Öykü

Kapan

Yine mesaiye kalmış, işten gecenin bir vakti çıkmıştım. Otobüsten inip evimin bulunduğu sokağa girdiğimde her şey hareketsiz gözüküyordu. Soğuğun ve karanlığın etkisiyle paltomun yakasını iyice kaldırıp hızlı adımlarla, uzun sokakta ilerlemeye başladım. Bir yandan da böyle anlamsız zamanlarda hep yaptığım gibi işimi ve hayatımı sorguluyordum.

Aniden yanımdaki çöp kutusundan bir şey fırladı. Bir an için farkına varamadığımdan irkildim. Elbette sadece bir kediydi, ancak kalbimi güm güm çarptırmaya yetmişti.

Bugünlerde sürekli olarak takip edildiğimi düşünüyordum. Gecenin bir vakti tek başıma izlediğim filmlerden mi, yoksa yaptığımı hatırlayamadığım hareketlerden dolayı mıydı bu kuşkuculuğum bilemiyorum.

Bana bitmeyecekmiş gibi gelen çıkmaz sokağın sonundaki evime yaklaşınca anahtarlarımı yokladım; cebimdeydiler. Bir an önce içeri girmek istiyordum. İşte o sırada fark ettim binadaki garipliği. Tüm ışıklar kapalıydı, benim daireminki hariç. Nasıl olabilirdi? Tek yaşıyordum. Acaba sabah işe giderken söndürmeyi mi unutmuştum? Böyle ayrıntılara dikkat ederdim ancak bu aralar hem sabahları hava çok karanlık olduğundan, hem de ben çok dalgın davrandığımdan unutmuş olabilirdim. Polisi mi arasaydım? Yok yok, gecenin bir vakti, hele de ortada kendi dalgınlığım yüzünden açık unuttuğum bir ışık varsa polisi rahatsız etmek olmazdı.

Soğuk hepten kendini hissettirdiğinden çabucak binaya girdim. Tüm cesaretimi toplayıp hızlı hızlı merdivenleri çıktım ve daire kapısının önünde aniden durdum. Kapı kapalı gözüküyordu, zorlanmış gibi bir hali de yoktu. Ancak bir süre nefesimi tutup içeriyi dinledim. Komşu dairelerden gelen öksürük ve borulardan akan su sesinden başka bir şey işitemiyordum. Aniden etraf karardı. Uzun süre hareketsiz kaldığım için ışık sönmüştü. Kendi kendime daha fazla kuşkuya kapılmamam gerektiğini söyleyerek bir elimde her an 155’i aramak üzere telefonum, diğerinde anahtarlarım kapıyı açtım.

Holün ışığı yanıyordu ama içerisi sessizdi. Yine de kapıyı tamamen kapatmadan önce, çok da büyük olmayan dairemde hızlıca, tüm ışıkları yakarak bir tur attım. İçeride benden başka biri veya olağandışı bir şey yok gibiydi. Hole geri dönüp kapıyı kapattım ve dikkatlice kilitledim.

Hem mesai, hem de dairemde açık unuttuğum ışık beni fazlasıyla yormuştu. Ağzıma iki lokma peynir ekmek attıktan sonra dişlerimi fırçaladım, pijamalarımı üzerime geçirdim ve sıcak yatağıma girdim. Kendimi tam uykuya teslim ediyordum ki –belki de etmiştim bile- aklıma saati kurmadığım geldi –ya da bilinçaltım beni dürttü demek daha doğru-. Başucumdaki lambayı yakıp uykulu gözlerle etrafı süzdüm. Telefonumu yanıma almayı unutmuştum. Biraz da kendi kendime söylenerek yataktan kalkıp telefonumu aramaya başladım. Salondaki masanın üzerinde unutmuşum. Telefona uzanırken masa ile pencere arasında, yerde, beyaz bir şey dikkatimi çekti. Eğilip baktım; bir zarftı. İyi de burada işi neydi? Ah, herhalde geçen gün internet faturam hakkında şikâyet dilekçesi yazarken kutudan düşmüş boş bir zarftı. Zaten üzerinde de bir şey yazmıyordu.

