Öykü

Hayalet

“Çilli” Mullheim şehrin kuzey yakasında çok uzun zaman önce terkedilen, dışarıdan bakıldığında değil içine girmek, yanından bile geçmenin cesaret isteyeceği eski depoya doğru ilerlerken, bir yandan etrafı kolaçan ediyor bir yandan da kendi kendine ıslık çalarak dün gece Baron’un Yerinde ilk defa dinlediği güzel şarkının melodisini tutturmaya çalışıyordu. Çiseleyen yağmur yüzünden pelerininin başlığını çekmiş, elleri ceplerinde dünyanın bütün dertlerinden uzakmışçasına ve sanki şehrin en belalı yerinde değilmişçesine rahat davranıyordu. Eh, bir çete reisi olmak işte insana böyle avantajlar sağlardı. Özellikle de uzun süredir o konumu korumuş insanların saygısını da kazanmışsa. Gerçi saygı arkadan gelebilecek bir oka ya da hançere karşı koruma sağlamazdı ama insan tek başına yürüyüp ıslık çalamayacaksa hayattan nasıl zevk alabilirdi ki? Henüz yirmili yaşlarının başında olmasına rağmen neredeyse bütün hayatı sokaklarda geçtiği için aslında hayat tecrübesi açısından, ömrünü evden işe işten eve giderek geçiren pek çok ihtiyara ders verebilecek kadar görüp geçirmişti. Hatta şehirdeki şu ünlü üniversitelerden birinde hoca bile olabilirdi. Bir an ıslığı kesip olduğu yerde durdu ve başını kaldırıp gri gökyüzüne bir süre baktı.

“Uygulamalı Hayat Dersi” dedi ve devam etti “Evet, eğer üniversitede hoca olursam vereceğim dersin adı bu olurdu” dedikten sonra sırıtıp, eller ceplerde tekrar bulunduğu dar sokakta yoluna devam etti.

Dışarıdan bakıldığında onun her gün karşılaşılan sıradan biri gibi göründüğü fark edilebilirdi. Hadi o kadar sıradan değil de bir haylaz demek daha doğru olur. Orta boylu, ince vücutlu ve çilli suratlıydı ki lakabı da zaten buradan geliyordu. Eğik bir burun, kırık bir üst ön diş ve çiller onun sıradan çok, haylaz birisi gibi görünmesine sebep olan özelliklerdi. Sanki çocukluğunda çok yaramazmış da büyüdükçe biraz daha olgunlaşmış gibi… O burnun henüz dokuz yaşındayken ekmek çalmaya çalıştığı sırada kırıldığını ya da dişin de yine aynı fırıncının küreği tarafından kırıldığını neredeyse kimse bilmezdi. Mullheim, burnu ve birkaç ay sonrasında da dişi kırıldığında hep şunu düşünmüştü; tamam ekmek çalmak bir suç ve fırıncı da kızmakta haklı. Ama bu bir çocuğun suratına fırın küreğiyle vurmak için geçerli bir sebep mi? Hayatta kalabilmek için acımasız mı olmak gerekir yoksa acımasız olmak aslında bir seçim midir?

En sonunda acımasız olmanın bir seçenek olduğuna karar verdiğinde bunun yerine göre gerekli olduğunu ve bir hayat tarzı olarak bunu benimsemenin yanlış olduğuna karar vermişti. Üstelik birisine yanlış yaptığı için bir ders vermek istenirse, bu bazen sırf karşıdakinin iyiliği için biraz acımasızca da olabilirdi. İşte bu yüzden Mullheim da zamanı geldiğinde o fırıncının dükkanına gecenin bir vakti gidip önce içeriden küreği almış ve sonra da dışarıda gizlenerek adamın gelmesini ve sabah olmadan işe koyulmasını sabırla beklemişti. Fırıncı tam kapısının önüne geldiğinde arkadan ona seslenip hızla küreği adamın suratına indirmişti. Üstelik birkaç sefer… Ardından da adamın ağzını, ellerini ve ayaklarını bağlayıp dükkanın tam karşısındaki evin bahçe duvarına yasladıktan sonra tüm fırını ateşe vermişti. Zaten yarı baygın ve yüzü tanınmayacak hale gelmiş olan zavallı adam dükkanı yanarken inlemekten başka bir şey yapamamıştı. “Evet sevgili dostum bu sana bir çocuğun yüzüne kürekle vurmamayı öğretir sanırım” demişti Mullheim bir yandan da alevleri izlerken.

