Öykü

İnce Çizgi

İnsanlığın binlerce yıl süren yolculuğunu uzun uzun düşündüğüm geceler çoktur. Küçük bir çocukken dahi içimde yanan merak ateşini söndüremez, yaşadığımız gezegeni ve canlıları düşünür, anlamaya çabalardım. Okulda öğretilenlerle yetinemeyip kendi (minik) bilim araştırmalarımı yaparken mutlu olduğumu fark ettiğimde, gelecekte (büyüdüğümde) neyle uğraşmak istediğime de karar vermiş oldum. Benimle aynı dönemde doğup büyüyen çocukların çoğu yazılım, bilişim teknolojileri, uzay ve astronomi, robot mühendisliği okumayı tercih ettiler. Ben ise kuantum fiziği alanına yöneldim. 23. Yüzyılda öğrencilerin meslek seçimlerinde odak noktası, bilgisayarlar ve uzay idi.

Neden olmasın ki? Ameliyatları dahi ileri seviye robotlara yaptırdığımız bir çağda yaşıyorduk. Doktor olup da bir yapay zekânın asistanlığını mı yapsaydım? Mühendisliğin de pabucu dama atılıyordu. Çünkü geliştirilebilir yapay zekâlar, kendi yeni sürümlerini tasarlamayı başarıyorlardı.

Kuantum fiziğine yönelme sebebim, evrenin sırlarını çözmek istememdi. Yaklaşık 3 asırdır uzayı araştırıyorduk. Önce uydumuz Ay’a, sonra Mars’a ve en sonunda Jüpiter’in en büyük uydusu Europa’ya insanlı ve insansız seyahatler düzenlemeyi başarmıştık. Ama elimize koca bir hiçten başka bir şey geçmemişti. Her saniye genişlemeyi sürdüren bu koca evrenin yalnızca bize ait olmadığından emindik. Ama ulaşabileceğimiz bir mesafede varlığını sürdüren canlı türü bulmamız da mümkün görünmüyordu.

Kuantum fiziğini bitirdikten sonra (aslında mezun olduğum bölümün adı İleri Düzey Fizik Araştırmaları Uzmanlığı idi), Prof. Philippe Murray ’in ekibinde görev almaya başladım. Yeni mezun, genç bir fizikçiydim ve tek isteğim ufak da olsa bir şeyleri başarmaktı. Şimdi geldiğim noktayı düşününce, kendime daha büyük bir hedef koysaydım; neler yapardım diye düşünmeden edemiyorum.

Prof. Murray, zaman yolculuğu ve solucan delikleriyle ilgili çalışmalar yapıyordu. 78 yaşındaydı ve alanında sayılı isimlerden biriydi. Onun yanında çalışmanın, benim adıma büyük bir şans olduğunu itiraf etmeliyim. Ondan çok şey öğrendim. Belki de onunla çalışmak, benim kaderimdi. Bir fizikçinin kader demesi ne kadar garip değil mi?

Murray ‘in bir teorisi vardı. Zaman yolculuğu için bir solucan deliğine ihtiyacımız olduğuna inanıyordu. Geçmişe veya geleceğe gitmek için bir solucan deliği yaratma fikri, çok mantıklı gelmiyordu aslında. Murray ‘in aksine birçok bilim insanı, zaman yolculuklarının ışık hızı ile alakalı olduğunu düşünüyordu. Yaklaşık 300 yıl önce Einstein’ın teorisi, büyük oranda geçerliliğini korumaktaydı. Murray, Einstein’a büyük saygı duyuyordu. Yaşadığı yüzyıl için muazzam bir iş başarmış olduğuna inanıyordu. Ama 300 yıl sonra hâlâ onun teorilerinin geçerli olmasının, insanlık için büyük bir hayal kırıklığı olduğunu söyleyip başımızı ağrıtıyordu. Ona göre, Einstein haklıydı ama eksiği bulunuyordu. Zamanda ileri veya geri yönde sıçrama yapmak için ışık hızına ulaşmak yeterli değildi. Aynı zamanda bu hızı uygulayacak bir yol gerekiyordu.

