Sadece elleri alıkoyuyordu yerçekimine yenilip aşağı yukarı iki yüz metre uzaktaki yere ulaşmasına. Kolları gergindi. Kasları son raddede gerilmişti. Ayaklarıysa yere ulaşmak için sabırsızca sallanıyordu. Sağ ayağındaki terliği ayağından sıyrılmak üzereydi. Nasır tutmuş başparmağıyla onu hala kavramıyor olsa, yere çoktan düşmüş olacaktı.
Adamın sadece terlikleri vardı. İç çamaşırlarını dahi giymemişti üzerine. Ellerini, gökdelendeki bir dairenin balkonunun demirinde, aralarında bir yumrukluk boş alan kaldığı halde kenetlemişti. Şimdiden bembeyaz kesilmişti parmak eklemleri. Ellerini açsa düşecekti yere; ama nedense böyle bir şey yapmayı tercih etmemekteydi şimdilik. Geri dönemeyecek kadar güçsüz düşmüştü kolları. Parmakları güçlü ve becerikli olmasına karşın kol kasları yeteri kadar gelişmemişti. Kendisini kesinlikle geri çekemezdi yani. Bir sporcu değildi o. Masa başında çalışmıştı sekiz yıllık hapis hayatı boyunca. Spor yapmaktan anladığı tek şey uzun yürüyüşler yapmaktı. Evet, bacakları çok iyi gelişmişti adamın; ama aynı şey kolları için söylenemezdi ne yazık ki…
Hiçbir koşulda geri dönemeyeceğine göre ki adam geri dönmeyi aklından bile geçirmiyordu, ellerini birden açıp demiri bıraksa onun için daha hayırlı olurdu. En azından kol kasları ve elleri rahatlardı bir an için bile olsa. Sonra da ölüm… Ama adam böyle bir şey yapmayı da tercih etmemekteydi. İntihar anından önceki yaşamını da düşünmüyordu. Peki neden ellerini demirde kenetlemeye devam etmekteydi? Adam ne düşünüyordu? İster inanın, ister inanmayın ama adam hiçbir şey düşünmüyordu o anlar toplamı boyunca. Sadece ellerinin ne kadar demirde kenetli bir şekilde vücudunu taşıyacağını test ediyordu. Sadece gerilen kas ve tendonlarının acısı vardı zihninde. Ve o acıya dayanma kararlılığı… İntiharı bir oyuna indirgemişti adam. Bir kurtuluş oyununa…
***
Kulaklarına ilk gelen ses, kör bir bıçağın göbek bağını keserken çıkardığı sesti. Zor şartlar altında dünyaya getirmişti annesi onu. Ve göbek bağını kesmek için sadece kör bir bıçak vardı kadının elinde. Bıçak keskin olmadığı için, bebeğin göbek bağının kesilmesi zahmetli ve uzun süren bir iş olmuştu. Belki de bu durum adamın ilk duyduğu sesi hatırlamasının yegâne sebebiydi. Hangi insan doğduğu anı resmen hatırlayabilirdi ki? Ama nasıl oluyorsa adam hatırlıyordu işte. O kadar zor olmuştu ki göbek bağının kesilmesi, bir an, o gelişmemiş zihniyle, sonsuza kadar o bağla yaşamak zorunda kalacağını düşünmüş ve soluk aldığında ciğerlerinin acıması yüzünden değil de bundan korktuğu için basmıştı yaygarayı.
Evet, o zamanlar bile düşünebildiğini hatırlamaktaydı adam. Hafızası şaşılacak kadar güçlüydü. Sonra hemen emzirmişti annesi onu. Sanki tek kurtuluşuymuş gibi sarılmıştı annesinin memesine. Sonra da aniden bırakmıştı memeyi ve ona dik dik bakıp huzursuz bir uykuya dalmıştı. O zaman gördüğü rüyayı bile anımsıyordu adam. Ağzında annesinin memesinin olduğunu görmüştü rüyasında. Meme hep süt doluydu ve o hep memeyi emmek istiyordu. Gaz çıkarmak için bile bırakmıyordu onu. Büyüyor, büyüyor, ama meme hep ağzında kalıyordu…
Gördüğü bu kâbustan olacak, bir daha ne yaptılarsa da, annesinin ya da bir başkasının memesini emmesini sağlayamamışlardı.