Deponun kapısından içeri girdiğinde hala ıslık çalmaya devam ediyordu. Dışarıdan izbe ve terkedilmiş görünen mekân içte bambaşka bir dünyaydı. Kendi çetesinin merkezi olmakla birlikte şehrin başka yerlerinde tabii ki gizli mekânları da yok değildi. Ama Mullheim bu depoyu daha ilk bakışta çok beğenmişti. Hem şehrin en korkulan yerinde olması hem de mahallelerden biraz daha ayrı durması sebebiyle o ve çetesini dosta düşmana karşı güvende tutuyordu. Yerler tertemiz ve kısmen halı döşeliydi. Etrafa rahat koltuklar serpiştirilmiş ve etrafında sandalyeler olan yuvarlak masalar koyulmuştu ki genelde o masalarda çocuklar kağıt oynar ya da içerlerdi. Deponun girişinin diğer ucundaysa Mullheim’in masası ve arkasında da kütüphanesi bulunurdu. Şaşkınlık verici değil mi? Bir çete reisinin kitaplarla ne işi olabilirdi ki? Ancak Mullheim kültürlü olmayı sever ve üstelik kılık değiştirip her çeşit insanla bir araya geldiğinde bilgili görünmeyi önemserdi.

Birkaç yıl önce valinin makam odasından çaldıkları uzun sırtlı yumuşacık deri koltuğu çekip masasına oturdu ve hemen sağ kolu Cedric bir yerlerden elinde kahve fincanıyla yanına geldi.

“Günaydın patron, nasılsın bugün?”

“Çok çok iyiyim Cedric, hatta o kadar iyiyim ki enerjimi atmak için birkaç binaya tırmansam mı diye düşünüyorum.”

“Eh işte bu güzel haber” dedi yardımcısı gülümseyip, “Ruh halin kötü olduğun zamanlarda ilk bana sarıyorsun çünkü.”

“Bir goblin olarak ne kadar da açık sözlüsün” dedi Mullheim sırıtıp kahvesinden bir yudum aldıktan sonra.

Cedricle çok uzun zamandır beraberlerdi ve onun bir goblin olması hiç umurunda değildi. Mullheim hiçbir zaman ırkçı birisi olmamış ve ırkçılık kafasını da hiç anlayamamıştı.

Hemen hemen bir elli boyunda olan yardımcısı uzun pardösüsünü çıkartmadan patronun karşısındaki koltuklardan birisine rahat bir şekilde oturdu. “Sana harika bir haberim var” dedikten sonra cebinden kesesini çıkartıp sigara sarmaya başladı.

“Hep de haberlerin etkisini artırmak için bir süre beklersin” dedi Mullheim yarı kızgın yarı şakayla.

“Böylesi daha zevkli patron” dedi goblin yaktığı sigarasının dumanı arasından. “ Üç ya da dört gün içinde Tigga’dan bizim şehre doğru altı fıçı mürekkep taşıyan bir araç buradan onlara eşlik etmesi için gönderilen iki muhafızla beraber yola çıkacak.”

“Ne? Altı fıçı mı?” diye sordu patron şaşkınlık ve keyifle. “Bir sene iş yapmasak bile onlardan kazanacağımızla rahat rahat geçiniriz.”

“Evet büyük bir balık” diye onayladı Cedric üflediği dumanın arasından.

“O zaman haritayı getir bakalım”

Goblin çevik bir şekilde sandalyeden kalkıp haritayı getirdi ve masanın üzerine serdiler.

“Yolculuk muhtemelen beş ya da altı gün sürer” diye söze başladı Çilli. “Sence hangi handa kalırlar? Garron sınırındaki mi yoksa ondan önceki Qatara kasabası mı?”

Cedric sigarasını uzatarak kasabayı işaret etti, “Ben olsam orada kalmazdım, böylece orman sınırındaki handa dinlenir ormanı kamp yapmadan geçerdim.”

“Ben de olsam öyle yapardım ama onlar biz değil. Acaba tuzağı orman sonrası için mi kursak dostum?”

“Biz en iyisi üç ayrı plan yapalım patron” diye cevap verdi Cedric her zamanki iş ciddiyetiyle.

 

Martha belli etmeden derin bir iç çekerek hayal kırıklığını gizlemeye çalıştı. Şehir kapılarından çıkmak için uzun bir kuyruğu beklemeleri gerekiyordu ve bu da sürücü koltuğunda yanı başında oturan büyük babasından her an azar ya da hakaret işitebileceği anlamına geliyordu. Gerçi yola koyulduklarında da o kötü ruhlu ihtiyar ona rahat vermeyecekti ama en azından adam dikkatini daha çok yola vereceği için kendisini biraz rahat bırakabilirdi. Hemen hemen iki ay önce başkentten gelen altı fıçı mürekkep siparişini duyduğunda sevinçten havalara uçup kendi kendine gizlice dans etmişti. Çünkü ne zaman yüklü bir sipariş alsalar büyük babası onları bizzat teslim ederdi ve Martha da birkaç gün rahat nefes alıp hayatının en mutlu, kaygıdan ve korkudan uzak günlerini yaşardı. Üstelik bu defaki yolculuk gidiş gelişle beraber en az on beş gün süreceği için Martha’ya adeta rüya gibi gelmişti. Derken mutluluğu çok kısa sürmüş ve hayalleri her zamanki gibi yarım kalmıştı.

