Öykü

Kasap Bekir

Yılmaz Ailesi köyün en sevilen ailelerinden biriydi. Baba Bekir Yılmaz kasaptı ve köyde işleri en iyi olan insanlardan biriydi. Köydeki tek kasabın kendisi olması da bu durumu kolaylaştırıyordu. Aile dört kişiden oluşuyordu, baba Bekir Yılmaz, anne Gülümser Yılmaz, 10 yaşındaki kızları Esra ve 14 yaşındaki oğulları Erdem. Köy mezarlığının yanında, iki katlı bir evde yaşayan aile, alt katı kasap dükkânı olarak kullanıyordu. Köy halkı Yılmaz ailesini severdi, bunda kasap Bekir Yılmaz’ın etleri uygun fiyata satmasının da etkisi vardı. Kasap Bekir’de fiyatlar, ilçedeki ve şehirdeki fiyatlardan çok daha uygundu. Köy halkı da, şayet kendi hayvanlarını kesip yemeyeceklerse, Kasap Bekir’den ucuza et almaktan memnunlardı.

Dışarıdan bakıldığında normal ve kusursuz görünen Yılmaz Ailesi, elbette ki her normal görülenin aksine hiç de normal değildi. Kızları Esra çoğu gece altına işiyordu. Oğulları Erdem, her fırsatta okuldan kaçıp arkadaşlarıyla sigara içiyordu. Kasap Bekir, dükkânında sattığı etleri, mezarlığa yeni gömülen ölülerden çıkarıyordu.

Biraz matematik, biraz da piyasa fiyatlarını bilen birisi, Kasap Bekir’in etleri o fiyatlardan satmasının altında yatan sebebi sorgulayabilirdi. Ama kimisi bilgisizlikten, daha çok da işlerine öyle geldiğinden, bugüne dek kimse sorgulamamıştı. Bekir’in de işine gelmişti. Ne zaman birisi gömülse, cenazenin olduğu günün gecesinde, karısıyla beraber kazma küreği alıp cesedi çıkarır, dükkânın deposunda güzelce parçalardı. Ölümün çürüttüğü et tadını yumuşatabilmek için kaynar sirkeyle yıkardı etleri. Sirkeyle yıkama eylemi etlerin müşteriler tarafından daha da beğenilmesini sağlamıştı. “Senin etlerin tadı bir başka oluyor oğlum Bekir! Rakının yanında bir iyi gidiyor ki sorma.” Diyenlerin sayısı hiç de az değildi. Tabii etlerin kaynağını bilseler koşarak kaçarlardı.

Bazen de işler Bekir’in umduğu gibi gitmez, stoktaki etler bitti bitecek derken bile yeni ölümler olmazdı. O zamanlarda, yakın köylerden bir ölüm haber geldiği günün gecesi arabasına atlayıp meftayı yattığı yerden çıkarıp, arabasına yükleyip evinin yolunu tutardı. Hiçbir ölüyü ziyan etmeye gerek yoktu. Toprak altında çürüyeceğine milletin midesine sıcak lokma olarak girmeliydi. Tabii, Bekir’in de cebine para girmeliydi!

Tek bir istisnası vardı Bekir’in, insanlara ölü eti yedirmek konusunda. Kendi ailesi. Müşterilere ölü etleri satarken, kendi çocukları için özel olarak ilçedeki bir kasaba gidip et alırdı. Sattığı etlerin kaynağını bir kendisi bir de karısı biliyordu. Çocuklar asla bilmemeliydi.

Bir gün, sofrasındaki eti beğenmedi Bekir. Kayış gibiydi tadı, ağzında büyüyor, yutulmuyordu. Ertesi gün kendisine bu kötü eti satmasının hesabını sormak için ilçedeki kasabın yolunu tuttu. Karısının kavurma yaptığı etten arta kalanı tezgâhın üzerine atarak etin neden bozuk olduğunu sordu. İlçe kasabı kızarıp bozarınca sinirlenen Bekir, meslektaşının yakasına yapıştığı gibi onu tezgâhın üzerine yatırdı. İri yarı bir adamdı Bekir, ilçe kasabı da ufak tefek bir adamdı, Bekir için kolay lokmaydı. Bozuk etin hesabını tekrar sordu Bekir, bu kez yumruğu, yakasına yapıştığı adamın burnunun ucundayken. Adam korkusundan gerçeği itiraf edince, Bekir’in midesinde yanardağ patladı adeta.

“Abi ben sana sattığım etleri aslında benim oğlanla senin dükkândan aldırıyorum hep!”

Bekir düşünemiyordu. Adamın yakasını bırakıp iki büklüm yere kapaklandı. Bir eli midesinde bir eli ağzındaydı. Mezarları her kazışında, cesetlerden yükselen koku geliyordu burnuna. Kaynar sirkeyle bastırmaya çalıştığı koku… Ama daha önce yedikleri hep lezzetli gelmişti. Koyun eti diye bu tıfıl kasaptan aldığı, aslında kendi sattığı insan etleri çok, çok lezzetli gelmişti.

Ufak tefek kasap, Bekir’in başında dikilmiş, konuşmaya devam ediyordu:

“Sen etleri ucuza satıyorsun diye benim bazı müşteriler sana gitmeye başlayınca ben de kızmıştım. Ben de seni kazıklayım diye benim oğlanı sana yollayıp et aldırıyordum. Kızacağını bilseydim vallahi yapmazdım. Gel şu bozuk etin parasını geri vereyim sana. Bak bir de yeni dana ciğeri geldi, süt danası. Vereyim mi ondan da?”

Bekir, kasabın dediklerini duymuyordu. Yavaşça ayağa kalkıp dükkândan çıktı. Çıkar çıkmaz kaldırıma kapaklanıp kusmaya başladı. Kusunca biraz olsun kendine gelebilmişti. Kulaklarında garip bir çınlamayla, adeta bir zombi gibi, arabasına binip evine döndü.

Evinin önünde arabasından inip, dükkânındaki etleri görünce kendini tutamadı yine kusmaya başladı. Karısı merakla yanına gelip neler olduğunu sordu. Bekir, kusması bitince nefes nefese, karısına ilçe kasabının söylediklerini anlattı. Duydukları karşısında bembeyaz kesilen Gülümser Yılmaz kocasının kusmuklarının üzerine kendi midesindekileri boşaltmaya başladı.

Akşam olup karı koca biraz olsun kendilerine geldiklerinde, erkenden yatağa girdiler. Yaşadıkları şok ve kusmanın getirdiği bitkinlik hissi, vücutlarında derman bırakmamıştı. Onlar uyuduklarında, kızları Esra yavaşça abisinin odasına sokuldu. Dürterek onu uyandırıp, “Abi! Biliyor musun, bizim yediğimiz etler aslında babamızın sattığı etlermiş!” dedi.

Abi Erdem Yılmaz yatağında doğrulup, “Ölmüş insan etleri!” diye fısıldadı.

“Evet.” dedi küçük kız. “Bugün annemle babam konuşurken duydum. Bizim yediğimiz etler insan etiymiş. Babamızın sattığı etlerden.”

Karı koca çocuklarının etlerin kaynağını bilmediklerini sanırken, onlar gerçeği bal gibi biliyorlardı.

“Hep mi öyleymiş?” diye sordu Erdem. “Önceleri çok lezzetli olurdu yediklerimiz. Ama son seferki iğrençti.”

“Ben galiba biliyorum onun sebebini.” dedi Esra. ”Hani babamlar geçen gece Sıtkı Amca’nın ölüsünü çıkarmışlardı mezardan. Çok yaşlıydı, hastaydı, kanser diyorlardı. Ölmeden çürümeye başlamıştır.”

“Dün de Döndü Teyze bana çıkıştı, ‘Babandan aldığımız et neydi öyle, yiyemedik, köpeğe verdik o bile yemedi.’ diye. Demek bu yüzdenmiş.”

Normal anne babalara sahip olan çocuklar, yıllardır insan eti yediklerini öğrenseler, muhtemelen şok olurlardı. Ama Esra ve Erdem, Bekir Yılmaz’ın çocuklarıydı. Küçük Esra abisine fısıltıyla şunları dedi:

“Abi! Bir düşünsene. Eğer bir-iki gün önce ölmüş insanın eti bu kadar lezzetliyse, yeni ölmüş birisinin eti kim bilir ne kadar lezzetlidir?”

Abisinin gözleri parladı. Kendisi de aynı şeyi düşünüyordu. Yorganı üzerinden çekip yatağından indi. Zaten yedikleri, daha doğrusu yiyemedikleri kanserli Sıtkı Amca yüzünden karnı açtı.

İki kardeş mutfaktan iki büyük bıçak aldılar. Aslında babalarının dükkânından daha keskin bıçaklar alabilirlerdi ama dükkânın kapısı kilitliydi ve babalarını uyandırmamalılardı. İkisi de ellerinde bıçaklarla, sessizce anne babalarının yatak odasına girdiler. Erdem annesinin, Esra da babasının başına dikildi. İki kardeş göz göze geldi. Erdem parmaklarıyla sessizce üçe kadar sayıp başıyla işaret verdi. İki kardeş bıçakları aynı anca anne babalarının bedenlerine indirdiler. Erdem bıçağı annesinin tam kalbine saplamıştı. Esra da babasının gırtlağına…

* * *

Mutfaktaki kuzineli sobada gürül gürül bir ateş yanıyordu. İki kardeş sobanın önüne, yere oturmuş anne babalarından kopardıkları parçaları yiyorlardı. Esra’nın elinde annesinin kollarından birisi vardı, iştahla kemiriyordu. Erdem ise babasının baldırlarından birisini iri lokmalarla yutuyordu.

“Haklıymışsın.” dedi Erdem. Taze et daha lezzetliymiş.”

Esra keyifle sırıttı. Annesinden kopardığı bir parçayı yuttu ve konuştu:

“Abi! Taze insan eti bu kadar lezzetliyse, taze çocuk eti kim bilir ne kadar lezzetlidir!”

İki kardeş birden kafalarını kaldırıp birbirlerine baktılar.