Yani bebeklikten itibaren seveceği ve alışacağı ne keşfetmişse ondan büyük bir korkuyla kaçmıştı. Bu gerek bir insan, gerek bir davranış biçimi, gerekse herhangi bir eşya olsun hiç fark etmemişti.
Ailesinin yanından gerektiğinden çok daha erken ayrılmıştı ve onlardan ayrıldıktan sonra onlarla en ufak bir şekilde dahi iletişim kurmaya yeltenmemiş, hatta onlardan gelen iletişim kurma taleplerini alelacele kaçmak suretiyle reddetmişti.
Kurduğu en uzun gönül ilişkisi iki gün olabilmişti. Ona ne kadar bir gönül ilişkisi diyebilirseniz tabii. Genelevdeki bir hayat kadınına her nedense sadece iki kere gitmişti; ama belli bir zaman sonra o hayat kadınına evlenme teklifi etmişti.
Aslında adamı yakından izleyen birisi, onun bunu neden yaptığını tahmin edebilirdi. Adam hep sevdiği ya da sevebileceği şeylerden kaçmıştı. O hayat kadınını ise hiç sevmemişti ve bu da ona güven vermiş, kadına yaklaşmasını sağlamıştı.
Sonra da, ani bir ilhamla bu kadınla evlenmek istemişti. Kadın şaşmıştı bu işe. Pek beğenilebilecek bir tip değildi çünkü. Bunu gayet iyi biliyordu kadın; zira böyle olmasını kendisi isteyip sağlamıştı. Sadece anlık zevkler için eğitmişti kendisini. Çünkü biliyordu ki, bazı erkeklerin ilgisini çekmek çok sakıncalı oluyordu. Bu riske girmek istemiyordu kadın. Bunun için de, uzaktan albenili görünmek, bir adamın kendisini seçmesini sağladıktan sonra da adama onu bir daha ziyaret etmeyi istememesini sağlayacak kadar itici olmak ona çok daha kolay geliyordu ve bu işte usta olduğunu düşünüyordu. O adam hariç hiçbir erkek onu bir defadan fazla ziyaret etmemişti çünkü.
Adamın ilgisi rahatsızlık vermese de, kadın ilgiye alışık olmadığı için fazlasıyla yadırgamıştı bu durumu. Asıl ilginç olanı, kadın adamın kendisinin de ona gösterdiği ilgiye şaşırdığını fark etmişti. Daha doğrusu, sanki ikisi üzerinde bir deney yapar gibi ilgileniyordu onunla adam. Kadının yanına ikinci kere geldiğinde, sanki o da kendisinden beklenmeyen bir şey yapıyordu. Öyle düşünmüştü kadın. Tıpkı kendisi gibi adam da şaşkındı buraya bir daha ayak atışına.
Hiç bozuntuya vermeyen kadın, geçen gelişinden daha umursamaz ve daha albenisiz ve ruhsuz olmaya çalışarak ilgilendi adamla.
Ertesi gün gelmediğine göre adamdan kurtulduğunu düşünmüştü.
İki-üç ay sonra adamı gördüğünde, gerçekten şaşırmıştı. Adamın ona evlenme teklif ettiğini işittiğindeyse, inanamamıştı. Kısa bir süre düşündükten sonra da, adamın onunla evlenmek istemesiyle aynı nedenden dolayı adamla evlenmeyi kabul etmişti.
İkisi de aynı nedenle evleniyordu ve ikisi de karşısındakinin kendisiyle neden evlendiğini bilmiyordu. İlginç bir durumdu bu.
Düğün gibi gereksiz bir merasim olmaksızın evlenmişlerdi. Kadın yapması gerekenleri elinden geldiği kadar göze çarpmadan ve ruhsuzca yapıyordu. Daha sakin bir hayat için evlenmişti. Adamı görür görmez, onun kendisinden olabilecek en az şeyi talep edeceğini anlamış ve genelevin talepkar kargaşasını, adamın evinin ruhsuz durağanlığına tercih etmişti. Adam da yapması gerekenleri aynı ruhsuzlukla yapıyordu. O da kadını görür görmez aynı talepsizliği fark etmiş ve kadını kesinlikle sevmeyeceğini anladığı için ve bazı işleri yapmanın ona hissettirdiği zorunluluk duygusundan kurtulmak amacıyla evlenmişti.
Sadece bir defa vazgeçmek istemişti adam.
Yüzükler takılıp elleri kurdele ile birbirlerine bağlanırken… İşte o zaman, ellerinin sonsuza kadar birbirlerine bağlanacağını hayal etmiş ve sertçe çıkarmıştı yüzükleri parmaklarından. Hem kendi yüzüğünü hem de kadınınkini… Kadın şaşırmıştı; ama pek üzerinde durmamıştı bu durumun.
Gayet iyi gitmişti evlilikleri. İkisi de çocuk yapmak istemediği için çocukları yoktu. Birbirlerini sevmemelerine, hatta birbirlerine saygı bile duymamalarına rağmen gayet iyi götürmüşlerdi gemiyi.
Ta ki, adamın kadından nefret ettiğini fark edene kadar… Neden mi nefret etmişti kadından? Çünkü kadın robot gibiydi. Kadın tepkisizdi. Kadın mutsuzdu ve kadın mahkumdu mutsuzluğa. Çünkü kadın sevemiyordu. Çünkü kadın, sevmek istemiyordu. Çünkü kadın, sevmek şöyle dursun, nefret bile edemiyordu. Etmiyordu… Buna gerek duymuyordu çünkü…
en önemlisi de, adam her ne kadar sevemediği ve belki de asla sevmeyeceğini düşündüğü için kadınla evlenmiş olsa da, bir gün, yavaşçacık kadını sevebileceğini, ona ve ona duyduğu sevgiye, usulcacık, bunu kendisine bile sezdirmeden alışacağını, yine kendisine sezdirmeden, sessizce ümit etmişti. Ama çok daha ilginç bir tuzağa yakalanmıştı adam.
Nefretin, ısırgan otundan ilmek ilmek örülmüş, dalayıcı ağına…
Evet… Kadından nefret etmişti o tüm varlığıyla.
Umursamazlığından, sevgiye olan ihtiyaçsızlığından, tepkisizliğinden ve yaşam kolaycılığından… Kadına ilişkin her şeyden nefret etmiş, sevginin ipekten örülmüş, yumuşak ve dayanıklı ağından ve alışkanlığın çelik tellerden örülü; güvenilir, soğuk ve sıkıcı ağından da acımasız bir tuzağa kaptırmıştı kendisini. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştu yani.
Böyle bir hayata elbette tahammül edemezdi. Kesin bir karar verir vermez harekete geçti ve boşandılar. Kadın için hiç fark etmemişti boşanmaları. Adama bu konuda zerre kadar sorun çıkarmadan yapması gerekenleri yaptı ve boşandıktan sonra adamdan herhangi bir nafaka talep etmeksizin eski hayatına devam etmekle yetindi.
O devri de öyle kapanmıştı adamcağızın işte.
Bu olayın ardından, uzun bir süre bir tek şey yapmıştı. Çalışmıştı. Yemiş, içmiş ve çalışmıştı.
Sonra çalışmaktan da bıkmış, işini bırakarak uzun bir süre serserilik etmişti.
Serserilik etmenin onu hiç de özgürleştirmediğini anlamıştı sonra…
Evet, belli saatlerde belli şeyleri yapmak zorunda değildi bir serseri; ama bu kez de açlığa ve başkalarının acımasına muhtaç oluyordu. Hem çalışmadığı zaman ne yapabilirdi ki? Para olmadığında önündeki seçenekler azalıyordu. Parasız yapabileceği pek az şey kalmıştı günümüzde.
Böylece adam serserilikten de bıkmıştı işte. Bu kez de kolay yoldan para kazanmayı denemek düşmüştü adamın aklına.
Önce ufak tefek hırsızlıklar yaparak başladı bu işe.
Gitgide ustalaştıktan sonra da daha büyük çaplı işlere girişti.
İlk defa bu kadar mutlu hissetmişti kendisini. Bu işi sevebilirdi…
İşi sevme sebeplerinden birincisi, bu işin asla monoton olmayışıydı. İkincisi, iş, içinde fazlasıyla heyecan barındırıyordu. Adrenalin her zaman adamın yaşamını güzelleştirmeye yetmişti zaten.
Galiba yapacağı işi bulmuştu. Galiba artık kaçmak istemeyeceği bir şey bulabilmişti.
Hırsızlık yaparken kendisini günbegün geliştiriyordu. Gittikçe büyütüyordu hedeflerini.
Boş zamanlarında bir çilingirin yanında çırak olarak çalışıyordu. Bu işe de kapıları açma/zorlama konusunda kendisini geliştirmek için girmişti. Çilingirden öğrendikleri epey işine yarıyordu.
O asla yerinde sayan bir hırsız olmayacaktı. Kafasına koymuştu bunu ve asla yakalanmayacaktı. Yakalanmayacaktı…
Yakalanmamalıydı… Çünkü yakalandığı takdirde çok daha somut bir tuzağa kaptırırdı kendisini. Parmaklıklar ardına… Gerçek bir hapishaneye…
Bir hapishanede kesinlikle çıldırırdı.
Hapishane; sevgiden, alışkanlıktan, nefretten ve çaresizlikten daha korkunç ve somuttu. Bu da onu adamın gözünde daha korkulası kılıyordu.
Acaba korkmak da mı bir tuzaktı? Evet…
Günbegün ustalaşıyor, ustalaştıkça hedeflerini büyütüyor, hedeflerini büyüttükçe de yakalanma riski artıyordu. Yakalanma riski ne kadar artarsa adamın korkusu o kadar büyüyor ve adam; korkunun, magmadan püsküren lavların onu yakıp kavuran ağına tutsak oluyordu.
Ama pes etmemeliydi. İlk defa bir tuzağın, yani korkusunun üzerine gitmek istiyordu; çünkü ilk defa bu tuzağı aşabildiği takdirde bu kadar büyük bir ödül bekliyordu kendisini.
Adrenalin, heyecan ve her şeyden önemlisi sevdiği bir iş…
Öylesine eğitecekti ki kendisini, yakalandığı tuzağı, yani korkuyu bir kamçıya çevirecekti. Hiç hata yapmamasını sağlayan bir kamçıya…
Onu devamlı sırtında hissedecek ve tıpkı bir at gibi, o kamçının zoruyla koşacak, koşacaktı.
Bir müddet olaylar tam istediği gibi gitti. Gitgide ustalaştı işinde. gün geçtikçe büyüttü hedeflerini ve gittikçe fazlalaştı hayata olan memnuniyeti.
Bir gün, küçük bir kuyumcu dükkânının kasasında para olup olmadığını kontrol ederken, alarmı tespit edemediğinden ve alarm çaldıktan sonra zamanında kaçamadığından, çünkü karakol kuyumcunun bir sokak arkasındaydı, yakalandı.
Daha da kötüsü yakalandığında cebinde vitrinden aldığı bir miktar altın da bulunmuştu.
Neden yakalanmıştı peki? Karakolun orada olduğunu bilmiyor muydu? Ya da bir karakol var mı yok mu diye dükkânın etrafına bakmamış mıydı?