“Sen de benimle geliyorsun seni lanet olası, sana benden o kadar uzun süre ayrı kalma mutluluğunu yaşatacağımı mı sandın?” demişti büyük babası sarhoş bir halde Morti’nin Yerinden gece geldiğinde. Martha ifadesiz bir yüzle başını sallamış ve sonra da sessizce yatağına gidip daha da sessizce ağlamıştı. Uzun bir süre önce daha küçük bir çocukken yüzünü ifadesiz tutmayı öğrenmişti. Büyük babası olacak olan o canavara hiçbir şekilde duygularını belli etmek istemiyordu. Çünkü gösterdiği herhangi bir ifade; şaşkınlık, sevinç, üzüntü ya da hayal kırıklığı hemen adamın tepkisini üzerine çekiyor, en iyi zamanlarda yalnızca hakaret en kötü zamanlarda da dayak ve aç kalmayla karşılaşıyordu. Ünlü bir mürekkep imalatçısı olan büyük babası torunuyla ilgili her şeye sinirlenebilirdi. Gülmesine, ağlamasına, konuşmasına, yatmasına, yemek yemesine, saçlarına, kıyafetlerine kısacası her şeye ama her şeye bir bahane bulup kızar, söver ya da döverdi. O yüzden Martha da olabildiğince ondan kaçınır gözüne görünmemeye çalışır ya da eğer mürekkep üretiminde yardım ediyorsa sessizce, neredeyse nefes almadan çalışırdı. Önceleri komşuları ya da çevreleri yaşlı adamı küçük kıza bu şekilde davranmamasını öğütler ve adamı kınarlardı. Onlar bu şekilde davrandıkça büyük baba torununa daha sert daha acımasız davranırdı. Bu yüzden zavallı çocuğun iyiliği için kimse onlara karışmaz olmuştu. İhtiyar mürekkepçi bu dünyadaki tek torununa ne doğru düzgün kıyafet alır ne de sağlıklı bir şekilde beslenmesi için çabalardı. Kızın üstündeki eski püskü kıyafetleri görenler ona bir şeyler vermeyi denemişlerse de sonuç verilen hediyelerin kapı önünde yakılması olmuştu hep.

Martha neden böyle bir muamele gördüğünü yıllar boyunca anlamamıştı. Öyle ya adam büyükbabasıydı ne bir yabancı ne de uzak bir akraba. Her gece yatağa gözü yaşlı girdiğinde bunu sorgular ama cevap alamazdı. Bir akşam yine ihtiyar eve kör kütük sarhoş döndüğünde Martha’yı uyandırıp sebepsiz yere bağırıp çağırdığında kız en sonunda patlamıştı.

“Neden?” diye sormuştu hıçkırıklar arasında, “Büyükbaba neden bana böyle davranıyorsun?”

“O alçak baban yüzünden” diye cevap vermişti ihtiyar alkolden ve sinirden kızarmış bir yüzle. Elinde tuttuğu kasketini yere fırlatıp bir ayağıyla ezerken bir yandan da “Annen olacak o sürtüğe o adamla evlenmemesini söyledim defalarca. O lanet orospu benim biricik kızımdı ve gidip bir sokak serserisine kaçtı” dedikten sonra nefes nefese kalıp sarhoşluğun da etkisiyle olduğu yere çökmüş “Sonra bir gün kapıma seni getirdiler, o ikisinin geberdiği haberiyle beraber ve bir de kolyeyle ki sen buna asla sahip olamayacaksın” deyip elini gömleğinin üzerinden kolyeye vurmuştu.

“Ve sen” diye devam ederek titreyen parmağını kıza uzatmış, “Annene bu kadar benzediğin için en büyük suçlu da sensin. Şimdi defol git yatağına yoksa dışarıda köpeklerle uyursun!”

En sonunda şehir kapılarından çıktıklarında Martha da rahat bir nefes almıştı. Belki yanındaki lanet olası adamdan uzun bir süre ayrı kalma hayali suya düşmüştü ama en azından yeni yerler göreceği için içinde gizlediği bir heyecan vardı. Böylece çaktırmadan mutlu hissetti kendisini. Zaten o hep öyle yapardı… Küçük şeylerden mutlu olmayı çok uzun süre önce öğrenmişti. Yoksa başka türlü nasıl katlanacaktı ki bu zalim hayata? Her zaman en sıkıntılı anlarda bile mutlu olabilecek, kendisini iyi hissettirecek bir sebep bulmak için uğraşırdı. Eğer ihtiyar o gün onu dövmemiş sadece hakaret etmişse, gece yatağa girdiğinde Oh derdi Bugün en azından dayak yemedim ya da ihtiyar zil zurna sarhoş eve geldiğinde onu uyandırmadan yatağına girmişse İşte deliksiz uyumak için iyi bir fırsat der ve mutlu olurdu. Hele ki aldığı siparişleri teslim etmek için birkaç gün uzaklaştığında daha adam evden çıkar çıkmaz mutluluktan oturur ağlardı ki kapılar ve pencereler üstüne sıkı sıkıya kilitlenirdi. Ancak kızın bu bir deri bir kemik haline acıyan komşuları ihtiyarın tamamen gittiğinden emin olduktan sonra çilingir yardımıyla kapıyı açıp kıza yiyecek bir şeyler verirler ve sonra kapıyı tekrar üstüne kilitlerlerdi. Neredeyse evden hiç çıkmadan üstü ev, altı imalathane olarak kullanılan bu viranede yaşıyordu. Büyükbabasının hatırı sayılır bir serveti olmasına rağmen hem kendisine hem de torununa fakirlik içindeymişçesine bir hayat yaşatıyordu.