Zarfı yerden aldım. Beklediğimden daha ağır geldi. Bir zarf ne kadar ağır gelebilir? İki üç gram daha fazla belki de, ama ağır gelmişti işte. Tahmin ettiğim gibi zarf boş değildi, içinde bir kâğıt vardı.

Meraklanmıştım. Nereden çıkmıştı bu adsız zarf? Postacı tüm zarfları bina girişindeki posta kutularına koyuyordu, biri daire kapısının altından içeri atmayı başardı desem salonun uzak bir köşesinde ne işi vardı? Acaba biri pencereden mi atmıştı? İyi de dördüncü katta oturuyordum, pencereden atmak da kolay değildi. En mantıklı açıklama eskiden yazdığım ama hatırlamadığım, mektup kutuma kaldırdığım ve geçen gün dilekçe yazarken düşmüş bir mektup olmasıydı. Gerçi dilekçeyi yazalı da bir hafta olacaktı, nasıl olmuştu da görmemiştim bu zarfı? Yoğun iş temposu ve temizlik yapma alışkanlığımın olmaması bu durumda etkili olmuştu sanırım.

Daha fazla kafamda kurmanın bir anlamı yoktu. Ağzı yapıştırılmamış zarfı tek hamlede açıp içindeki kâğıdı çıkarttım. Kaşlarım çatıldı. Bu da neyin nesiydi şimdi? Zarfın içeri nasıl girdiğini anlasam, komşu çocuklar alay ediyor diyecektim. Mektubun üzerinde hiç bilmediğim bir dilde bir şeyler yazıyordu. Açıkçası meraklanmıştım. Hemen bilgisayarımı açıp araştırmaya karar verdim. Birden bire tüm yorgunluğum geçivermişti.

İnternetin engin dünyası beni hayal kırıklığına uğratmıyordu. Çok geçmeden benim dışımda başka insanlara da benzer mektuplar gittiğini okudum. Toplamda bilinen dokuz mektup vardı ve sekizi bu bilinmeyen dilde yazılmıştı, geriye kalan biri ise ne hikmetse bir çeviri ile yollanmıştı.

Hemen elimdeki mektubu alıp bulduklarımla karşılaştırmaya başladım. Sonunda mektubu deşifre ettim. Buna göre evden çıkmamam, kimseye bu zarf ve mektup işinden bahsetmemem, hatta telefonumu bile kullanmamam gerekiyordu. Evden çıkmamayı nasıl başaracaktım? Bir hafta işe gitmemek olurdu, ancak internetten okuduğum kadarıyla bu durumun ne kadar süreceği belli de değildi.Gecenin bir yarısı sinirlerim altüst olmuştu. Çaresizce yatmaya gittim.

Ertesi sabah ilk iş, telefonu kullanamayacağım için gazetedeki işime mail atmaya karar verdim. Biraz hasta olduğumu, doktorun mümkünse bir hafta on gün evden çıkmamamı salık verdiğini yazdım. Çok geçmeden bana, bu durumun sorun olmadığını söyleyen pek içten bir yanıt attılar. Açıkçası bu kadar iyi karşılamalarına şaşırmış, belki biraz da alınmıştım. İşyerinde bana ihtiyaç yok muydu yoksa?

O günü internetten araştırmalarıma devam ederek geçirdim. Garip bir şekilde, mektupları alan diğer kişilerle benzer özelliklere sahip olduğumuzu gördüm. Hepimiz gazeteciydik, dış haberler bölümünde çalışıyorduk, erkektik, ellili yaşlarının ortalarındaydık. Aramızdaki bariz tek fark diğerlerinin evli ve çocuklu, benimse boşanmış ve çocuklu olmamdı. Eşimi görmeyeli yıllar oluyordu, ama kızım ayda bir iki kez ziyaretime gelirdi. Önemli günlerde de hiç atlamaz arar, halimi hatırımı sorardı. Kızımın, çalışma masamın üzerinde, hemen yanı başımda duran fotoğrafına bakıp gülümsedim. Yine çok özlemiştim.

