Anlatılan, ismini feda eden Aylanu’nun öyküsüdür:
* * *
Uyuyorduk. Günler, gecelerdir, efsanelerde anlatıldığı gibi, uykudaydık. Uyumak değil de uykuda kalmak denirdi aslında buna. Bir çeşit araf gibi, kalksak kalkamıyorduk, uykuya dalsak dalmamız olanaksızdı. Uykuya dalan yenilir, bildiğimiz bu; o yüzden sürekli gözleri açıkta tutmaya çalışıyorduk ama zordu, çok zor. Tozdan gözümüz açılmaz olmuştu. Hava azıcık durulsa, kendimize gelip kalkacaktık ama biz gözümüzü açana kadar yeni bir fırtına bastırıyor ve tozdan göz gözü görmüyordu. Uykunun çaresizliği bir yanda, tozun verdiği acı diğer yanda, kıpırtısız kaldık. Tozun yarattığı fiziksel acı büyüktü, acıya karşı koyma isteğimizse daha büyük. Bu hepimizde ortak duyu ve duyguyken, bende fazlası vardı: Ailemi koruyamadığım için yaşadığım vicdan azabı. Uluay’dan sonra boyun başı bendim. Baş olmak sorumlu olmak demek, sorumluluğu taşıması ise beklendiğinden ağır. Ama hiçbir acının, hiçbir yükün ağırlığı, vicdan azabı gibi olmaz. Boyun diğer üyeleri beni ne kadar rahatlatmak istese de biliyordum ki sorumlusu bendim. Başımıza gelen her neyse, gücüm yüzünden olmuştu.
Uluay atamdır. Ne öğrendiysem ondan öğrendim. Ailenin başında durmayı, onlara liderlik etmeyi, at sürmeyi ve dövüşmeyi… Hepsini Uluay öğretti ama en başından beri bütün bunların dışında başka bir şey biliyordum. Doğuştan, kadınlığımdan gelen bir şey. Atamda değil bende vücut bulmuş, ama bir yolunu bulup ne olduğunu çıkaramadığım… Hatırladığım, bu gücü ilk kere hissettiğim an: İsmimin konulduğu gün. O gün, boyumuzun erginliğe girenlerinden farksızdım. At üstünde durmuş, avlanmıştım. Bu, sözü sayılan kişilerden birisi olma mertebesine erişmek demekti. Ben de görevimi tamamlamış, ismimi kazanmıştım. Bundan sonrası ritüeldi: Ateşler yanacak ve şarkılar söylenecek olan gecenin başlangıcı. Hava karardığında başladık. Sesi olan erkeğin sözü vardır, kadınsa şarkı söyleme hakkı kazanır. Benim şarkım, diğerlerinin bilmediği bir şarkıydı. Ağzımı açtığımda herkes hayret içinde baktı. Seçilmiş kişi olduğumu söylediler. Bu şarkı, kimsenin bilmediği, tamamen benden çıkan bir şeydi. Alevlerden bahsetmemle birlikte alevler benim çıkardığım melodinin ahengine uydu, benim oldu. Adını zikrettiğim ne varsa, kontrolünü ele geçiriyordum. Çimenler bana doğru uzayıp yükseldi, otlarla kaplandı dört bir yanım, otağımızın hemen çevresini saran ağaçlardan birisiydim sanki. Uluay bende her ne gördüyse çevremde dönmeye başladı, şarkıma katıldı, söylediği her kelime gücüme güç kattı, sonradan anladım ki, varlığını bana devrediyordu. Bilmeyerek yaptığım şey her neyse, artık atanın yerine geçen bendim. Ata değildim ama. Diğerlerinin gerginliğinin kaynağı buydu. Bendeki cevherin ne olduğunu bilemedikleri için korktuklarını anlıyordum. İnsan zamanın neresinde doğarsa doğsun, bilmediğinden korkar. Bilmediğinin ismini koyamaz çünkü. İsimsiz olan bazen saygı uyandıran, zaman zaman tapılan olur; bende vücut bulan şeyse korkuydu. Korkuyla gücümü yarattılar. Gençliğimin verdiği coşkuyla sahiplendim onu. Kendi boyuma karşı zafer kazanmış gibiydim. Zaferimin sarhoşluğuyla yönettim. Büyüdük. Boyumuza boylar eklendi, güç kazandık, serpildik. Otağımızın çevresi genişledi, harekete geçtik.
O ilk gece sadece alevlere yön vermeyi bildim, ardından dağ ve taşla konuşmayı öğrendim. Uluay bana yol göstermeyi bırakmıştı, artık yolu açan bendim. Taşların önümüzden çekilmesini sağlıyor, dağa seslenmemle onun sınırlarını güzergahımıza dahil ediyordum. Dergahımız büyüdü, sınırlarımız genişledi. Doğanın içinde, doğanın karşısındaydım. Dağa çekil desem, çekilirdi; saklanmak istersem saklardı beni. Meskenimiz toprak ananın kendisiydi. Toprak, ana olduğundan ona yakındım. Onun kadar ben de doğurgandım. Doğurdum. Rahmimle değil sesimle doğurdum. Neye seslensem onun sahibi oluyordum. Çok sonra anladım ki, ben isim koyandım. İsmini aldığımın sahibi olmam bundandı. Başka her kim seslense kurak olan vadi, benim seslenmemle yeşeriyordu. Nehiri çağırdım yanı başımıza, nehirden yakaladığımız balıklar besin kaynağımız oldu. Rüzgar essin istedim, alevimizi harlaması için, rüzgar geldi ve hiç bırakmadı bir daha bizi. Kumlara ihtiyaç duydum düşmanla dövüşmek için, kumlar silahımıza dönüştü. Gerektiği zaman karşı tarafın üzerine savuruyorduk ki, kimse yanımıza yanaşamıyordu. Böylece hareketten taarruza geçtik.
Yükselişimiz ne kadar sürdü hesap etmedim. Edemezdim. Zaman, ismini koyamadığımdı. Ona söz geçirmenin bir yolu olmadığını daha sonra öğrenecektim. O andaki tek gayem, kum fırtınalarımızın şiddetini artırmaktı. Bunun tozun sahibi olmaktan geçtiğini biliyordum. Tozu aldım; toz bizi büyütecek, karşımızda kimsenin durmamasını sağlayacaktı. Gücüme güç katarak ilerlemiştim, önüme çıkacak engeli tanımaz olmuştum. Ve her muktedirin başına gelen geldi başıma, benimle birlikte halkımın başına: gücümün sınırları olduğunu öğrendim. Toz, yönetilemezdi. Onu savuran şey benim sesim değil, toprağın sesiydi. Ağacın, bitkilerin ve daha nicesinin… Atların kişnemesini duyan bendim, tozun duyduğuysa doğanın sesiydi. Doğa, kendisine hükmedecek güçte bir topluluğu tanımazdı, kimseye boyun eğecek değildi. Toz fırtınası karşımızdakileri vurduktan sonra bize döndü, Kam’ın toyunda ortalığı toz duman etti. Toz esip geçtiği yerde ne varsa kuruttuğundan, ne suyumuz kaldı ne aşımız, kan dökmeye mecalimiz yokken bizim kanımız da akmaz oldu. Aç, susuz, uykusuz günler ve geceler geçti. Ne yaparız, bulunduğumuz yerden nasıl kalkarız bilmiyordum. Hatamın telafisi yok gibiydi. Canımı versem verirdim, beni alsaydı da halkıma daha fazla zarar vermeseydi keşke. Ben kendimi feda ederdim. Taşıdığım ismin anlamıydı bu: Aylanu… ben halkım için ölebilendim.
“O kadar kolay değil” diyordu tozun sesi. Onunla konuşmaya devam edebilmeme sevindim. Demek halen kuvvetim yerindeydi. “Ne kadar kolay” olduğunu sordum, cevap gelmedi. Yüzümü acıtan havanın etkisi azaldı ama sanki. “Gel” dedi sonra birisi, tozun ya da rüzgarın sesi miydi, yoksa hareket eden bir başka canlının mı bilemedim. Her varlığın ruhu olduğunu bilirdim ama hepsiyle konuşulmazdı, kimiyle konuşulması toptan yasaktı. Benim için bile, güneşe seslenmek olanağı yoktu mesela, yahut dağ ile konuşmanın adabı ondan gelen yankıları anlamakta yatardı. İnsan kendine konuşurdu yani aslında. Ama toz gibileri farklıydı. Başkası için yıkım anlamına gelen, kendimiz için iyi bir sonuç yaratmamıştı. Yıkımla konuşulur muydu? Şimdi öğreneceğim buydu.
“Gel” çağrısının peşine takılıp sürüklendim. Öyle bile isteye adım atarak ilerlemiyor, basbayağı toz bulutu peşinde uçuşuyordum. Toz olmuştum, kelimenin tam anlamıyla. Hiçbir şeyden korktuğum yoktu ama bir tek endişem vardı: başıma bir iş gelir de dönemezsem, geride bıraktıklarım onları yüzüstü bırakıp gittiğimi sanır diye kaygılanıyordum. Bunun için yapacak şey var mıydı? Uluay uyanabilirse, bir küçük ihtimal, atalardan birisi olsun gözünü açabilse… onlar hakkımda iyi hikayeler anlatır mıydı? Bundan da emin olamadım. Sonuçta onları yıkıma sürükleyen bendim. Ardımdan ne diyeceklerini bilemeyişim bundandı. Bana tastamam güvenen bir tek Kam’dı, onunsa toyu yarımdı. Olmamış, eksik, doğuştan kadın olan birisine güvenmek ne kadar işe yarayacaksa, Kam’ın beni savunması o kadar işe yarardı. Öldükten sonra önemli olan tek şeydir insanın nasıl hatırlandığı. Bunun iyi olması için, kendimi temize çıkarmak için her şeyimi verirdim.
“İsmin” dedi ses, “ismini vermen yeterli.” Durup düşündüm. Nasıl olacaktı ki? İsim koyup var eden bensem, kendi ismimi nasıl bir başkasına verirdim? “Tam da düşündüğün gibi, ismini vermen kendini vermen demek” karşılığını içimde duydum. Kimse konuşmuyordu aslında, ben kendime konuşuyordum. Şimdiye kadar adını koyduğum her şeyin sahibiydim, çok ruhlu bir yaratığa dönmüş olan bendim. Şimdi bütün bu ruhların içimden çıkıp dağılması gerekiyordu, kendimi vermem demek parçacıklarıma ayrılmam, havaya, suya, toprağa karışmam demekti. Alevler içinde yanıp kül olmam, küllerimin savrulup dağılması, topraktan ağaca dönmem ve ağacın suyla büyüyüp serpilmesi… yeniden doğuşla ilgilendiğimden değil, yok olmanın yolunun bu olduğunu bilmemden doğaya karışmaktı aklımdan geçen. Mademki doğadan almıştım gücümü, kendimi vereceğim yer orasıydı, başkası değil. Hem boyumun tek derdi onunla baş etmek değil miydi? Önümüzde sert geçen kıştan başka hangi engel durmuştu şimdiye kadar? Baş edemediğimize boyun eğmezdik ama uzlaşmayı, kabullenmeyi, gücümüzün sonsuz olmadığını öğrenmenin vaktiydi. Bıraktım kendimi. Geçmişe dönüştü bu. Ben ağacın tohumu olacağımı sanırken, ana rahmine dönüyordum, babamın tohumu olduğum halime doğru yolculuk ediyordum. İsmini veremediğim zaman, bana hüküm verendi. Cezamı kesti. Sonum sonsuzluk oldu. Bütün kadınların rahminde taşıyacağı candım ben. İsmim türümün fedakarlığıydı, varlığımsa doğurganlığın özünde yaşadı.
* * *
Türümüzün uykuda güçsüzlüğünün sebebi işte bu geri-dönüş öyküsüdür. Benim yaşamdan yaşam-öncesi-evreye dönüşüm, boyun savunmasızlığıyken; bizi savunmaya geçiren yeni isimler kazanmamız olmuştur. Şu anda konuşan ve bu öyküyü anlatan toprağın ve tozun kendisidir. Her isim verilişinde yeniden anılan Aylanu ise, boyumuzdaki bilinmezliğin kudretini simgelemektedir. İsimsiz olanlar bir araya geldiklerinde onu yad eden şarkıyı söylerler, şarkıda sözü edilen sadece Aylanu’nun kendisidir ve anlatılan öykünün kaynağı atalardan alınmayan kudrette gizlidir:
“İsim veren, can verir
ismini veren kendini verir
kendinden geçen isimsizdir.”
Kadınların sesleri söze dönüştüğünde dahi isimleri anılmamaya devam ederse eğer, kendisini feda edenlere ihtiyaç olacaktır. Bundan kelli, Aylanu’nun hikayesi son değil başlangıçtır, can vermek demek ismini koymaktır.
“Ancak ismine kavuşmuş olan,
uyanır uykusundan.
Kam, kızım, adını ve aslını hatırla,
artık uyan.”
- Sineztezik - 1 Temmuz 2020
- İsimsiz - 1 Temmuz 2019
- Benlik - 15 Haziran 2018
- Öleyazarlar - 15 Haziran 2017
- Değişen Tür - 15 Haziran 2016
Sevgili Seran
Galiba bu platform yazarlarda bir kalbi bir bagimlilik yaratiyor. Aradan uzun zaman gecse bile tekrar gerindonme.istegi yaratiyor. Hani derler ya arkada sicak bir yuva beni bekleyem bir ev var ise sayisiz maceraya atilabilirim cunku bilorim evim beni hep bekliyordur.
Ustelik profesyonel anlamda bir yazar olarak aramizda yazilarini paylasmani da cok kiymetli buluyorum. Sanirim bu platformdaki her yazarin hayalini bu oldugunu tahmin ederim. Bu yuzden senin hikayene yorum yazmak.bir yana goruslerini kemdi hilayem.icin almak istemem sanirim dogal bir reaksiyon:)))
Bunun disida nasil bir utopya kurmaya calistigini anlayabiliyorum ustelik daha uzun solujlu bir calismaya da altlik.olustirabilecek guzel bir taslak olmus. Hem icinde kahramani celiskilerini hem bir yukselis ve dusus donemini hem de kendisine ait bir evreni barindirma potansiyeli oldugunu goruyorum
Aramiza ugraman ne guzel
Tekrar tekrar hosgeldin
Eline ve dus gucune saglik
Sevgiler
Dipsiz
Merhaba,
Sağlam bir yapı ve derinlikli bir öyküydü. Biraz Yerdeniz biraz women suffrage havası taşıyor gibi geldi bana.
Son paragraf belki biraz öyküyü denemeye yaklaştırmış olabilir.
Elinize sağlık
Yorumların her biri için ayrı ayrı teşekkür ederim. Hep söylüyorum, öykücü değilim, öyküde iddialı değilim; ama benim için çok iyi beyin jimnastiği oluyor, vakit bulup yapamadığım şeyleri deniyorum, yazmaya en hevesli olduğumu kurmak için yol arayışına giriyorum - ve hakikaten Kayıp rıhtımın ev hissi bir yana, bu seçkiyle senelerdir -eminim hepimize- esin veriyor.
Doğrusu uzunluğu kısa olanları okuyup uzun olanları “geniş zamana” bırakıyorum çoğumuz gibi, umarım ki hakkını vererek okuduklarıma benim de iki satır geri dönüp iki kelam etmeye fırsatım olur.
Hayal gücüyle, sevgiyle,
Hem Yerdeniz hem suffrage havası sezdirebilmişsem ne mutlu bana. Değerli yorumunuz için sağ olun.
Denemeye uzanması olağan; Dede korkut öykülerini başka bir açıdan nasıl ele alırım, arkaplanı koruyup metaforlarını kullanarak nasıl kendi üslubumda bir öykü yazarım denemesiydi çünkü benim için bir yerde Elbette ki, kurgunun atmosferinden ayrılmamayı becererek daha iyisini yapmak mümkün, buna dikkat edeceğim.
Teşekkür ederim.