“Kime diyorum ben lanet olası?” diye dirseğiyle sert bir şekilde dürtüldüğünde Martha daldığı hayallerden sıyrıldı.

“Affedersin büyükbaba ne sormuştun?” diye sordu çekinerek ve kendisini dışarının güzelliğine kaptırdığı için kızarak.

“Sana ben bir şeyi her defasında iki tekrar etmek zorunda mıyım? Peki sen bu kadar aptal olmak zorunda mısın?”

“Ben dalmışım…” diye anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı Martha bir yandan da hemen yanı başlarında at süren muhafızın yaşananları duyduğu halde sırf kız daha fazla utanmasın diye duymuyormuş gibi yapması onu daha fazla utandırmıştı.

“Sen zaten ancak dalarsın. Hesap defterlerini sandıklara koydun değil mi? Eğer koymadıysan…” dedikten sonra ona öyle bir yüz ifadesiyle bakmıştı ki kızın normalde de beyaz olan yüzü kireç gibi oldu.

“Evet, evet hepsi sandıkta.”

Serin bir ilk bahar gününde çıktıkları yol onları başkente kadar götürecekti ve Martha adeta etrafındaki her şeyi yutar gibi gizli bir ilgiyle izliyor ama tekrar hayallere dalmamak için içten içe kendisini sürekli uyarıyordu. Onlara eşlik eden muhafızların birisi ön tarafta sürücülere yakın diğeri arka tarafta at sürüyorlardı. Taşıdıkları mürekkepler birinci kaliteydi ve altı fıçı çok yüksek bir miktardı. O yüzden yanlarındaki adamlar da tepeden tırnağa silahlanmış sıkı adamlardı.

“Niye kaçmıyorsun?” diye sormuştu Sudde ona bir keresinde. Büyükbabasının arkadaşlık etmesine izin verdiği tek kişi adamın otuz yıllık komşularının kızıydı. “Bu zalimin yanında daha ne kadar kalacaksın ki?”

“Yapma ama, nereye kaçayım? Ne yol bilirim ne de gidecek yer. Tanımadığım bir dünyada başıma kim bilir neler gelir.”

“İyi de daha kötü ne olabilir ki? Zaten en kötüsünü yaşıyorsun. Lanet olsun öyle bir büyükbabaya” demişti Sudde ateşli ateşli. “Nereye gidersen git buradan daha mutlu olacağın kesin.”

Sana bunları söylemesi kolay tabii diye içinden geçirmişti Martha. Seni seven bir ailen huzurlu bir hayatın var. Kaç da nereye kaç?

Martha da neredeyse ilk günden beri evden kaçmanın hayallerini kurardı. Bir akşam yaşlı ihtiyar sızdığında cebinden kesesini ve evin anahtarlarını alıp kaçmayı defalarca ama defalarca düşünmüştü. Hatta ona zaman kazandırsın diye çıktığında kapıyı arkasından kilitleyecek ve büyükbabası uyandığında kapıyı açmaya uğraşırken -ki pencerelerin hepsi de demirliydi- içeride uzun süre uğraşacak ve tabii bu arada sinir krizleri geçirecekti. Belki de yakınlarda bir yerlerde saklanır ve evi gözleyerek onun bu sinir krizlerine şahit olup biraz eğlenirdi bile. Ancak bunların hepsi boş hayallerdi. Her şeye rağmen kendi yaşadığı yer hiç bilmediği tehlikelerle dolu dünyadan daha güvenliydi. Tüm o hakaretlere, aşağılanmalara ya da dayaklara rağmen en azından başına çok daha kötülerinin gelmeyeceğinden emindi. Ne olursa olsun büyük babası ona tecavüz etmez, hırsızlığa zorlamaz ya da bir geneleve satmazdı ki böyle hikâyeler zaman zaman sağdan soldan kulağına gelirdi.

Yolculuklarının ilk akşamı dışarıda kamp yapıp uyumuşlar ve günün ilk ışıklarıyla yola çıkmışlardı. Ancak ikinci gün hava kararmadan hemen önce isminin Qatara olduğunu duyduğu büyük bir kasabaya geldiler. Martha’nın dikkatini çeken ilk şey buradaki yapıların hepsinin ahşaptan olduğuydu. Kendi yaşadığı şehirde yıllar yıllar önce çıkan büyük yangından sonra evlerin hemen hepsi taştan inşa edilmişti. O yüzden ahşap evler görmek hem Martha’yı şaşırtmış hem de çok hoşuna gitmişti.

“Daha önce kararlaştırdığımız gibi burada konaklayalım beyler” dedi büyükbabası muhafızlara.