Günler geceleri kovalıyor, bense vaktimi internette araştırma yapıp kitap okuyarak geçiriyordum. İnternetten alışveriş yapma olanağı ne güzel bir şeydi. Evden çıkmadan istediklerimi de alıyordum.

Mektubu bulalı üç gün oluyordu. Kanepeye uzanmış tembel tembel yatıyordum. Dışarıda harika bir güneş vardı, kuşlar cıvıldıyordu. Birden bire içime inanılmaz bir sıkıntı çöktü. Bu muhteşem günün tadını çıkartabilmek için dışarı çıkmam imkânsızdı. Başıma bir şey gelebilirdi. Daha da önemlisi sevdiklerimin başına bir şey gelebilirdi. Yine aklıma kızım geldi. Ne yapıyordu acaba? Uzun zamandır görüşmemiştik. Normalde bugünlerde ziyaretime gelmesi gerekirdi, gelmeden önce de muhakkak arardı ama… Sahi… Beni beş gündür arayan soran da yoktu. Ne cep telefonum çalmıştı, ne de kapım. Tamam, çok aranan biri değildim, sosyal olduğumu da söyleyemezdim ama içime bir kurt düştü.

Utana sıkıla masadan cep telefonumu aldım. Kimseyi arayamazdım ama bu mesaj atmamı engellemezdi değil mi? Kızıma bir mesaj yazıp yolla tuşuna bastım. İki dakika sonra bir mesaj aldım: “Göndermiş olduğunuz ileti, telefonunuz kapatıldığı için yollanamamaktadır.” Hayda… Bu da nereden çıkmıştı şimdi? Telefonumun neden kapatıldığını öğrenmek için internete bağlanıp bir mail yazmaya karar verdim ama… İnternet de çalışmıyordu! Doğru ya; cep telefonu ve internet aboneliğim birbirine bağlıydı ve ben, iki hafta önce, faturalarda yanlışlık yaptıklarını söyleyerek son faturalarımı ödemeyeceğimi belirten bir dilekçe kaleme almıştım. Bana bir geri dönüş yapmamışlardı ama telefonumu ve internetimi kesmişlerdi! Cep telefonundan başka telefonum yoktu, internetten başka da haber kaynağım… Dünya ile tüm iletişimim kesilmiş gibi hissediyordum. Alışveriş işini bir süreliğine komşu çocuklara yükleyebilirdim, biraz da harçlık verirsem mutlu olurlardı. Sonrasında da tüm param suyunu çekmeden kızım gelirdi zaten değil mi?

Öğleden sonra, komşu çocuklarına bağladığım umut bir balon gibi söndü. Komşular evde yoktu, büyük ihtimalle önümüzdeki on gün de dönmeyeceklerdi. Kurban bayramını tamamen unutmuştum. Oturduğum 4 katlı, 4 daireli apartmanın üç dairesinde aynı aileye mensup komşular yaşıyordu; topluca kurban bayramını kutlamak üzere köye gitmiş olmalıydılar.

Daireme çıkmadan önce posta kutumu bir kez daha kontrol ettim, gelen giden yoktu. Hatta olur ya, düşmüştür de girişteki paspasın altına girmiştir bana gelen bir mektup diye paspasların altını bile aradım, ama nafile. Boynum bükük daireme geri döndüm.

İçeri girer girmez ilk iş mutfağa yöneldim. Mutfakta ne var ne yok bir listesini çıkarttım. Yaklaşık beş günlük erzakım vardı. Biraz dişimi sıkarsam bir haftayı kolayca geçirirdim.

Beş gün geçti, internetimi ve telefonumu kullanamadığımdan elektrik faturalarımı kontrol edip ödeyememiştim, elektriklerim de kesilmişti.

Sonra on gün geçti, yiyecek bir şeyim kalmadığından sadece su içebiliyordum. Sanırım kilo vermeye de başlamıştım…

***

Komşular arayıp da “Ahmet Bey’i birkaç gündür görmedik, kapısını da açmıyor” dediklerinde biraz ürkmüş ve endişelenmiştim açıkçası. Hemen telefona sarılmıştım ama nafile, telefonu şebeke dışıydı.

Evine doğru yollanırken, bir yandan da çalıştığı gazeteyi aradım. “Hasta olduğu için bir süreliğine işe gelemeyeceğini haber etmişti” dediler.

Nefes nefese merdivenleri çıkıp da dördüncü kata geldiğimde durdum; kapıyı çaldım. Açan olmadı. Bir daha çaldım. Yine en küçük bir kıpırtı olmamıştı kapının diğer tarafında.

Utana sıkıla çantamdan yedek anahtarları çıkarttım, kilide sokup çevirdim. Çelik kapı büyük bir gıcırtıyla inleyerek açıldı.

İçeride yoğun bir küf kokusu vardı. Sanırım uzun süredir kimse cam açmamıştı. Hemen pencereye yöneldim. Bu arada da salonu kolaçan ettim. Bir sürü zarf, kâğıt, kitap yerlere saçılmıştı. Ahmet mi yapmıştı bu dağınıklığı?

Mutfağı atlayıp yatak odasına yöneldim. İşte… Oradaydı, yatağında yatıyordu. Koca bir dağ gibi inip kalkan göğsünden yaşadığı belli oluyordu ama çok kilo kaybetmişti.

Yanına yaklaştım: “Ahmet? İyi misin?”. İrkilerek gözlerini araladı. Tüm zayıflığına rağmen gülümseye çalışarak: “Hoş geldin kızım, ben de seni bekliyordum.” dedi, sonra da zorlanarak ekledi: “Annene ne çok benzemişsin!”

Anlaşılan doktor kontrollerini ve ilaçlarını aksatmış, durumu iyice kötüleşmişti. Bozuntuya vermedim, gülümsemekle yetindim. “Sana bir şeyler yedirip içirilelim olur mu?” “Evde bir şey kalmadı” dedi. “Olsun, ben şimdi gider alırım, hazırlarım senin için.”

Bakkala inerken cep telefonumdan Ahmet’in doktorunu arıyordum.

***

Tahmin ettiğim gibi ilaçlarını aksatmıştı. Kendine daha fazla zarar vermesinden korkan doktoru hastaneye yatırılmasını önerdi. Kabul ettim. İlerlemiş şizofren vakaların evde bakılması gerçekten de zordu. Üstelik bir de bu kişi eski eşinizse… Yine de kimi kimsesi olmadığı için işler bana kalmıştı. Elimde bir karton, eski işyerinin yolunu tuttum.

Gazeteye girdiğimde meraklı bakışlar beni süzüyordu. Kimseyle muhatap olmadan doğruca müdüre gittim; durumu anlattım. Artık odasını daha fazla tutmalarına gerek olmadığını, zaten hastalık teşhisi koyulduktan sonra fazlasıyla anlayışlı davrandıklarını söyledim. Müdür, Ahmet’in üniversite sıralarından çok yakın dostuydu. Ahmet’e ağır şizofren teşhisi koyulduktan bir süre sonra da çalışmasına izin vermiş, ancak gazetecilik yapamadığını görünce işleri Ahmet’ten çekmişti. Yine de dostunun kırılmasını ve hayata küsmesini istemiyordu; işte bu yüzden Ahmet’e, onu işten çıkarttığını söylememiş, sanki çalışıyormuş gibi işe gelmesine izin vermişti.

Ahmet’in çalışma odasına girdiğimizde, evde karşılaştığım küf kokusu karşıladı bizi. Hemen pencereyi açtım. Odada fazla bir şey yoktu. Birkaç kitap, çerçeve ve çiçeği kutuya koydum. Son olarak masasının çekmecelerindeki dosyaları da kutuya koyarken birini elimden düşürdüm.

Bir anda, konfeti gibi küçük küçük kesilmiş, rengârenk yüzlerce harf yere saçıldı. Evet harf… Dergilerden ve gazetelerden kesilmiş irili ufaklı harfler. Müdürle birbirimize bakakaldık. Hemen, kutuya koyduğum diğer dosyaları da incelemeye başladık. İçlerinden yine kesilmiş harfler, boş kâğıt ve zarflar çıktı. Zarfların bir kısmı, müdürden öğrendiğime göre başka yerlerde çalışan çeşitli gazetecilere hitaben doldurulmuştu. Adresler zarfların üzerine bilgisayarda basılarak yapıştırılmıştı; içerlerindeki mektuplar ise az önce bulduğumuz harflerle oluşturulmuştu. Böyle sekiz on mektup vardı ve hepsinde de, anlayamadığımız bir dilde yazılar yazılmıştı.

Önce, bunların ne olduğunu anlamak üzere Ahmet’le konuştuk. Daha doğrusu konuşmaya çalıştık. Bize tek söylediği, kısık sesle: “Benim de peşimdeler” oldu. Sanırım bir daha da ağzını bıçak açmadı.

Daha sonra, çekmecesinde bulduğumuz mektuplardan başka mektuplar da yazdığını, bunları çeşitli kişilere yolladığını, ancak mektuplarda yazdıkları şifreli olduğundan bu kişilerden ikisi üçü dışında polise giden olmadığını öğrendik. Mektupları yolladığı kişiler ve polis mektuplarım devamı gelmediğinden, ne yazdığını da çözemediklerinden bir süre sonra araştırma yapmaktan vazgeçmişlerdi. Ancak evinde yaptığımız araştırmada yazdığı notlar arasında şifresiz mesajı da bulduk.

Doktoru, bu mektupları yazmasına sebep olarak boşanmayı ve hep hayalini kurduğu kız çocuğuna sahip olamamayı gösteriyordu. “Bir tarafı, bizim gündelik hayatta karşılaştığımız saf kişiliği sıradan hayatına devam ederken, şizofreninin oluşturduğu zıt kişiliği içten bir planlar yapmış, birilerinden intikam almak istemiş olabilir. Kendisini topluma karşı mahzun, dışlanmış hissettiğinden, onun elde etmek istediği vasıflara sahip insanları hedef almış olabilir. Mektupların tamamını yolladığında ne yapacaktı, bir şey yapacak mıydı bilemeyiz, ancak şu an için masum gözüküyor. Tek hatası, mektuplardan birini eve getirip masum, kırılgan kişiliğine göstermek olmuş. Bir nevi kendi kendini kapana kıstırmış.”

S. İpek Ortaer Montanari

87 yılında İstanbul’da doğdum. Müzikle, kitaplarla, dostluklarla büyüdüm. Saint Joseph Fransız Lisesi’nden mezun olduktan sonra İÜ Fransızca Mütercim Tercümanlık bölümünü bitirdim, İsviçre’de Eğitim Teknolojileri alanında mastırımı yaptım; bu süreçte yurtdışına taşındım, evlendim. Şimdiye kadar İthaki Yayınlarından basılan 4 çevirim bulunmakta; çevirmenliğin yanı sıra yazmakla, müzikle ve yeni diller öğrenmekle ilgileniyorum.

Kapan” için 10 Yorum Var

  1. Merhaba,
    Öykünün başlığı, girişi ve finali, kurgusu, anlatımı kesinlikle çok hoştu. Seçkide okuduğum en başarılı öykünüzdü fikrimce.
    Şizofreniye bağlamışsınız temayı, çok farklı değil ama öykülemeniz başarılı. Keyifli bir öyküydü.
    Kaleminize kuvvet.

  2. Sonunda ne kadar şaşırıp üzüldüysem, sonuna gelene kadar da o kadar bir şey hissetmeden okudum. Sade bir diliniz ve düz bir anlatımınız var. Hikaye ve karaktere özel değilse betimlemelere ve duygu yoğunluğunu arttırıcı ifadelere yer vermenizi tavsiye edebilirim. Yine de kurgusuyla ve başarılı finaliyle öykünüz keyif verdi. Teşekkürler.

    1. Merhaba Burak Bey,

      Öncelikle zaman ayırıp okuduğunuz ve yorum yazdığınız için teşekkür ederim. Normalde betimlemelere daha fazla yer vermekteyim ancak biraz da Atay’ın öyküsüyle bağ kurmak adına bu sefer ister istemez yalın bir dil kullandım sanırım. Yine de beğenmenize sevindim 🙂

      Başka öykülerde görüşmek dileğiyle,

  3. Merhabalar. Öykünüz gayet sade yazılmış, metin akıcı, okuyucuyu yormuyor; ama ben tercihen biraz süsten yanayım. ”Deniz Manzaralı Çatı Katı Daire,” isimli öykünüzü daha çok sevmiştim, fakat bu benim fantastik kurguya daha fazla ilgi duyduğum için olabilir. Şizofreni hissettirilmeden gayet iyi götürülmüş metnin ilk kısmında, bu kısım biraz daha uzatılabilirdi fikrimce. Açlığı, korkuyu, yalnızlığı…daha fazla görmek isterdim. Bir de karakterler Burak Yüksel’in de dediği gibi biraz daha mı hissettirilseydi dedim. Yine de fikriyle, planla ilgili verilen ayrıntılarla ve işlenişiyle kendini sevdirdi öykünüz. Ellerinize sağlık diyerek gelecek seçkilerde de görüşebilmeyi umuyorum.

    1. Merhaba Osman Bey,

      Öncelikle zaman ayırıp okuduğunuz ve yorum yazdığınız için teşekkür ederim. Bir üst yoruma da yazdığım üzere sanırım bu sefer ister istemez yalın bir dil kullanmış oldum, elbette kurgu itibariyle de bahsettiğiniz öykümden daha farklı bir çizgide oldu. Sanırım uzatıp, ayrıntılandırma kısmında her daim bocalıyorum 🙂 Yine de beğenmenize sevindim, teşekkür ediyorum.

      Başka öykülerde görüşmek dileğiyle,

  4. Merhaba, açıkçası öykünüz en başından beni yakalayamadı ve bende bir merak uyandıramadı. 2. bölümden itibaren ise öykünün havasına girmeye başladığımı hissettim. Sonuna doğru duygu yoğunluğu gittikçe artan ve bitişi ile zirve yapan bir final ile noktayı koymuşsunuz. Tebrik ederim bu güzel öykünüz için.

    1. Merhabalar,

      Yorumunuz için pek teşekkür ederim. Sanırım çoğu kişi de aynı hissiyat uyanmış 🙂 Demek ki biraz daha çarpıcı girişler yapmam gerekiyor. Yine de sonunda beğenmiş olmanıza sevindim.

      Teşekkür ediyorum, başka öykülerde görüşmek üzere,

  5. Merhaba;
    Seçkide adınızı görünce sevindim. Sizin öykülerinizi okumayı seviyorum. Bu öyküde başta neden bu kadar kolay inandı mektuba dedim, şizofreniyle ilgili herhangi bir ipucu yakalayamadım. Sonra birden hepsi yerine oturdu. Birinci bölümü biraz daha karışık, ikinci bölümü de bu kadar açıklayıcı yapmasa mıydı acaba diye düşünmeden edemedim. Tabii bir okur olarak benim düşüncem. Ellerinize, yüreğinize sağlık. Bu seçkide sizi daha çok okumak istemek bencillik mi bilemedim:) Sevgiler…

    1. Merhaba Nurdan Hanım,

      Nazik yorumunuz için çok teşekkür ederim. Aldığım diğer yorumlara da bakarak sanırım daha çarpıcı bir giriş yapmalıydım diye düşünüyorum; bu sefer biraz ana temadaki öyküye vurgu yapayım derken avlandım sanırım 🙂 Yine de beğenmenize sevindim.

      Teşekkür ediyorum, diğer öykülerde görüşmek dileğiyle,

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *