Kadulgaz’ı lanetlemişti. O lanet yıllar sonra dev bir kargo uçağı ile gelip çıkmıştı.

“Uçak ineceği gün havalimanını bombalamayı planlamıştık,” dedi Batu. “Lakin önce Moskito’daki arkadaşlarımız ile temasa geçmeyi daha mantıklı bulduk. Strilka’nın bu şehre gelmesini, tesisler inşa etmesini, bu işe epey yüklü miktarda yatırım yapmasını beklemek daha iyiydi. Hatta gerekirse güvenini de kazanmalıydık. Hanuman projeksiyonu için Strilka ekipleri ile çalışan bazı dostlarımız var. Onlar sayesinde binaya gireceksin. Yer altı mağaralarına enerji taşıyan boruların kesişim noktası tam da bir koridorun üzerinde. Seni oraya götürecekler. Bense uzakta, bu harap bölgenin dışında bir yerlerde bekleyeceğim. Dostlarımız binadan çıkıp beni aradığı zaman, üzerindeki bombayı patlatacak komutu yollayacağım. Büyük ihtimalle hiçbir şey hissetmeyeceksin. Üzerindekiler oldukça güçlü bir patlama yaratacak. Bu patlama borulardan akan enerjiye karışınca bütün bina havaya uçacak ve yer altındaki tesisler cehenneme dönecek…”

“Harika… tahmin ettiğimden de kolay olacak bu iş,” dedi Çocuk neredeyse keyifli bir sesle. Lakin korku yavaş yavaş kendini gösteriyordu.

Strilka Tesisleri, delik deşik olmuş bir halının ortasında yükselen oyuncak bir kuleyi andırıyordu. Çocuk, binaya girince onu takım elbiseli üç dazlak karşıladı. Tıpkı Batu Kurulov gibi kafalarına mahakala dövmeleri yapmışlardı. Hiçbir şey konuşmadan Çocuk’u bir takım kapılardan geçirip asansöre bindirdiler. Tüm senaryo önceden planlandığı için konuşmak yersizdi. Çocuk, asansörden inince paslı kafeslerle çevrelenmiş bir koridordan yürütüldü. Koridor Glasnost öncesi çağlardan kalma, gaz lambasını andıran sarı bir ışıkla aydınlatılıyordu. Işığın pes buğusu kederli ve sancılıydı. Nihayet yolun sonunda, koridorlardan ibaret bir kavşağın orada, takım elbiseli rahipler Çocuk’u durdurdu.

“Burada bekle,” dediler. Başka da bir şey söylemeden geldikleri gibi kafeslerin sardığı o pes alaca aydınlık kuşağından yürüyüp asansöre bindiler. Ölüm bu kadar yakın ve bu kadar kusursuzken gereksiz yere söylenen her kelime aşağılıktı.

Çocuk yankı yapan loşlukta öylece kalakaldı. Lambaların boğucu sarı ışığı derisini yüzüp geçiyordu. Nefesini tutup kalp atışlarını dinledi. Zihni, artık yaşamdan olabildiği kadar uzaklaşmaya, onun üstesinden gelmeye çalışır gibi, puslu bir boşlukta yüzüyordu. Asansör hiç kuşkusuz yüzeye çıkmış olmalıydı ve o takım elbiseli herifler alelacele binadan kaçıyordu şimdi.

Çocuk huzursuzca kıpırdandı. Koşmak geldi içinden. Sanki yeterince hızlı koşarsa bedenini ardında bırakır, ölmekte olan benliğini kurtarabilirdi. Gözlerini kapadı. Acı bir his omuriliğini yalayıp geçti. Sonun yaklaştığını bildiriyordu herhalde.

Ondan geriye saymaya başladı.