“Garron sınırında konaklasak daha iyi, ormanda yatmak zorunda kalmayız” diye cevap verdi siyah bıyıkları iyiden iyiye grileşmiş olan daha yaşlı muhafız.

“Aslında haklısınız” diye cevap verdi ihtiyar bir yandan tek gözünü kısmış bir yandan da düşünceli bir şekilde kafasını kaşırken, “Ama buradaki handa arabalar için kapalı yer bulmak mümkün ve soygun endişesi taşımayız. Diğer zamanlarda arabanın çevresinde zaten hep biz olacağız.”

“Yollarda soygun kolay kolay duyulmuş bir şey değil” dedi daha genç olan muhafız bir yandan da çenesini ovuştururken, “Hele ki başkente bu kadar yakınken.”

“Hayır, tedbirli olmak daha iyi” dedi diğer muhafız. “İş işten geçtikten sonra adamların peşine düşmekten iyidir.”

En sonunda Zıplayan Midilli hanında durduklarında Martha’nın her yeri tutulmuştu. Arabadan inip gayri ihtiyari vücudunu esnetirken başının arkasına tokat yediğinde neye uğradığını şaşırdı.

Büyükbabası kolundan sertçe yakalayıp kendine doğru çekti, “Ne yaptığını zannediyorsun öyle, erkeklere davetiye mi çıkarıyorsun yoksa?” diye sıktığı dişlerinin arasından tükürük saçarak sordu.

“Sadece kendime gelmeye çalışıyordum” diye cevap verdi kız utançtan alev almış ve dolmuş gözlerle.

“Annen gibi bulduğun ilk kucağa atlayamayacaksın, bir koca bulup kurtulurum sanma sakın. Duydun mu beni?”

“Evet büyükbaba” dedi Martha sıktığı dişlerinin arasından. Gözünden bir damla yaş aktı ama yüzü gece karası saçlarının arasında yarı yarıya gizlendiği için bunu kimse fark etmedi.

Hanın geniş salonuna gidip oturduklarında hancıdan hemen yiyecek ve içecek bir şeyler istediler.

“Bize üç oda” dedi ihtiyar “Birer oda muhafız beylere bir oda da bana. Şu kıza da arabanın yanında yer yatağı yapın.”

“Bu yaptığın biraz fazla değil mi?” diye sordu yaşlı muhafız, “Bu çocuk bu kadar kötü davranılmayı hak etmiyor bence.”

Martha ihtiyarı iyi tanırdı, adam sinirlendiğinde yüzü kireç gibi olur alnında hemen bir damar belirirdi. Hadi bakalım lanet olası bu adamlara da bağır da görelim diye içinden geçirdi Martha büyük bir umutla. Ancak ihtiyar hiçbir zaman aptal birisi olmamıştı.

“Bakın beyefendiler, bu bir aile içi mesele ve lütfen karışmayın. Siz işinizi yapın gerisi bizim aramızda” dedi büyükbaba zorlama bir sakinlikle ve bunun üzerine muhafızlar da omuz silkip başlarını çevirdiler.

Sofraya gelen yemekler Martha’nın uzun süredir yemediği kadar lezzetliydi. Hepsi hem yorulmuş hem de acıkmışlardı. Üstelik ihtiyarın ortaya söylediği bir testi şarap muhafızların da keyfini epey yerine getirmişti. Gecenin ilerleyen saatlerine doğru Martha tam yerinden kalkacakken masalarına ondan birkaç yaş daha büyük görünen düzgün giyimli bir genç yanaştı topallayarak.

“İyi akşamlar iyi beyefendiler”

“İyi akşamlar genç adam ne vardı?” diye sordu yaşlı muhafız.

“Benim adım Timo, sizi içeri girerken gördüm ve başkente gideceğinizi öğrendim. Bir ücret karşılığında beni de arabanıza alır mısınız?”

Muhafız cevap vermeden önce tepeden tırnağa genci süzdü. Martha da istemeden olsa karşılarında mahcup bir şekilde durmuş yıpranmış ama tertemiz kıyafetleri olan bu temiz yüzlü gence bakmadan edemedi.

“Ne işin var başkentte” diye sordu ihtiyar alkolün verdiği gevşeklikle.

“Okumaya gidiyorum efendim, ancak at alacak ya da araba kiralayacak durumumuz yok. Babam öldü ve annem de ancak bize bakıyor” dedi dolu gözlerle.

Bunun üzerine muhafızlar ihtiyara baktı ve ondan bir cevap beklediler.

“Ehhh, tamam madem” dedi büyükbaba bir elini sallayıp, “Güneş doğarken yola çıkmaya hazır ol.”

“Çok teşekkür ederim iyi efendim” dedi genç gözleri parlayarak ve dolarak, “Yol hazırlıkları yapmadıysanız ben ilgileneyim” dedi hevesle.

“Aferin evlat çalışkanlar her zaman kazanır. Başkente kadar yetecek yiyecek ve şarap ayarla, ücretini bize yazsınlar.”