“Einstein,” demişti. “Çok hızlı gidebilen bir otomobil hayal etmişti. O dönemlerde hayal edilebilecek yegâne şeyin bir otomobil veya basit uçaklar olması, ne gülünç değil mi? Hayal dahi edemeyeceğimiz yüksek hıza ulaşabilen bu otomobille, evrenin bir noktasından başka bir noktasına gitmeyi amaçlıyordu. Ama bilmediği şey, otomobilin hızının tek başına yeterli olmadığıydı. Otomobiller veya adına her ne dersen de; her tür ulaşım aracının yola ihtiyacı bulunmaktaydı. Bir noktadan öbürüne ulaşmak için (tren, uçak, jet veya uzay mekiği; neyle yolculuk yaparsan yap) yol, olmazsa olmazdı. Burada Einstein’ın göremediği (gözden kaçırdığı) yol, bir solucan deliğiydi.”

Solucan deliklerinin, evrenin uzak iki noktasını birleştirdiğini biliyorduk. Ama zamanda ileri veya gidebilmeyi sağladığını ise birkaç bilim insanı dışında pek dile getiren yoktu. Oysa Murray, solucan deliklerinin hem mekânları hem de zamanları birbirine bağladığına (bir şekilde) emindi. Bu konuyla ilgili geçtiğimiz yüzyılda çok fazla çalışma yapılmıştı ancak bir solucan deliği yaratmak için büyük bir enerjiye ihtiyacımız bulunuyordu. İçinde yaşadığımız gezegende böylesi bir enerjiyi bize sağlayacak bir güç kaynağı ise yoktu. Ancak Jüpiter’in uydusu Europa üzerinde yapılan çalışmalarda yüzeyi kaplayan buz tabakasının altındaki göllerde bulunan bir elemente ulaşılmıştı. Bu elementin adı Kermium idi. Kermium, yüksek sıcaklıktaki bir ortamda Uranyum ile tepkimeye girdiğinde; akla hayale gelemeyecek bir enerji açığa çıkarıyordu.

Eser miktarda Kermium ve Uranyum ile yapılan deneylerde dahi, birçok kişinin ölümüne ve maddi zarara sebep olan patlamalar yaşanmıştı. Tüm insanlık, bu büyük enerjiye ihtiyacı olduğunu biliyordu ancak Kermium hakkında detaylı analizler gerçekleştirmeden; elemente ve yapabileceklerine tam hâkim olmadan deneyler yapmanın da, tehlikeli olduğunu düşünüyordu. Yönetim, yaşanılan olaylar sebebiyle Kermium deneylerini yasaklamıştı. Zaten Europa’dan getirilen miktar da fazla değildi. Ancak Prof. Murray, deneylere devam etme konusunda ısrarcıydı. Yönetimden gizlediği hatırı sayılır miktarda Kermium ile bir solucan deliği açabileceğine inanıyordu. Tek yapmamız gerekenin bu etkileşimden ötürü açığa çıkacak enerjiyi güvenli bir ortamda saklayabilmek ve bir araca yönlendirmek olduğunu söylemişti.

“Kermium ve uranyum arasındaki etkileşim, bize ihtiyacımız olan enerjiyi verecek. Bu enerjiyi bir aygıtla yakalayabilir ve ışık hızında dahi hücresel yapısı bozulmadan hareket edebilecek bir cihaza yönlendirirsek; solucan deliğini yaratabilir ve oradan başka bir zamana geçebiliriz.”

Aynen bunları söylemişti. Bu deney için uzunca bir süre (büyük bir gizlilik içinde) çalışmıştık. Bu olaydan haberdar olan yalnızca 5 kişi bulunuyordu. Prof. Murray, ben, Murray ‘in asistanı Eve, kimyager Garry ve parçacık uzmanı Ryan…

Çok fazla soru vardı ancak Murray, soruların hepsini cevaplamayı başarıyordu. Enerjiyi tutması ve yönlendirmesi için geliştirdiği cihaza “Keeper” adını vermişti. Keeper bir kapasitördü ve son yüzyılda güneş ve nükleer enerji gibi enerjileri depolamak için kullanılan modellerin daha güçlü bir haliydi. Keeper’ın yönlendirdiği enerji, Twister adını verdiğimiz bir cihaza iletilecekti. Twister, bir bükücüydü. Değişik türdeki enerjileri birbirine çevirmeyi başaran (2167 yılında icat edilmişti) bir cihazdı. Murray bunu, Faraday’ın 4 asır önce geliştirdiği kafes benzeri bir yapıyla birleştirmiş ve ışınlanma deneylerinde kullanmıştı. O deneylerde başarılı olan bu cihazın, solucan deliğinden de geçebileceğine inanıyordu.