Kalbinin her vuruşu ile bir sayı daha eksildi hayatından. Son sayıyı fısıldadığında kalbi durdu. Benliğinin ücra bir köşesinde sıkışıp kalan çocuksu saflığı alev olup yaktı karanlığı. Gözleri kendiliğinden açıldı. Yüreğinde, tek bir saniyeliğine, o güne dek tanımladığı tüm hisler çarpışıp geriye kesif bir sessizlik bıraktı. Bombalar patlamamıştı ama büyüleyici bir kız duruyordu karşısında…

Hemen hemen yaşıt olmalılardı. Kızın boyu, Çocuk’un göğüs hizasında bitiyordu. Oldukça şirin bir görüntüsü vardı. Şık giyinmişti. Siyah bir ceket, yakaları kabartmalı beyaz bir gömlek ve vücuduna iyice oturan bir kalem etek. Paslı kafeslerle sarılmış bu homurdanan alacakaranlık ona hiç yakışmıyordu. Boynundan sarkan yaka kartında, asistan olduğu yazılıyordu.

Sakaya. İsmi de buydu herhalde.

Kâkülleri, iri ve simsiyah gözlerini gölgeliyordu. Küt kesilmiş saçları omuzlarına düşüyordu. “Merhaba,” dedi incecik, büyüleyici bir sesle. “Burada ne yapıyorsunuz?”

Çocuk hiçbir şey söylemeden öylece baktı.

“Güvenlik protokolünü söyleyebilir misiniz acaba?”

Çocuk, pes bir sesle, “bilmiyorum,” diyebildi.

“Öyleyse ne yazık ki sizi buradan çıkarmak zorundayım. İsminiz nedir?”

“Benim bir ismim yok,” dedi Çocuk. “Benliğim yavaş yavaş ölürken ismimi de kaybettim.”

“Pekâlâ İsmi Olmayan Bey,” dedi Sakaya oldukça şirin bir sesle. Karşısındaki at hırsızı kılıklı herifin ölen benliğini falan pek umursamamıştı galiba. “Beni takip edin. Boşuna hırpalanmanızı istemiyorum. Bu işi profesyonelce çözeceğiz.”

Çocuk, hiçbir şey söylemeden Sakaya’yı takip etti. Koridorun sonundaki asansöre bindiler. Kadın, giriş katı yerine on beşinci katı tuşladı. “Sizi Misafir Lobisi’ne götürüyorum,” diye açıklama yaptı. “Tesisler’in öylesine derin bir bölümüne, güvenlik protokolünü bilmeden nasıl ulaştığınızı sorgulayacağım…”

Acaba üzerindeki bombaların varlığını keşfederse ne yapacaktı? Yoksa şu keltoş herifler Çocuk’u bir tuzağa mı yollamıştı? Yoksa dost falan değiller miydi? Alakar Tarikatı’nın adını biraz daha lekelemek ve sahiden terörist bir imaj kazandırmak için düzenledikleri akıllıca bir oyun muydu bu? Alakariler yüzlerce yıla dayanan sarsılmaz bir geleneğe sahipti, nasıl olurdu da bu keltoşların oyununa gelirlerdi? Çocuk kendini patlatmaya karşı dayanılmaz bir arzu hissetti. Lakin yapamazdı, patlatmayı gerçekleştirecek komut onun elinde değildi…

Misafir Lobisi oldukça geniş ve ferahtı. Ön cephesi Kadulgaz’ı seyreden panoramik pencerelerle çevrelenmişti. Arka cepheyi yaratan duvar ise boylu boyunca bir plazma ekranla kaplıydı. Ekranda, yöresel kıyafetler giyinmiş, durmaksızın dans eden bir halk dansları ekibi vardı. Oda tamamen sessizdi. Plazma ekrandan da hiç ses çıkmıyordu. Yüzleri boyalı kadınlar öylece suskun, karanlıkta dans ediyordu. Çocuk hipnotize olmuş gibi seyre daldı ekranı.

“Bunlar da kim?” diye sordu belli belirsiz bir sesle.

Sakaya, ona bir komut verilmiş gibi hafifçe dikilip, gözlerini kıstı ve ekranı tarayarak, “onlar dans eden bebekler,” diye bir çıkarıma vardı. “Ben de dans edebilirim. Görmek ister misiniz?”

Çocuk hafifçe başını salladı. Kız, kollarını mekanik hareketlerle aşağı yukarı hareket ettirerek, basit bir dans figürü sergiledi. İşte o an Sakaya’nın gözlerine dikkatle bakınca, trajik ama bir o kadar da güzel bir hakikatle karşılaştı Çocuk. Sakaya sentetik bir periydi. Dış Kemer üretimi bir androiddi. Kayıtsızlıktan uyandırılmış, elektrik devreleri ile ayakta kalan bir mucize. Vücuduna bağlanmış bombalar infilak etmedi ama yüreğinde, sessizliğin içinde kımıldayan, korkunç bir deprem gerçekleşti Çocuk’un. O esrarengiz karttaki cansız manken Sakaya’ydı işte.

Kız, “dansımı beğendiniz mi?” diye sordu büyüleyici sesiyle. Çocuk, panoramik pencerelerin ardında hafifçe değişmeye başlayan karanlığa baktı. Yüreği sızım sızım sızladı. Gecenin bir hediyesi. Gayri ihtiyari, neredeyse telaşlı bir hareketle kartı cebinden çıkardı. Kıza yaklaştırıp bakınca karttaki cansız mankenin Sakaya’ya dönüşmüş olduğunu gördü.

Bombalar patlamadı.

Sakaya, “İsmi Olmayan Bey,” diye sessizliği bozdu. “Sorguya bir masal anlatarak başlamak istiyorum. Masalın ismi Yanan Zürafa. Çok uzun zaman önce benliğinizden kopup gitmiş lakin hiç durmadan aradığınız o kutsal imge. Bu gece, sizi acımasızca sorgulamadan önce, bu kutsal imgeyi geri kazandıracağım size. Belki de isminizi yeniden hatırlarsınız?”

Yanan Zürafa. Nereden biliyorsun sen bunu, diye sormak istedi lakin yapamadı Çocuk, kuru bir hıçkırık boğazını tırmaladı. Acılarla dolu hayatını Sakaya isimli bu mucizeye ulaşmak için mi yaşamıştı? Çektiği tüm azap bu muzie için miydi? İdrakın etkisi ile yere yığıldı. Kızın silinip gideceğinden, bir parça ışık olup karanlığa karışacağından korkuyordu. Gitmesin diye bacaklarına sarıldı. Hiç bırakmak istemiyordu artık Sakaya’yı. Gözlerini sımsıkı yumdu.

Açmayacağım gözlerimi, diye fısıldadı.

Kendini hemen oracıkta patlamak istiyordu. Bir sonraki an hakikatin değişeceğinden korkuyordu çünkü. Sakaya’nın olmadığı o çirkin hakikatine geri dönmekten korkuyordu. Lakin patlamayı yaratacak komut elinde değildi ki? İşte ilk kez, yaşamın yankısını en tiz ve en çıplak haliyle duydu yüreğinde. Ya bombalar tam da mucizesine kavuşmuşken patlasaydı? Hayır, diye haykırdı yüreği. Ölmek istemiyorum artık.

Gözleri fal taşı gibi açıldı. Panoramik pencerelerin ardında uçan Kireç Rengi Kelebek’i gördü. Kelebek, gümüş tenli bir dolunay doğuruyordu.

Temmuz 2020-Mağusa

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Selam Tuğrul,

    Şaheser bir eserdi… (bak farsça kelime oyunu da yaptım :wink:)

    Senin betimleme ve metaforlarını döktüğün tamlamalarını zaten çok sevsem de, bu sefer, takip edebildiğim bir olay örgüsünü de okumuş, ve bu olay örgüsünün dayattığı lineer gerçekliğin öykünün ruhuna hiçbir zarar vermeden anlatılmasına şahit olmuş olmam beni gerçekten bir şaheserle karşı karşıya olduğuma inandırdı.

    Tek tek aklımda kalan birçok güzel cümle/tanım/tespit olsa da buraya hepsini yazamam. Ve kendini arkadan hissettiren evren de gizli gizli fantastik bir dünyanın kurulduğunu müjdeliyor. Doğduğun topraklara v tarihçesine değinmen de cabası…

    Bu arada çocuk android sanırım.
    Ve bir küçük eleştiri. Bazı icat edilmiş ya da adapte edilmiş kelimeleri bir çok kez kullanmak okuyucuyu havadan bir anlığına çıkarabiliyor. Örnek; “Brütalist”

    Her şeyin sonunda ellerine sağlık.
    :raising_hand_man:

  2. Selamlar,

    Şu müthiş kelime oyunu günlerdir kafamın içinde dönüp duruyor, akla takılan bir şarkının sözleri gibi. Şaheser bir eser… şaka bir tarafa iltifat için teşekkür ederim :slight_smile:

    Eleştirine son derece hak veriyorum. Bazı kelimeleri illaki kullanmak isteği başa çıkamadığım bir hastalık gibi ve bu da bazen yazdığım şeyleri abuk sabuk bir hale getirebiliyor. Bu arada brutalist (ya da gerçek ismiyle brütalist) mimariye bayılırım.
    Yine de bu hastalıkla baş etme konusunda uzun yollar kat ettiğimi düşünüyorum: eskiye kıyasla şimdiki yazılarım daha okunaklı, daha düzenli hiç olmazsa. Uzun bir çağ kadar geçmişte kalmış gibi hissettiren o karanlık yıllarda yazdığım şeyler neredeyse okunmayacak kadar karmaşık ve de abuk sabuk bir halde. Hiç olmazsa bunların üstesinden gelmişim. Aslında biraz daha zamanım olsa bu hikayeyi çok daha okunaklı ve çok daha güzel bir hale getirebilirdim. Bu tema için defalarca kez bir şeyler yazıp sildim ve nihayetinde sadece teslim tarihine bir hafta kalmışken bu hikayeyi yazabildim.

    Bir not olarak şu Kadulgaz şehir devletinin Artvin ve Batum arası bir yerde olduğundan bahsetmek istiyorum. Bu iki şehrin karışımına ek olarak Kars ve Iğdır da eklenince ortaya Kadulgaz çıkıyor.

    Son olarak bu güzel yorumun için ve eleştirin için, çok minettarım.

  3. Yorumunu okuyunca kendimi inan ki çok mahcup hissettim. Bir o kadar da mutlu oldum. Her şeyden önce sadece yazdıklarımın okunduğunu görmek bile gurur verici. Hele bir de böylesine güzel ve bir o kadar hakikatli bir yorum almak…
    İnsan yazmanın zevkine bir kez varınca bundan artık vazgeçmesi imkansız ama bazen böylesine yüreklendirilmeye de ihtiyaç duyuyor.
    Eleştirilerin tümüne katılıyorum. Hepsi iyi tespit edilmiş, bunları mutlaka bir sonraki hikayelerim için değerlendireceğim.
    Ne yazık ki bu hikayeyi şu an okuduğumda bile gözüme bir iki tane hata çarpıyor, birbirini tekrar eden fiiller, aynı kelimeyi aynı paragraf içinde iki defa kullanışım… Bunlardan dolayı çok üzgünüm. Daha fazla vaktim olsun isterdim.
    Öykü seçkisi temalarına hep saygı göstermişimdir ve her seçki için yeni hikayeler yazmaya gayret etmişimdir. Gelelim bu tema için, tabiî olarak, iki kat daha fazla özenli davrandım. Bundan önce bir iki hikaye daha yazmıştım ama hepsi kelime sınırını aşıyordu. Bu yüzden onları elemek zorunda kaldım. Her denememde sanırım temadan biraz daha uzaklaştım. Bundan dolayı da üzgünüm.
    Esasında, itiraf etmeliyim ki, bu hikayenin konusu aklımda uzun zamandır dönüp duruyordu. Ben de şansımı denemeye karar verdim ve aklımda dönüp dolaşan fikri bu temaya uyarladım, üstelik fazla zamanım kalmamıştı.
    Hikayenin belki de şu hali ve yaptığım hatalar, pişmek için henüz daha çok yolumun olduğunu, çalışmaya ve de zamana ihtiyacımın olduğunu gösteriyor. İnsan bazen kendi hatalarına karşı körleşiyor gibi. İkinci bir göz tarafından okunmaya ve hatalarına ışık tutulmasına ihtiyaç duyuyor. Bunlar için çok ama çok minnettarım.

  4. Selam tekrar Tuğrul.

    Bence anlaşılmak veya hissettirmek aynı güce sahip. O sebeple bunu bir hastalık olarak tanımlama bence.

    Ve brütalist mimari o kadar da zalim gelmedi bana :raising_hand_man:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

2 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for Tugrul_Sultanzade Avatar for MuratBarisSari Avatar for Gurlino