Martha büyükbabasının eşyalarını odasına çıkarttıktan sonra, içeride sadece üç tane arabanın olduğu, cılız bir şamdan ışığıyla aydınlatılmış, korkutucu görünen araba binasına gelip kendi arabalarının yanında onun için üstü örtüyle kaplanmış samandan bir yatak hazırlanmış olduğunu gördü.

“Demek geldin” dedi yaşlı muhafız arabanın arkasından çıkarak.

Martha korkudan olduğu yerde sıçrayıp geriye doğru birkaç adım attı. “Korkma evlat sana zarar verecek değilim. Sadece…” dedikten sonra belinden kınıyla ufak bir hançer uzattı “Şey, bu yanında kalsın” dedikten sonra kızın eline tutuşturup oradan ayrıldı.

Pencereden vuran ay ışığı demir parmaklıkların gölgesini oradan asla kaçamayacağını Martha’ya hatırlatır gibi yatağının yanına, yere vuruyordu. Kapısının girişinden gelen uyanıkken bile duyulması neredeyse imkansız sesi duyduğunda bilerek gözlerini açmamıştı. Kalpsiz ihtiyar yüzünden derin uyku uyumak onun için imkansızdı. Çünkü zaman zaman zavallı kızı sebepsiz yere uyandırmaktan zevk alırdı. O yüzden çaresiz torunu da uyurken duyduğu her sese tepki verir olmuş, uyandırılmadan uyanmaya ve gelecek olana hazırlanmayı öğrenmişti. Her zamanki gibi uyuma numarasına devam etti. Belki de ihtiyar onu bu gece rahat bırakırdı. Adam sessizce yatağa yaklaştı ve Martha kendisini hazırladı. Ancak uzun süre bekledikten sonra başka bir ses duymadı. Belki de ben fark etmeden gitti diye düşündü umutla ancak bir an sonra hemen başının yanında duyduğu bir sesle dehşete kapıldı ve gözlerini açtı. Eğer yıllar boyunca kendisini tepkisizliğe eğitmemiş olsaydı çığlığı basardı, çünkü hemen yanı başında bir siluet arkası ona dönük sessizce arabanı brandasını kaldırıyordu. Başının üstüne asılı şamdanın iyice zayıflamış ışığında Martha bu kişinin yanlarına gelen genç olduğunu anladı. Ancak bir tepki vermek yerine korku ve merakla neler olacağını izlemeye başladı. Timo bir gölge kadar sessiz hareket ediyordu ve bir an başını arkaya çevirip aşağı baktı ama Martha çoktan gözlerini kapatmıştı bile. Genç adam tekrar önüne dönüp cebinden bir kağıt çıkartıp açtı ve şarap testisinin kapağını aralayarak kağıdı içeri doğru eğdikten sonra geldiği kadar sessiz bir şekilde adeta bir kedi gibi çıkıp gitti. Üstelik topallamıyordu da…

Ertesi gün güneş doğmadan yola çıkmışlardı. Büyükbaba her zamanki kadar içip her zamankinden az uyuduğu için o kadar huysuzdu ki adeta Martha’ya çatmak için bahane arıyordu ve belli ki sudan bir sebep bulmak işine de gelmiyordu. Çünkü her ne kadar aile içi işlere karışmamalarını istemiş olsalar da muhafızların özellikle de yaşlı olanın gözü kızın üzerindeydi. Muhtemelen ihtiyar yolun kalanı için elinden geldiği kadar kendisini tutacak ancak tüm bunların birikimini dönüş yolunda kızdan çıkartacaktı. Martha ise ilginç bir şekilde büyükbabasının yanına geldiğinden beri kendisini ilk defa iyi hissediyordu. Sipariş teslimat zamanlarını evde yalnız geçirdiği günlerde bile bu kadar iyi hissettiği olmamıştı. İçinde bir ferahlık vardı ve sanki sırtından dağ gibi bir yükü atmıştı. Çünkü bir karar vermişti, fırsatını bulur bulmaz kaçacaktı. Yola çıktıklarında etrafında gördükleri onu hem çok heyecanlandırmış hem de cesaretlendirmişti. Belki de Sudde haklıydı, belki de bundan kötüsü olamazdı. Henüz bir planı yoktu ama dönüş yolculuğu da hesap edildiğine önünde plan yapmak ve fırsat kovalamak için uzun bir zaman vardı. Muhafızlar önlü arkalı pozisyonlarını almış arabanın hızına göre ilerliyorlardı ve masum çocuk rolünü oynayan Timo ise arabanın arkasında uyukluyordu ki Martha bir gözünü ondan ayırmayacaktı. Sabah uyanır uyanmaz koşup olanları ihtiyara anlatmak için yataktan fırladığında adamın yarı sarhoş halde hancıyla hesap konusunda bağıra çağıra tartıştığını görünce içinden öyle bir iğrenme geçmişti ki sessizce her zaman yaptığı gibi adeta bir hayaletmişçesine kimseye görünmeden oradan uzaklaşmıştı. Ve işte kaçış kararını da o zaman vermişti. Bu ruhsuz, insanlıktan çıkmış adama daha fazla dayanamayacağına, gerekirse dünyanın başka tehlikeleriyle yüzleşebileceğine ama bu adamla yaşamaya devam edip hayatının çürümesini izlemeyeceğine arabanın yanına dönerken o kısacık sürede karar vermişti.

Öğlene doğru ufukta Garron ormanları belirmişti ve bakanlara o kadar güzel bir manzara sunuyordu ki Martha adeta içer gibi gözlerini bir an olsun gördüklerinden ayırmıyordu. Daha önce de adını duyduğu ünlü orman, ufkun her iki tarafına sağlı sollu sonsuza kadar uzanıyormuş gibi yayılmıştı. Etrafta daha şimdiden belirgin değişiklikler olmaya başlamıştı. Şehirden buraya kadar olan süreçte hep ovalardan ve geniş düzlüklerden geçmişlerdi. Ancak şimdi daha sık ağaçlara rastlıyorlar ve yeşil çimenler belirgin şekilde göze batıyordu.

“Çok güzel görünüyor değil mi?” diye sordu gülümsediğinde gözlerinin kenarları kırış kırış olan babacan muhafız.

Martha da gülümseyip çekingen bir şekilde başını salladı.

“Bu karşında gördüğün bölgeye Zümrüt de derler” diye devam etti muhafız bir yandan atının boynunu okşarken. “Özellikle ilkbahar ve yaz günlerinde akşam güneşi üzerine vurduğunda uzaktan görsen tam olarak ne dediğimi anlardın.”

Martha gülümsemekle yetindi ve adama bir cevap vermedi. Çaktırmadan yanında oturan büyük babasına baktığında adamın dümdüz karşıya bakan sinirden kızarmış yüzünü gördü.

Ormana akşama doğru girdiklerinde Martha’nın adeta başı dönmüştü. Adını bilmediği rengarenk ağaçlar ve kuş cıvıltıları onu o kadar mutlu etmişti ki ister istemez kahkaha atmıştı.

“Neye gülüyorsun sen öyle? Boş boş manzaraya bakıp gülmek ancak senin gibi boş kafalı birisinden beklenirdi!” diye patladı ihtiyar en sonunda. “Lanet olsun bana ki seni yanımda getirdim, lanet eve lanet zincirlerle bağlayıp çıkmalıydım seni.”

Normalde olsa Martha başını eğer ve özellikle de insanların önünde böyle bir muamele gördüğü için utançtan kıpkırmızı kesilirdi. Bu defa her ne kadar utansa da yüzünün kızarmasını engelleyip başını dik tuttu. Özellikle şalının altında gizlediği ve sapını sımsıkı tuttuğu hançer ona ayrı bir güven veriyordu. Ama onun da ötesinde bütün benliğiyle biliyordu ki önünde sonunda bu adamdan kurtulacaktı.

“Bakıyorum da çok mağrur görünüyorsun küçük hanım” diye devam etti ihtiyar alayla, “Bu yanındakiler ömür boyu bizimle beraber olmayacaklar biliyorsun değil mi?”

Ormanın içinde sağa ya da sola kıvrılan ve başka yönlere giden iki arabanın yan yana rahat rahat sığabileceği genişlikte, zemini düzgün yollar vardı. Pek çoğunun üzerinde tabelalar yolculara kolaylık sağlıyordu ve aynı zamanda yolların kenarlarında cep şeklinde ağaçlardan arındırılmış kamp yerleri de bulunuyordu. İşte bu yerlerden birine girdiklerinde hava kararmak üzereydi. Daha araba durur durmaz Timo hemen inip kamp için gerekli olan malzemeleri büyük bir şevkle ve büyük bir ustalıkla topallayarak indirmeye başladı.

Muhafızlar atlarıyla ilgilenirken, büyükbabası arabaya koşulan atları çözmekle meşguldü. Martha da Timo’ya yardım etti ve etraftan yakacak dalları da beraber ama hiç konuşmadan topladılar. Handan almış oldukları ekmek, peynir, kurutulmuş et ve taze meyveden oluşan akşam yemeklerini yemek için oturdular.

“Hah, evlat ben de tam şarabı soracaktım” dedi ihtiyar elinde testiyle onlara gelen genç adamı gördüğünde. “Hepimize doldur, şu kıza da biraz ver, üşüyüp hasta olursa başıma bela olur” dedi aksi aksi.

Martha bir yandan önündeki yemekle ilgilenirken bir yandan da Timo’yu izliyordu. Genç adam kendisi de dahil olmak üzere her birine şarap servisi yaptı. Peki şimdi ne olacaktı? Eğer şarabı içerse bile bile oyuna gelmiş olacaktı. O yüzden bardağı ağzına götürdüğünde sadece dudaklarını değdirip, içiyormuş gibi yaptı. Yemek yendiğinde şarap da neredeyse tükenmişti ve havanın da karanlığından faydalanan Martha kendi bardağını belli etmeden toprağa boşalttı.

“Sanırım ben biraz kestireceğim” dedi Timo ve battaniyesini üstüne çekip olduğu yerde kıvrıldı.

Muhafızlar bir köşeye çekilmiş kendi aralarında konuşurken ihtiyar da şarabın kalan kısmını tüketmekle meşguldü. Derken yaşlı olan muhafız da olduğu yerde uyuklamaya başladı.

“Lanet olsun neler oluyor böyle?” dedi genç olanı bir eliyle başını tutup ayağa kalkmaya çalışırken. “Herkesin aynı anda uykusunun gelmesi çok garip değil mi?” derken ayakta sallanıyordu.

Martha da hemen olduğu yere kıvrılıp gözlerini kapadı ve olacakları bekledi. Az sonra yere bir çarpma sesi geldi ve genç olan muhafız olduğu yere yığıldı. Büyükbabası da oturduğu yerde başı önüne düşmüş horluyordu şimdi. Bir süre kampta yanan ateşin çıtırtısı haricinde hiç ses duyulmadı. En sonunda Timo’nun olduğu yerde bir hareketlilik hissedince Martha gözlerini hafifçe araladı ve genç adamın hiç ses çıkartmadan kamp alanından uzaklaştığını gördü. Acaba ne olacaktı? Belli ki şaraba uyku verici bir ilaç koyulmuştu. Ya oradaki herkesi öldürürlerse? Ya ona çok daha kötü bir şey yaparlarsa?

Hemen hemen gece yarısına doğru yakınlardan tekerlek sesleri gelmeye başladı ve iki at arabasının kamp alanına giriş yaptığını anladı. Martha şalını öyle bir örtmüştü ki dışarıdan bakan birisi onun uyanık olduğunu fark edemezdi. Ancak onun da neler olduğunu pek görme şansı yoktu çünkü kamp ateşleri nerdeyse sönmüştü.

“Şu lanet ateşi biraz harlayın ve elinizi çabuk tutun” dedi yabancı bir ses.

Şimdi birisi gelmiş daha önce toplamış oldukları dalları ateşe atıyor ve ortalığı aydınlatmaya çalışıyordu. Uzaktan gelen seslerden anlaşıldığı kadarıyla kendi arabalarındaki fıçılar indiriliyordu. İşte bu diye düşündü Martha. Mürekkeplerin peşindeler…

Ateş harlandıkça ortalık biraz daha aydınlandı ve eğer yanlış saymadıysa Martha sekiz kişilik bir çetenin fıçıları diğer arabalara yüklediklerini gördü. Timo olduğunu tahmin ettiği birisi de kendi arabalarına atları bağlıyordu. Başka bir adam da muhafızların atlarını diğer arabaların arkasında bağladıktan sonra gidip her ikisinin de üstünü arayıp keselerini ceplerinden aldı. Her şey bir anda olup bitmişti ve çete arabalara binmeye başlamıştı. Bu Martha için yolun sonu demekti. Sabah uyandıklarında her şeyin gitmiş olduğunu gördüklerinde büyükbabası krize girecek ve muhafızlara aldırmadan bütün sinirini kendisinden çıkartacaktı. Ya şimdi ya hiç…

Kendi arabaları henüz hareket etmemişti ve eğer fark ettirmeden binerse branda onun orada olduğunu en azından bir süre gizleyebilirdi. İkinci araba da kamp alanından ayrılmak üzere hareket ettiğinde ortalıkta çeteden kimse kalmamıştı. Martha büyük bir sessizlik içinde elinde sımsıkı tuttuğu hançeri olduğu halde adeta bir hayalet gibi ses çıkartmadan süzülüp arabaya doğru ilerledi ve tam araba hareket ederken kendi gürültüsünü bastıracağını umarak içeriye atlamak üzereyken bir el kolundan tuttu ve kızı olduğu yerde havaya sıçrattı.

“Beni kandırabileceğini mi sandın sen gerçekten?” diye sordu Timo karanlıkta yüzü belli belirsiz görünüyordu. “Bizi ele vermedin, şimdi de buradasın. Ne istiyorsun?”

Martha için şansını denemekten başka çaresi yoktu. Ya bu adamlarla gidecek ya da gecenin karanlığında tek başına kaçacaktı. Ama kaçacaktı!

Yüzünü Timo’nunkine iyice yaklaştırıp “Kaçmak” dedi.

Bunun üzerine diğeri başını çeviri horlayan ihtiyara baktı “Bunun için seni suçlayamam, hadi atla bakalım.”

Martha tam arabaya binecekken bir an durdu ve aşağı atlayıp ihtiyarın yanına gitti…

Araba kamp alanından sarsıla sarsıla uzaklaşırken diğerlerine aktarılmamış iki mürekkep fıçısına yaslanmış oturan Martha bir yandan geride bıraktığı ve bir daha asla görmemeyi umduğu ihtiyara bakıp bir yandan da elinde sımsıkı tuttuğu annesinin kolyesini göğsüne bastırıyordu. Gözlerinden akan yaşlar bu defa acının değil içinde yeşerttiği umudun habercisiydi.

Kürşat Hürmüzlü