İki tembel karga, terkedilmiş harabe bir kalenin pencere kenarında oturup çevreye göz atıyordu. Mavi deniz ve gri gök arasına sıkışmış küçük bir adadaydılar. Açlıktan kırılıyorlardı ve maalesef bu adada yiyecek hiçbir şey yoktu. Aslında ufukta başka adalar da gözüküyordu, ama kargalar tembeldi.
“Birazdan yağmur yağacak, Sefil,” dedi karganın biri, gökte toplanmış kara bulutları göstererek. Sefil dediği kargaya göre daha genç, daha gösterişli ve daha güçlüydü. Adı bile Güçlü’ydü zaten. Gerçi Güçlü ismini kendi kendine takmıştı. “İçeri girelim.”
Sefil itaat etti. Başını öne eğdi ve kanat çırpmadan yürüyerek kalenin kırık penceresinden içeri girdi. Güçlü ise kibirle kanatlarını gererek şahlandı ve büyük bir gürlemeyle gakladı. Kırık pencereyi seçmek yerine kalenin tepesine uçtu ve çatısından içeri girdi. Kargalar kale salonunda buluştular ve uzun zamandır yanmayan şöminenin önüne kuruldular.
Salon, kalenin kasvetli yapısı ve kapalı havanın etkisiyle oldukça karanlıktı. Pencerelerden içeri sızan gün ışıkları şöminenin hemen yanındaki küçük kitaplığa vuruyordu. Kitaplıkta ciltler dolusu ansiklopediler, kitaplar veya dergiler yoktu. Birkaç vida ve kâğıt parçaları dışında tamamen boştu. Kitaplığın önünde, kir yüzünden renkleri ve desenleri belli olmayan paspaslar vardı. Salonun hemen her yerinde devrilmiş iskemleler ve masalar vardı. Ama etrafta ne lezzetli fareler, ne de atıştırmalık böcekler görünüyordu.
Sefil’in yaşlı midesi guruldadı. Cesaretini topladı ve, “Yemek bulmamız lazım, Güçlü. Yoksa biz de öleceğiz.” dedi.
“Sen ne dayanıksız bir ihtiyar çıktın böyle?” diye bağırdı Güçlü. “Sabret biraz daha! Yemek bulacağım.”
Yaşlı karga mağrurca başını eğerken kalenin dışarısından tiz bir çığlık yükseldi. Ne bir kuş çığlığına ne de başka bir hayvanın sesine benziyordu. İnsan da olmazdı. Onlar öldü, diye düşündü her ikisi de. Ama insan sesine çok benziyordu. Çığlık bir daha yükseldi. Sonra iyice şiddetlenerek bir defa daha.
“İşte sana yemek, Sefil,” diye mırıldandı Güçlü. “Yemek,” diye yineledi zoraki bir şekilde gülümseyerek. Her ikisinin de ağzı sulanmıştı. Ne de olsa günlerden beridir sudan başka bir şey midelerine girmemişti.
İki karga, bitkin olmalarına karşın yemek dürtüsüyle bir anda kuvvet buldular. Hemen kanatlanıp harabe halindeki kalenin kırık penceresinden dışarı çıktılar. Ada küçük olduğundan çığlığın kaynağını kısa sürede buldular. Yaşlı bir ağacın gövdesine yaslanmış küçük bir insandı bu çığlığın sahibi. İnsanın uzun saçları vardı ve henüz çocuk olmalıydı. Belden yukarısı çıplak haldeydi. Beyaz benzi kızarmış, saçları darmadağınıktı. Sağ kolu omzundan koparılmıştı ve kanıyordu.
Kargalar ağacın sağlam bir dalına kondular. Yaşlı karga Sefil tereddüt etti. İnsanlar ölmüş olmalıydı. Nereden çıkmıştı şimdi bu insanlar? “Gidelim, Güçlü,” dedi fısıldayarak. “İnsanlarla uğraşılmaz.”
Güçlü sinirli bir kahkaha attı ve dişlerini sıktı. “Küçük bir çocuktan mı korkuyorsun, ihtiyar? Hem insanlardan nefret etmez miydin sen?” Güçlü kanatlandı ve insana doğru dikkatle yaklaştı. Sefil de onu takip etti.
“Hey!” diye seslendi Güçlü. İnsan ona aldırmadı. “Heeeeey!” diye yineledi. Ama yine cevap gelmedi. Güçlü, insana biraz daha yaklaştı. Kafasına kondu ve gagasını insanın alnına vurdu cesaretle. Uzun süre gagalamayı sürdürdü. “Sefil, haydi gel, ziyafet var!” diye seslendi zafer edasıyla. Ama Sefil hareket etmedi, olduğu yerde kalakalmıştı. Güçlü, küçük insan bedeninin kanayan omzunu yemeye başladı. “Gelsene ihtiyar!” diye seslendi tekrar. Ama Sefil kanat çırptı ve yükselerek kaçtı. “Aptal!” diye söylendi Güçlü.
Sonra keskin bir kaplan pençesi, güçlü kargaya çığlık attırdı.
Kısa bir öykü diye düşünmüştüm… Macera, Sefil merkezli devam edecek gibi, umarım yazmaya devam edersiniz. 🙂
Teşekkür ederim yorumunuz için.
Öykünün devamı gelmeyecek maalesef. Uzak geleceğe dair kısa bir distopyaydı. Sefil’i merak ettiyseniz eğer, sefilliğinden ölecek. 🙂