Elbette bakmıştı; ama vitrindeki alarmı etkisiz bırakabilmişti ve kasanın alarmını tespit edemediğinde, dükkân sahibinin vitrindeki alarmı yeterli bulduğunu düşünüp kasadaki alarmı aramak için daha fazla çaba harcamamıştı.
İşte bu hatalar/ihmaller zinciriyle kendisini zincirlemişti adam.
Polisler derhal tutuklamışlardı onu. Birkaç haftalık, küçük bir hapis işkencesinden sonra da mahkemeye çıkartıp sekiz yıl hapse mahkûm etmişlerdi.
Sekiz yıl… Dile kolaydı. Adam ne yapacaktı şimdi? Nasıl kurtulacaktı bu tuzaktan?
Kurtulamazdı. Kurtulamadı…
Tam sekiz yıl yattı hapiste. Tam sekiz yıl, onun deyimiyle saçma sapan işlerle uğraştı. Güya, cezaevindeki tutukluları topluma kazandırmak için çeşitli kurslar ve çeşitli projeler düzenleniyordu; ama onun için, bu kurslar tuzağın demir parmaklıklarının her çubuğunun vücuduna saplandığını hayal etmesini sağlamaktan ileri gidemiyordu. ona tuzağa yakalandığını hatırlatıp onu deli ediyordu bu tür faaliyetler. Yine de mecburen katılması gerekiyordu bu faaliyetlere.
İlgisi varmış gibi görünüp en can sıkmayan ve efor harcatmayan faaliyet olan takı kursuna katılmayı tercih etti. Kurstaki tek erkek olmasına rağmen üstelik…
Parmakları usta bir hırsızın parmakları olduğu için bu işi kolayca öğrenebilmişti. Bununla birlikte bu işi de hiç sevmemişti.
Tam sekiz yıl boyunca küçük bir masada oturmuş, sabahları gün ışığını akşamlarıysa hapishaneye gelen bir gönüllünün ona verdiği fenerin ışığını kullanarak çeşitli takılar yapıp onları satılması için bir görevliye vermişti.
Farklı hiçbir şeyi olmayan; ama usta bir elden çıkmış olduğu her halinden belli olan ürünlerdi bu takılar. Fabrikadan çıkmıştı sanki her biri. Aynı takıları yaparak sekiz yıl boyunca resmen kendisini işle uyuşturmuştu. Bu sayede kurtulmuştu kendisine ve çevresine zarar vermekten.
***
Sonunda sekiz yıl bitmişti. Ona eşyalarını toplayıp oradan çıkabileceğini söylemişlerdi sonunda.
Sadece üzerindeki kıyafetlerle, yanına başka hiçbir eşyasını almaksızın, koşarak çıkmıştı oradan. Kafasını göğe kaldırmış, göğe doya doya bakmış ve sonra mevsim yaz olduğu için deniz kıyısına koşmuştu hemen. Doya doya denize girmiş, üzerine gelen dalganın tuzlu suyunu, büyük bir coşkuyla gülerek yutmuş, kahkahalar atmıştı. Aniden durulmuştu sonra da.
Evet… Hapishaneden kurtulmuştu. Ne için? Bir başka tuzağa yakalanmak için mi?
Hep tuzağa yakalanacaksa neden daha fazla yaşamalıydı ki?
Ölüm hakkında kesin hiçbir şey bilinmiyordu. İnsan öldüğünde tüm tuzaklardan kurtulabilirdi pekâlâ.
Yaşamak için bir nedeni olmadığına, hatta yaşamamak için geçerli bir ton nedeni bulunduğuna göre, neden merakını bir an önce gidermesindi?
Evet… Kararını vermişti. İntihar edecekti. Kendisi seçecekti ölümünün zamanını ve şeklini.
Her zamanki gibi, karar verdiği anda onu uygulamaya girişti.
Uçarak ölecekti o. En azından uçmaya çalışarak… Kanat ya da insan yapımı herhangi bir şey olmadan, belki bir saniye boyunca kulağında uğuldayan rüzgârı hissedecek, uçtuğu yanılgısıyla, kendisini bile isteye kandırarak mutlu ölecekti.
Bu yanılgının süresini fazlalaştırmak için, en yüksek gökdelenin en üst katındaki şans eseri boş olan bir daireye çıkıp dairenin balkonuna girerek demirden sarktı ve kaslarının dayanabildiği kadar orada asılı kaldı. Sonra da yavaşça bıraktı demiri…
Ardından uçuş başladı… Rüzgârın, vücuduna çarpan nefesi…
Yerçekiminin, terliklerini nasırlı parmaklarından çekişine rağmen onları sebepsiz bir inatla bırakmayışı…
Uçuyordu adam… Uçarak düşüyordu; ama her ne hikmetse bir türlü zemine çarpmıyordu.
Bir göz yanılgısı mıydı bilmiyordu; ama düşmeye başladıktan bir müddet sonra etrafını koyu bir sis kaplamıştı. Öyle yoğun bir sisti ki bu, terliklerini bile göremiyordu. Kendi vücuduysa karaltı olarak görebiliyordu.
Epey uzun bir süre düşmüştü. Hatta düşerken hiçbir yeri görmediğinden, “acaba gerçekten uçuyor muyum?” diye düşünmeden edememişti.
Artık vücudunda rüzgârın nefesini hissedemiyordu. Sis nedeniyle hava yoğunlaşmıştı çünkü. Bir zaman sonra hareket edip etmediğinden bile emin olamaz hale gelmişti. Hiçbir şey hissedemiyordu zira.
Acaba düşüp ölmüştü ve şimdi de öldükten sonra gidilen yerde miydi? Eğer öyle olmuşsa neden hatırlamıyordu düştüğünü?
Düşmesi dışında hayatında olan her şeyi saniye saniye hatırlayabiliyordu hâlbuki. Bu nasıl olabiliyordu peki?
Ansızın, nasıl oluyorsa, tüy gibi düştü zemine. Ardından açıldı sis birdenbire.
Sis açıldığında gördükleri karşısında adeta afalladı. İnanamadı…
Bir kafesin içine fırlatmıştı sis onu nasıl oluyorsa. Bir kafes… Üstü kapalı bir kafes… Parmaklıklar… Yine…
Tortop oldu adam kafesin içinde. Zemin bir hayvan kafesinde olduğu gibi kumla kaplanmıştı. Tıpkı bir devekuşu gibi kafasını adeta kuma gömüp hiçbir şey görmemek için gözlerini sımsıkı kapattı.
Ama bir kediyi bile öldürebilen merak, onun öylece tortop olarak kalmasına izin vermedi ve gözlerini açıp etrafa bakmasını sağladı.
Merakının zoruyla etrafa baktığında, kafeste yalnız olmadığını fark etti.
Bu kez şaşkınlıkla, kafesi kendisiyle paylaşanlara bakakaldı.
Bir kız ve yetişkin bir leopar vardı kafeste.
Kız da onun gibi çırılçıplaktı.
Ondan tek farkı vardı. Kızın terliğe ihtiyacı yoktu; çünkü ayaklarının altları bir ayakkabı tabanını aratmayacak kadar kalın nasırlarla kaplıydı.
Bu da adama kızın özgür ve kayıtsızca koşabildiğini düşündürüyordu.
Leopar… Evet, bir leopar vardı kafeste. Bağımsızlığın ve yalnızlığın simgesi…
Kendi başına avlanan… Kendi başına uyuyan… Sadece çiftleşme mevsiminde türdeşleriyle birlikte olan bir canlı… İşte bu canlı, onlarla birlikte, bir kafesteydi.
Nasıl… Neden…
(Devam niteliğindeki başka bir öyküyle devam edecek.)
Gerçekten ustalıkla yazılmış, harika bir öykü. Özellikle sonunun soruyla bitmesi, insanı meraklandırıyor. Umarım öykünün devamında, adamın sisler içindeyken ne yaşadığını ve o kafese nasıl geldiğini anlarız… Betimlemeler oldukça ilgi çekici ve yaratıcı. Ellerine sağlık.
Çok teşekkürler. Umarım sondaki soruların cevapları tatmin edici olur devam niteliği taşıyan öyküde.
Kalemin ne kadar kaliteli olduğunu her satırda farkettiren muhteşem, bir solukluk bir öykü… Ellerine sağlık, zincirin devamını, psikolojik çözümlemelerin büyüsüne kapılıp yeni dünyalara uçmak için bekliyorum…
Sağ olasın. “Psikolojik çözümlemeler” denilebilecek kadar iyiyse eğer gurur duydum. Tanıştığıma tekrar memnun oldum bu arada…
Öncelikle tebrik ederim. Tasvirler ve anlatışını doyuma ulaştıran cümlelerini çok sevdim. Özellikle aşağıdaki uzun cümleyi, kısa bir cümleyle açıklamana bayıldım. Ama uzun cümleyi çok sevdim. Yalnız burada tek eleştirim şu olacak. İki defa “ağından” kelimesini üst üste kullanmışsın. O benim gözüme ilişiyor, elimde değil. Orada başka ne kelime kullanılır bilemiyorum tabii.
“Kadına ilişkin her şeyden nefret etmiş, sevginin ipekten örülmüş, yumuşak ve dayanıklı ağından ve alışkanlığın çelik tellerden örülü; güvenilir, soğuk ve sıkıcı ağından da acımasız bir tuzağa kaptırmıştı kendisini. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştu yani.”
Bu benim de genelde yaptığım bir hata. Aslında hata değil de, daha çok bana hata gibi geliyor desem daha doğru olur. Aynı kelimeyi bir paragrafta üç dört defa ar arda cümlelerde kullanmak bana hiç hoş gelmiyor. Yani okuduğumda paragrafın akıcılığı kayboluyor. Bu hikayede de bir iki yerde rastladım. Bilmiyorum bu beni rahatsız eden bir şey. Mesela aşağıdaki ilgi kelimesi:
“Adamın ilgisi rahatsızlık vermese de, kadın ilgiye alışık olmadığı için fazlasıyla yadırgamıştı bu durumu. Asıl ilginç olanı, kadın adamın kendisinin de ona gösterdiği ilgiye şaşırdığını fark etmişti. Daha doğrusu, sanki ikisi üzerinde bir deney yapar gibi ilgileniyordu onunla adam.”
Adamın hayatı hakkındaki ilk yorumlarda bulunan kendine olan inançsızlığı, genel mutsuzluğu, onun bir çeşit mazoşist olduğunu hissettirdi bana. Hatta kendisine zarar vermeye başlasaydı hiç şaşırmazdım. Sonraları adrenalin bağımlısı gibi davranması ise bu düşüncemi biraz daha arttırdı. Ancak öykünün sonu, hayata dair bir şeyler bulduğunu gösteriyor gibiydi. Tam bitmemiş her şey.
Tebrik ederim, kaleminin daha güçlü olması dileğiyle.
Dilek için özellikle teşekkür ederim. Cümlemizin kalemi günbegün güçlü olsun… Evet. Tekrarlar ve devrik cümleler vaz geçemediğim şeyler… Nedendir bilmiyorum. İkisini kullanmak da çok hoşuma gidiyor… İşte burada çıkıyor kendin için mi yazmalı yoksa toplum için mi? sorusu… Kendim için yazıyorum; ama toplum beğenip eleştirnce de hoşuma gidiyor.
Ha bir de üç nokta kullanmayı çok seviyorum. Belki dikkati çekmiştir. Üç noktaları da hiçbir kelime ya da cümlenin bir durumu yeterince açıklayamayacağına temas ettiğim için kullanıyorum.
Sevgiyle merhabalar,
Yüreğin ve kalemin dert görmesin inşallah Eylem.
Çok sevdim öykünü başarıların daim olsun inşallah…
Vaay! Çok teşekkür ederim. Sevgilerimle…