Deneyi yapacağımız akşam Murray ile yalnız kalma fırsatını yakalamıştım ve ona “Bir solucan deliği açtığımızı var sayalım,” demiştim. “Çıkan enerjiyi de doğru şekilde yönlendirdiğimizi ve ışık hızına ulaşarak Twister’ı solucan deliğinden içeri geçirmeyi başardığımızı düşünelim. Hangi zamana gideceğini nasıl bileceğiz? Geçerli bir zamana ve mekâna ulaşıp ulaşmayacağından nasıl emin olacağız?”

Murray, hayatının sonlarında bir adamdı ama aklı, 18 yaşında bir gencinki kadar diriydi. Gülümsedi ve bana “Bu deneyin büyük bir risk barındırdığını biliyorum,” dedi. “Benim teorime göre solucan deliğini yaratırken, enerjinin akış yönünü seçmek zorunda kalacağız. Bu tercihimiz, yolculuğu geçmişe veya geleceğe yapma durumunu etkileyecek. Üç ihtimal var. Birincisi, deneyin başarısız olması ki bu durumda muhtemelen birilerinin canı yanacak.” Bu sözlerin ardından bana birkaç saniye hüzünlü bakmıştı. Zarar görecek olan bizlerdik. Açığa çıkacak olan güç, Keeper üzerine düşeni yapamazsa; büyük zararlar verebilirdi. Ancak bu ihtimali oturup konuşmuştuk ve göze de almıştık.

“İkinci ihtimal, zamanda bilinmeyen bir geleceğe gitmemiz,” diyerek sözlerine devam etmişti. “Bu, başımıza gelebilecek ikinci kötü seçenek. Neden biliyor musun? Bundan kaç yıl sonrasına gideceğimizi de bilemeyeceğiz. Ya yaşamın bittiği bir ana gidersek?”

Bu ihtimal beni korkutmuştu. Belki de ilk ihtimalden bile daha fazla korkutmuştu. Çünkü saniyenin onda biri bir zaman aralığında yanarak ölmekten daha kötü bir seçenekti. Uzak bir gelecekte olma fikri, soğuk ve can sıkıcıydı. Sonra üçüncü ihtimalin daha da korkutucu olduğunu gördüm.

“Üçüncü ve bizim için en iyi ihtimal ise, bilmediğimiz bir geçmişe gitmek,” dedi. “Geçmişin neden bizim için olumlu olduğunu düşünüyorum biliyor musun? Çünkü geçmişten geleceğe mesaj bırakabilme ihtimalimiz var. Söylediğimin saçma olduğunu sanıyorsun ama yanılıyorsun. Belki yüz, belki bin, belki de 10 bin yıl öncesine gideceğiz. Ama ne olursa olsun, geleceğe bir not bırakabiliriz. İlk insanları düşün. Mağara duvarlarına yazdıklarını biliyoruz, değil mi? Onları yıllar süren araştırmalar sonunda buluyor, çözüyor ve anlıyoruz. Ama söylemek istediklerini, mesajlarını alıyoruz.”

Prof. bu sözleri söylediğinde ona hak vermemiştim. Gelecekte olmanın daha iyi olabileceğini düşünüyordum. Sonuçta bin yıl sonrasına gitmeyi başarsaydık, insanlığın geldiği noktayı görebilirdik. Başardığımız şey, daha da geliştirilmiş ve zaman yolculuğu normal bir işlem haline gelmiş olabilirdi. Asimov’un kitabındaki gibi, tüm zamanları kontrol eden bir yönetim oluşturulmuş olabilirdi. Böyle bir durumda, geçmişe mesaj göndermek daha kolay olmaz mıydı?

“Ben gideceğim,” demişti. “Twister’a bineceğim ve etkileşimi uzaktan başlatmanızı isteyeceğim. Burada olmamalısınız. Eğer başıma kötü bir şey gelirse (deney başarısız olursa) 90 yaşına merdiven dayamış bir ihtiyarın ölümüne kimse üzülmez, öyle değil mi?”

Belki de haklıydı. Bu deney, en çok onun hayaliydi. Tüm imkânsızlıklara ve risklere karşın ısrarla bunu başarmak isteyen kendisiydi. Bizi, bir avuç genç bilim insanını kendisine yoldaş yaparken; karşılaşabileceğimiz sorunları bize anlatmıştı ama gerçekten umurunda mıydık, emin değilim. Bilim ve dünya tarihine adını yazmak istiyordu. Murray ’in ihtiyacı olan şey, deneyi gerçekleştirebilmek için yaratması gereken ortamdı. Bunu sağladığına inandığında (deneyi uygulayabildiği anda), bize ihtiyacı da kalmayacaktı.

Bizi yanında sürüklemek istememesini, Twister’a tek başına binmek istemesini yine bencilliğine bağlıyordum. Zira deney başarısız olsa dahi, bizim devam etmek isteyeceğimizi düşünüyordu. Böylesi bir şeyi düşleyen ve ilk kez uygulayan Murray ‘in ismi öyle ya da böyle tarihe geçecekti. Devam eder miydik? Sanırım ederdik.

Son anda Ryan, sistemde bir sorun olduğunu söylemese; muhtemelen Murray’i yalnız gönderecek ve ölecektik. Ama Ryan, “Bir sorun var, onu durdurmalıyız,” dedi. Sorunun ne olduğunu o kısacık sürede bize söylememişti ancak gözlerindeki dehşetten önemli bir şey olduğunu anlamak kolaydı. Twister’a doğru koştuk. Deneyi durdurmayı başaracağımızı düşünmüştük.

Kermium ve uranyum çok kısa bir sürede etkileşime girmiş, tahmin ettiğimizden çok daha fazla (devasa) bir enerjiyi açığa çıkarmış ve bu enerji, Keeper’a ilerlemişti. Murray ‘in hesap ettiğinden kat kat fazla miktarda bir enerji açığa çıkmasaydı; muhtemelen Keeper, kendisine verilen görevi başarıyla yerine getirecekti. Ancak bu ilişkiden doğan çocuk, rahim ağzından çıkamayacak kadar büyüktü ve sezaryen yapma şansımız da yoktu.

Keeper, kendisine iletilen enerjinin bir kısmını Twister’a iletmişti ve biz, profesöre ulaştığımızda solucan deliği görünür olmuştu. İnanılmaz bir manzaraydı. Parlak ışık demetleri içerisinde havayı, maddeyi ve zamanı büken bir karanlıktı. Her saniye esniyordu ve giderek genişliyordu. Böylesi büyüleyici bir şeyi görmeyi kimse beklemiyordu. Belki de bu yüzden sistemi kapatmaya çalışmak yerine donduk kaldık. Twister’ın etrafında bir enerji alanı oluşmuştu ve biz farkına bile varamadan bu alan, büyümeye başladı. Bizi içine aldı. Bu alanın dışında; kulakları tırmalayan, sağır edecek kadar şiddetli bir ses işitiliyordu. Keeper, daha fazla enerjiyi hapsedemeyince patladı ve enerji alanının dışında kalan her şeyin (binaların, şehirlerin, yeryüzünün ve gökyüzünün) parçalandığını gördük. Birkaç saniye içinde etrafı kaplayan parlak ve yakıcı ışık, her şeyi yok etti. Bulunduğumuz yerden (içinde bulunduğumuz alandan) bunu nasıl görebildiğimi hâlâ anlayamıyorum. Ama şundan eminim ki deney sona erdiğinde, gezegenimiz yok olmuştu.

Bu olay gerçekleştikten hemen sonra, göz açıp kapayıncaya kadar enerji alanı içerisinde bulunan ne varsa (Twister, içindeki Murray, ben, Eve ve Ryan’ın bedeninin yarısı) solucan deliğinin içinden geçtik. Bunun ne kadar sürdüğünü bilmiyorum. Muhtemelen saniyenin milyonda biri kadar sürmüş olmalı.

Gözlerimi açtığımda ilk fark ettiğim şey, adeta hiçliğin ortasında olduğumuzdu. Hiçlikten kastım; devasa bitkiler, yüksek tepeler ve gürül gürül akan ırmaklar dışında bir şeyin olmadığıydı. Geleceğe gitmediğimize inanıyordum. Muhtemelen geçmişteydik. Çünkü her şey bitmeden önceki o son anlarda, dünyanın yok olduğunu görmüştüm. Gelecek yoktu. Murray ‘in sözünü ettiği üçüncü ihtimal gerçekleşmişti.

Murray demişken, kendimi toparladım ve etrafıma baktım. Ryan’ın belden aşağısı, birkaç metre ötedeydi ve onu görünce kustum. Bilmiyorum belki de yolculuğun etkisiyle böyle bir refleks göstermiştim. Parçacık uzmanının gövdesiz ve başsız bedeninin bir metre kadar ilerisinde Murray bulunuyordu. Doğruldum ve ona yürüdüm. Ölmüştü. Kalbinin durduğuna inanıyordum. O yaşta birinin böylesi bir şeyi sağ atlatması mucize olurdu, öyle değil mi?

“Aman Tanrı’m!”

Eve ’in çığlığını işittiğimde korkudan sıçradım. Onu tamamen unutmuştum. Ryan’ın yarısını görmüştü ve benim verdiğim tepkinin aynısını verdi. Kustu.

Bir süre tüm yaşadıklarımızı düşünüp öylece bekledik. Hangi zamanda ve nerede olduğumuzu bilmiyorduk. Eve, sinir krizi geçiriyordu ve onu sakinleştirmeye çalışıyordum. Yaşadıklarımız gerçek olamayacak kadar tuhaf ve ürkütücüydü. Eve ‘in aksine ben çabuk toparlandım. Bir şeyler yapmalıydık. Konumumuzu öğrenmemiz gerekiyordu. Ancak bunu nasıl yapacaktık? Gökyüzünde uçuşan kuşların cıvıltısı ve akan ırmağın şırıltısı dışında hiçbir ses yoktu. Güneşin konumuna bakarak günün hangi saat aralığında olabileceğimizi düşündüm. Akşam olmak üzereydi. Sığınacak bir yer bulmalıydık.

“Onları ne yapacağız?” diye sordu Eve. Cesetleri kastediyordu. Murray’i gömmeyi düşünüyordum ama Ryan’ın bacaklarına bakmak bile içimi ürpertiyordu. Lacivert pantolonunun üstü kan içindeydi ve bağırsaklarının bir kısmı fermuarının üzerinde toplanmıştı. Bağırsaklar, pantolonunun kemeri gibi duruyordu.

“Önce sığınacak bir yer bulmalıyız,” dedim. Yaklaşık 1 kilometre ötede kayalıklar bulunuyordu. Eve ile yürümeye başladık. Güneşin turuncuya çalan ışıkları etrafı aydınlatmaya devam ederken mağaraya ulaştık. İçeri girdik ve ilk geceyi orada geçirdik. Acıkmış ve susamıştık. Gece boyu, seslerden uyuyamadık. Vahşi hayvanların sesleri geliyordu ve korkuyorduk. Sabah olduğunda dışarı çıkmamız ve yiyecek bir şeyler bulmamız gerektiğini düşündük. Irmağa gidip su içtik. Su, buz gibiydi ve inanılmaz lezzetliydi. Daha önce hiç böyle hissettiğimi hatırlamıyordum. Susuzluğu halletmiştik ama açlık konusunda o kadar şanslı değildik. Ağaçlara baktık. Yiyecek bir şeyler olmalıydı. Fakat hiçbir şey tanıdık değildi.

Mağaraya dönmeden önce cesetleri öylece bıraktığımız aklıma geldi. Onlara karşı kendimi mahcup hissediyordum. Eve ile birlikte Ryan ile Murray’i en son bıraktığımız alana yürüdük. Parçacık uzmanının bacakları, bıraktığımız yerde değildi. Bir şey (vahşi hayvanlardan biri veya birkaçı) onu götürmüş olmalıydı. Yerde sürüklenme izleri ve Ryan’dan kalan parçalar kolaylıkla seçilebiliyordu. Profesörün cansız bedeni ise yerindeydi. Ancak bir kolu ve karın bölgesi için aynı şeyleri söyleyemiyorduk. Onu orada bırakmanın, bizim için tehlikeli olacağına karar verdik. Kokudan yerimizi bulabilirlerdi. Bu yüzden Murray ’den kalanları, ırmağa doğru taşıdık ve akıntıya bıraktık.

Sonraki günlerde mağarada saklanmaya devam ettik. Ağaç dallarından mağara girişine kapı yaptım. Çalı ve yapraklarla mağarayı biraz daha konforlu hale getirdik. Irmağa girip birkaç balık yakalamayı başardım. Bu sayede hayatta kalabildik. Her geçen gün ortama daha fazla ayak uyduruyorduk. Ancak hâlâ nerede ve hangi zamanda olduğumuzu bilmiyorduk. Diğer insanlara ulaşmamız gerekiyordu. Onlara ulaşmayı başarırsak, bir şekilde iletişim kurabilir ve onlardan yardım alabilirdik.

Haftalar geçti ve Eve ile birlikte kilometrelerce yol gittik. Ancak tek bir kişiye dahi rastlayamadık. Bunun çok tuhaf ve saçma olduğunu düşünüyorduk. Birileri olmalıydı. Sonuçta insanlık 15 bin (belki daha fazla) yıldır varlığını sürdürüyordu. Muhtemelen insanların yoğun olduğu bölgeye uzak bir yerdeydik. Devam ettik. Günler birbirini kovaladı ve biz, avlanarak, saklanarak hayatta kalmayı başardık. Ancak insana dair tek bir iz bile bulamadık.

İlk kez Eve, o ihtimali gündeme getirdi. Belki de insanlıktan çok öncesinde bir zamana gelmiştik. İkimizi de dehşete düşüren bu ihtimalin doğru olmamasını umuyorduk. Aramayı sürdürdük. Bir müddet sonra hem yorulduk hem de umudumuzu kaybettik. Bitkiler ve hayvanlar dışında canlı yoktu. Bir yere yerleşmeye ve yaşamımızı göçebe olarak sürdürmemeye karar verdik.

Bulunduğumuz yerin neresi olduğunu bilmiyorum. Tam olarak hangi yıldayız onu da bilmiyorum. Bildiğim tek şey, (hesaplamalarımız doğruysa) yaklaşık 19 yıldır buradayız. Mağaraların içinde kendimize evler kurduk. Eve ile 3 çocuğumuz oldu. Kendimize ağaçlardan ve taşlardan eşyalar, silahlar yapmayı başardık. Üniversitede aldığımız bilgiler sayesinde az da olsa teknolojik gelişmeleri gerçekleştirebildik. 19 yıldır bizden başka insanla karşılaşmadık.

Bazen her şeyin tuhaf bir tesadüf olduğunu düşünüyorum. Yani ölümle hayat arasında, dâhilik ve delilik arasında ince bir çizgi olduğunu söylerler ya? Sanırım biz o ince çizginin tam üzerinde yürüyoruz. Yaptığımız şey, dünyanın sonuna sebep oldu. İnsanlığın sonuna…

Öte yandan şu anda insanlığın başladığı yerdeyiz. Eve ile birlikte yaşamı en baştan kuruyoruz. Bu yazıyı da mağaraların duvarlarına kazıyorum. Her gün birkaç kelime yazabiliyorum çünkü taş kullanarak kayalıklara bir şey kazımak gerçekten yorucu. Bu yazdıklarımın, herhangi birine ulaşıp ulaşmayacağını ise hiç bilmiyorum.

Her şeyin tesadüf olması ihtimali beni rahatlatıyor. Öbür türlüsünden (neden bilmiyorum) korkuyorum. Daha önce de söyledim, bir fizikçi olarak kadere inanıp inanmamak konusunda kararsızım. Başlangıç ve bitişe tanık olan, hatta bunlara sebep olanlar olduğumuzu düşünmek beni çıldırtıyor. Gerçekte kim olabileceğimizi düşünürsem, aklımı kaybedecek gibi oluyorum. İsimlerimiz örneğin, Adam ve Eve. Bu nasıl olabilir ki?

İlk insanlar. Gerçekten böyle miyiz? İnsan denen canlı türünün ilk ve son örnekleri biz miyiz? Böyle olması mümkün mü? Bilmiyorum. Zamanın ve insanın birlikte ulaşabildiği en uzak konumda yani 2288 yılında bildiklerimiz, (hangi dine inanırsanız inanın) Adam ve Eve ‘in Tanrı tarafından dünyaya gönderilen ilk insanlar olduğuydu. Bilimsel olarak bunun dışında bir şeye ulaşamamış olmamız, bunun doğruluğunu ispatlar mı?

Bedenim el verdiğince, yazmaya devam edeceğim. Belki de kelimeleri kullanmak yerine şekiller ve semboller kullanmalıyım, ne dersiniz?

Olcay Şeker

1984 İstanbul doğumlu, İstanbul Üniversitesi inşaat mühendisliği mezunu olan yazar, bilimkurgu ve korku gerilim türünde eserler vermektedir. Ilk kitabı 7 Pencere 2016 yılında okuyucuyla buluşmuştur. 2017 yılında Kasaba, Avcı ve Hiçbir Zamana Ait Olmayan Adam isimli kitapları basılan yazarın, 2019 yılında da Karanlık Çökerken isimli öykü kitabı raflarda yerini almıştır. Son kitabı Gölgeler, 2020 yılı başında Ahbap Kitap etiketi ile satışa sunulmuştur. Yazarın bazı kısa hikayeleri de çeşitli sitelerde ve öykü seçkilerinde yer almaktadır.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *