Bir keresinde kolonilerden Britanya’ya dönen bir ingiliz gemisini yakaladık. Dişimizin kovuğuna gitmeyen ufak bir çatışmadan sonra teslim olmuşlardı. Aralarından fidye için esir aldığımız bir ingiliz subayı, güvertenin ortasında -direklere bağlanırken- yüzüme karşı “Pis, iğrenç korsanlar, cahil barbarlar, fahişenin dölleri!..” şeklinde, hiç de ingiliz asilzadeliği ve terbiyesine uygun olmayan bir üslupta bağırmıştı. Bana bağırdı, “Kaptan” Dugan Windfire’a, namıdiğer: “Kızıl Vatoz”a; üstelik kendi gemim “Big Bullet”in güvertesinde, adamlarımın önünde, tam da “sıska çakal” Jones tarafından kırmızı üniformasından apoletleri sökülürken yapmıştı bu küstahlığı.
Şiddetten nefret ederim… Ama bu ağzı bozuk -sözde subay olacak- hergelenin gözümün içine baka baka “cahil!” demesi tepemi fena attırmıştı. Tabancamın kabzasıyla o terbiyesiz ağzına patlattım bir tane. Dişleri döküldü ve sesini kesti. Zaten o esnada olaya şahit olan adamlarımın nazarında otoritemin zedelenmemesi bakımından, bu tepkiyi vermem gerekiyordu. Kılıcımın ucuyla adamın gırtlağını hafifçe dürtükleyerek, “subay efendi! Subay efendi!.. Sen önce konuşma adabını öğren! Hangi durumda nasıl konuşulacağını, nasıl susulacağını öğren önce!” diye sesimin en davudi ve etkileyici tonunu kullanarak -adeta bütün güvertedekilere duyurarak- konuştum ben de. Küstah adamdan artık gıcık bir hırıltıdan başka ses çıkmaz olmuştu. Kılıcımı adamın boğazından çekerek kınına soktum ve konuşmama devam ettim. “Sizin gibi bir askerin, yani adam öldürmenin, savaşmanın bizzat eğitimini almış, üstelik de bu insanlık dışı mertebesinde acımasız mesleği bilinçli olarak seçmiş bir öldürme uzmanının; bizler gibi kader kurbanı…” Bu kısımda adamlarımın tezahüratlarını kucaklamak için küçük bir duraksama yaşadım. “Yaşa Kaptan! Vaarol! Nuurol! Kader kurbanları sana kurban olsun!” nidaları arasında, altın dişimi gösterecek şekilde mürettebatıma gülümsedim. “Evet… Bizim gibi kader kurbanı; sırf yaptığımız ufak tefek hatalardan dolayı toplumdan dışlanmış, nefret edilmiş, ve KORKULMUŞ!.. (yine yoğun bir tezahürat) Bizler… Bu yolu isteyerek seçmedik. Belki bazılarımız… Ancak biz de kelle koltukta ekmek parası için çalışıyoruz… Ve içki parası için!.. Ve kadın!..” Mürettebatın uluma seslerinden dolayı konuşmama biraz ara vermem gerekti. Herkesin canı liman çekmişti, birazdan ganimetleri harcamak üzere en yakın emniyetli adaya doğru yelken açmak farz olmuştu. Ama önce esirimiz olan bu önyargılı, komik üniformalı askere ettiğim bir çift lafı bitirmeliydim. “Bayım, korsan olduğumuz için kafanızın küflü dehlizlerinde nasıl önyargılar barındırıyorsunuz kimbilir ki, bize cahil damgası vurabiliyorsunuz. Halbuki ben senin sülalenin toplamından fazla okumuş bir insanımdır. Kamarama gidip baksanız, değme kütüphanelere taş çıkartacak binlerce kitabım olduğunu görürsünüz. Üstelik hepsini de okudum!” dedim adama; duydukları karşısında şok olmuş gibiydi.
“Evet, doğru; binlerce kitap, ben gördüm” diye esiri inandırmak istercesine tasdik etti Sıska Çakal Jones. Bu gemide fıttırmamak mümkün değil; adam esire benim sözümü tasdik ediyor, gel de kudurma! Bir an elimdeki fransız yapımı kaliteli düello tabancasındaki kurşun bilyeyi, görkemli bir patlama sesi eşliğinde Sıska’nın kafasına mı yollasam, yoksa kılıcımla bağırsaklarını deşip köpek balıklarına mıatsam şeklinde tereddütte kaldım. Fakat hiddetli bakışlarım karşısında hatasını anlayıp sinmesi ve kara kuru suratındaki absürt mimikleriyle sevimli bir kedi yavrusu taklidi yapması beni biraz yumuşattı. Tekrar esir subaya döndüm: “Evet ülkesinden uzakta, uzun ve yorucu bir esaretin başlangıcındaki subay bozuntusu; ağzından burnundan akan kanların kamaramdaki çok değerli İran halılarına damlayarak kirletmesinden çekinmesem, seni sürükleyerek götürüp ihtişamlı kütüphanemi gösterirdim ve büyük ihtimalle şaşkınlıktan küçük dilini yutardın. Ama ben sana ufak bir tavsiye vermekle yetineceğim: Her duyduğuna inanma!” diye bağladım, artık sıkıcı olmaya başlayan bu muhabbeti.
Adamlarıma döndüm. Hepsi de kaptanlarının bu ingiliz subaya sadece askeri açıdan değil, kültürel ve sosyal açıdan da haddini bildirmesinden memnun kalmıştı. Hepsi beni alkışlıyor tezahürat yapıyorlardı. Mürettebatım… Cengâverlerim, kahramanlarım, askerlerim, köpeklerim, köpek balıklarım!.. İşte benim, arkamdan gözlerini kırpmadan ölüme gidecek küçük ordum. Ve aynı zamanda en ufak bir zayıflık gösterdiğim anda beni sırtımdan bıçaklayacak olan güruh! Bir korsan gemisinin kaptanı olmak kolay değildir; her açıdan güçlü olmak gerekir. Mürettebatın isyan çıkarmaması için otoritenin dozunu iyi ayarlamak şarttır. Üstelik her an gözü kara birinin, bir korsan kanunu olan “kaptana meydan okuma” hakkını kullanarak düello isteğinde bulunma durumu var. Nitekim ben de yıllar önce bu geminin eski sahibi Kaptan Angel Blackdeath’den (bu ismi kendisinin uydurduğuna eminim) böyle bir meydan okuma ile, -kalbine kılıcımı saplamak suretiyle- gemiyi ve kaptanlığı kazanmıştım. Bu işler böyledir işte; gençlere fırsat tanımak lazım.
Mürettebatın biraz önce kazandığı zaferden, yağma ve ganimetlerden ötürü neşesi yerindeyken, yola çıkma emri vermek üzereydim ki; Sıska Jones kaşıntısı tutmuş gibi, “Kaptan, bence çok okuyan değil, çok gezen bilir” şeklinde bir cevher yumurtladı. Birden yumruğum, kendi kararlarını verebilen bir yaratıkmış gibi hızla ileri fırlayarak Sıska Jones’in suratında patladı. Patavatsız geveze, darbenin etkisiyle birkaç metre geriye uçup kıç üstü yere yapıştı. Aniden güvertede dehşetli bir sessizlik oldu. Bütün mürettebatın gözü üstümdeydi. Derhal yakınımda duran irice bir tahta parçasını elime alıp havada sallayarak, haşin bakışlarımı tek tek herkesin yüzünde dolaştırdım. “Bu odunu görüyor musunuz bu odunu?” dedim ve şaşkın bakışlar altında tahtayı denize attım. “Şimdi bu odun akıntının etkisiyle yedi denizi dolaşacak! Ama odun yine de odun olarak kalacak! Bütün dünyayı dolaşsa da odun, yine de odundur!” diye bağladım olayı. Korsan gemisinde kaptanlık zor iştir; sadece bilek gücü yetmez, akıl gücü de gerekli.
Biliyorum kitaplarımın hikayesini merak ediyorsunuz. Nasıl mı bu kadar kitap sahibi oldum? Okuma sevgisi tabii. Ama her şeyin başlangıcına, ilk defa korsanlığa adım attığım onaltı yaşıma kadar uzanan eski bir hikayedir bu. İsterseniz onu da anlatayım…
Başlangıç
“Korsan olunmaz, korsan doğulur!” – Sıska Çakal Jones –
Bir keresinde mehtaplı, sakin bir gecede demir atmış beklerken ve kağıt oynayıp romlarımızı ziftlenirken; nasıl olduysa muhabbet muhabbeti açtı, bizim Sıska Jones, “Kaptan bence korsan olunmaz, korsan doğulur!” dedi. Tam da elimin tersinde oturuyordu. Masadaki geniş tabanlı rom şişesini kaptığım gibi patlattım suratına. Yüzü gözü kanlar içinde yere serildi. Sonradan da üzüldüm; neden yaptığımı benim de bilmediğim bu eylem için pişman oldum. Romu fazla kaçırmanın yarattığı dengesizliği bahane edip, Sıska Jones’ın gönlünü aldım ve üstelik sızlanıp durmasın diye it herife şahsi servetimden kocaman bir gümüş metelik vermek zorunda kaldım.
Aslında itiraf etmek gerekirse; Jones’ın bu lafına, yanlış olduğundan değil, doğru olma ihtimalinden dolayı bu kadar sinirlenmiştim. Çünkü bir korsan gemisinin kaptanı olmak için gerçek bir korsan olmak gerekir. Korsan deyince de insanların aklına geleni biliyorum. Küçükken yaramazlık yaptığımızda, “bak uslu durmazsan seni korsanlara veririm” diye korkuturlardı. Evet, sahilde yaşayan insanların kabusudur korsanlar. Bir gece aniden dışarıdan gelen çığlıklarla uyanarak şehirlerinin alev alev yandığını, korsanlar tarafından basıldığını görmekten korkarlar. Onlara göre korsanlar, insanlık dışı acımasız katillerdir. Yakar, yıkar, yağmalar, insanları öldürür, kaçırır, ırza geçer ve daha bir sürü fenalıkları gözlerini kırpmadan hatta zevk alarak yapabilirler. “Halbuki bunlar efsanedir, korkmuş zihinlerin abartısıdır!” diyebilmeyi çok isterdim ama maalesef diyemiyorum. İşte benim sorunum da; içimde, derinlerde vicdan sahibi, (aman bu aramızda kalsın) iyi yürekli bir insanmışım gibi hissetmem. Evet, hiç belli etmesem de -çünkü hayatta kalmak için sert olmalıyım- aslında yufka yürekliyimdir. Kendimi hep, korsan olmamın benim isteğimin dışında gelişen kaderin pis bir oyunu olduğunu düşünerek avuttum. Sayısız insanı katleden bir çetenin başı olacağıma, aslında namuslu, dürüst bir insan olarak yaşayabilirdim. Yaşayabilir miydim?.. Yoksa Jones’ın dediği gibi ben doğuştan korsan mıydım?.. Hayır, hayır; mecbur kaldım.
Hiç unutmam o zamanlar onaltı yaşındaydım. Unutmuyorum çünkü sevgili ailem; beni -onaltıncı yaş günü hediyesi adı altında- büyük babam mı yoksa büyük babamın babası mı (ya da amcası) olduğu belli olmayan, asırlardır -aslında hiç- görmediğimiz yaşlı dedemin yanına -sözde tatile- göndermişlerdi. Güya ben bebekken de birkaç ay bana o bakmışmış. Adam Atlantik Okyanusu’nun kuzey kısmındaki soğuk iklimli bölgede, -Tanrı’nın unutmuş olduğu- tamamen kayalık küçük bir adadaki deniz fenerinde bekçilik yapıyordu. Sanırım ailem benim haşarılıklarımdan bıkmıştı. Söz konusu adada; içinde odaları olan bir deniz feneri, bir kümes-ahır ve küçük bir kayıkhane dışında bina, ayrıca mısırlı firavun mumyaları kadar yaşlı dedemin dışında da başka insan yoktu.
Nakedrok Adası’na, o trafiği oldukça az mevkiden üç dört ayda bir geçen ve her geçişinde -maaşı Britanya devleti tarafından ödenen- dedeme erzak bırakan bir ticaret gemisiyle gelmiştim. İçinde bulunduğum gemi haricindeki bütün dünya, grinin koyu tonlarına bezenmişti. Demir attık ve denizciler aceleyle kocaman bir filikayı (sandal) denize indirip, yakacak odununa varana kadar bir çok erzak balyasını makaralarla halatlarla aşağıya indirip yüklemeye başladılar. Kar, tipi şeklinde yağıyordu ve rüzgar ustura gibi kesiyordu. Dalgalar filikayı önce iki üç metre kaldırıyor, sonra da hızla indiriyordu. İçindeki dört denizcinin o hengamede düşmemeyi başararak hem filikanın gemiye çarpıp parçalanmaması için gayret göstermeleri, hem de yukarıdan gönderilen yükleri istiflemeleri, bende denizcilik mesleğine karşı zaten oluşmaya başlamış olan derin saygıyı pekiştirdi. Yanımdaki güverte reisine dönerek, “havanın düzelmesini beklememiz gerekmez miydi?” diye sordum.
Bana hiç güleceği yokmuşçasına kahkaha atarak cevap verdi: “O zaman sonsuza kadar bekleriz evlat! Buralarda havalar asla düzelmez” dedi.
Dehşetle ürperdim. Kalın paltoma rağmen soğuk ürpertmişti beni. Ve gözyaşlarım, rüzgar yüzündendi. Birden içimden bu adaya çıkmamak, gemiyle geri dönmek geldi. Gerekirse kaptanla konuşur ikna ederdim, olmadı yalvarır, ağlardım. Evimi özlemiştim ve komşunun kızıyla samanlıkta anneme yakalandığımız için şimdi çok pişmandım. Böyle karmaşık duygular içindeyken omuzumu tutan bir el ile kendime geldim. Bu, o zamana dek benimle pek konuşmamış olan geminin kaptanıydı. “Demek Olaf’ın torunusun” dedi kaptan. Ben ise “ha?” diye anlık bir cevap verdim ve nasıl olduysa dedemin adının Olaf olduğunu idrak edebilerek, “haa, evet” diye durumu toparladım. Bana bir paket verdi “bunlar, kitap; dedene verirsin” dedi. Birden sakinleşmiştim. Paketi çantama koydum ve güverte reisinin ikazıyla ben de filikaya bindim. Dalgaların arasında bata çıka adaya vardık. Bu arada ben midemde ne varsa çıkarmıştım.
İşte böylece Nakedrok Adası’ndaki münzevi dedemin yanına taşınmıştım. İhtiyar aslında fena biri değildi. Bembeyaz saçları, sakalı vardı. Yüzünün köşeli karizmatik hatlarını, karakter sahibi sivri bir burun süslüyordu ve pofur pofur tüten piposu ağzından eksik olmuyordu. Renkli gözleri delici bakışlara sahipti. Güneş ve soğuk yanığı elleri ve yüzü, bin yaşın hatırası -ütopik bir ülkenin haritası gibi- çizgilerle doluydu. Ama güçlü kuvvetli ve dinçti. Onun hareketlerini uzaktan gören biri, genç bir adam olduğuna yemin edebilirdi. Deniz havası yaramıştı anlaşılan.
Beni asıl şaşırtan olay, fenerdeki kütüphane oldu. Dedemin yüzlerce, hatta belki de binden fazla kitabı vardı. Anlaşılan ihtiyar bütün servetini kitaba yatırmıştı. Gerçi düşününce, böyle bir yerde yaşayan biri için gayet doğal bir tercihti bu. Zaten bana bir hoş geldin bile demeden getirdiğim kitapları sormuştu. Gününün çoğunu kitap okuyarak geçiriyordu. Genelde az ve öz konuşuyor ama keyfi yerinde olduğunda eski denizcilik anılarını anlatıyordu. Eskiden donanmadaymış ve sayısız deniz savaşına katılmış. Güya osmanlılardan, cenevizlilerden tut da fransızlarla, portekizlilerle bile çarpışmış. Ve korsanlarla… Korsanları anlatırken o kadar akıl almaz detaylara girerdi ki, korsanların hayatını bu kadar iyi bilmesine şaşırır, büyük ihtimalle anlattıklarının çoğunu üfürdüğü ya da okuduğu kitaplardan esinlendiği izlenimine kapılırdım. Şimdi düşünüyorum da, korsanları bu kadar iyi tanıması beni şüphelendirmeliydi…
Daha adaya adımımı atar atmaz -erzakları taşıdıktan sonra- yapılacak işler listesini bana ezberletti. Asıl işimiz fenerin lambalarının daima yanmasını sağlamaktı ve bu en kolay iş ile nedense hep dedem ilgileniyordu. Bana teslim edilemeyecek kadar önemliymiş. Ben ise her türlü hamallık, temizlik, küçük ahırımızdaki birkaç keçi, koyun ve tavukla ilgilenmek, (zamanla bu canlılarla aramda düzeyli bir arkadaşlık gelişti) çamaşır yıkamak ve bunlara benzer bütün ıvır zıvır işlere bakıyordum. İhtiyar neyseki tenezzül edip yemeği pişiriyordu. Bizimkilerin beni bu adama köle olarak sattığından şüphelenmeye başlamıştım.
Yine de çarçabuk işlerimi bitirdikten sonra kitapların renkli dünyasına dalınca; bütün moral bozukluğu, arada bir zart zurt gaz çıkarıp, burnundan topladığı sümükleri hap yapan bu morukla başbaşa kalmanın can sıkıntısı üstümden kalkıyordu. Ailemin asla satın alamayacağı bu kitapların hangisini okuyacağımı şaşırıyordum. Özellikle uzak ülkeler ile ilgili kitapları okuyup, bilmediğim o yerleri düşlerken zamanın nasıl geçtiğini farketmiyordum bile. Ve üç ay geçip de erzak gemisi tekrar geldiğinde, -kendimin bile şaşırdığı bir kararla- adadan ayrılmadım. Daha okunacak çok kitap vardı; o yüzden bu, yılda on ay kışın sürdüğü, soğuk, rüzgarın uğultularının lanetli canavarların uğursuz ulumalarını anımsattığı adada birkaç ay daha geçirmeye gönüllü oldum.
İhtiyar bu kararımdan hoşnuttu. Nasıl olmasın ki, bütün ayak işlerine koşturduğu sadık bir yardımcı bulmuştu kendine. “Tıpkı eski günlerdeki gibi birlikteyiz, ama o zamanlar daha iki yaşındaydın, bütün Akdeniz’i benim yanımda gemiyle dolaşmıştın, hatırlıyor musun?” demişti. Ben üzülerek bu olaylara dair en ufak bir hatıramın olmadığını söylediğimde yüzüme şüpheyle bakmıştı. “Hiç mi bir şey hatırlamıyorsun?” diye üstelemişti. Ancak gerçekten de hatırlamıyordum. Sonra da, “vücudunda bir dövme yok mu?” diye sordu alakasızca. “Yok” diyerek işlerime bakmak için dışarı çıkmıştım. Güzel güzel konuşurken saçmaladığına göre iyice bunamaya başlamıştı.
Böylece günler haftaları, haftalar ayları kovaladı ve bir gün… Yine fırtınalı bir gündü. Karla karışık yağmur, insanı uçururcasına buz gibi bir rüzgarın işbirlikçisiydi. Dışarıda durmak akıl kârı değildi. Ahırla fener arasındaki kısa mesafeyi koştururken bile suratıma vuran buzlu damlalar küçücük iğneler gibi batıyordu. Bütün işlerimi halletmiştim, kollarımdaki yumurta sepeti ve süt bakracını şiddetli rüzgara kaptırmamaya çalışarak, bir an önce şöminenin başına kurulup kitabımı okumanın hayaliyle fenere doğru hızlı hızlı yürüdüm. Sonunda fenere varıp kapıdan girdiğimde büyükbabamı her zamanki gibi ağzında piposu, elinde kitabıyla koltuğuna kurulmuş bir halde bulacağımı zannediyordum ama öyle olmadı…
İhtiyarın bir elinde tabanca, bir elinde kılıç vardı. Tabanca ve kılıç! Nereden çıkmıştı bu silahlar? Üstelik ben paldır küldür içeri dalınca, sanki bir düşmanı beklermiş gibi aniden tabancayı bana doğrulttu. Korkudan elimdeki eşyaları düşürdüm. Ama dedemin dehşetten kararmış yüz ifadesi, tırsma derecesinin benden aşağı kalır yanı olmadığını belli ediyordu. “Ne yapıyorsun dede?” diye bağırdım.
“Ah sen miydin Dugan?” dedi. Bu bunaklığın son kertesine ulaşmış münzevi, başka birini mi bekliyordu acaba? “Ama nerde kaldın be evladım! Çabuk ol hazırlan! Kaçmalısın, kıçını kurtarmalısın Dugan! Haydi salak salak bakma öyle, yanına biraz su ve erzak al, hemen kayıkhaneye koş, yelkenliyi hazırla, fazla zamanımız yok!” dedi telaşla ve bağırarak. Beni dehşete düşürürcesine ve bunun pis bir şaka olmadığına beni ikna etmek istercesine ağzından köpükler saçarak konuşuyordu; o delici gözler dışarıya uğramış, o her zamanki tunçtan bir büstü andıran azametli surat şimdi aşırı hezeyandan ilham alan seyirmelerle şekilden şekile giriyordu. Korkuyordu.
Dedem gibi bir eski kurdun bu duruma düşmesi beni üzdüyse de, ben daha çok, hâlâ bana doğru tuttuğu tabanca konusunda endişeleniyordum. Adam belli ki tırlatmıştı ve her an elinden bir kaza çıkabilirdi. Herhâlde hayal görüyor, gaipten sesler duyuyordu; beni bu havada denize açılmak gibi düpedüz intihar olan bir eyleme zorlaması, tamamen kafayı yediğinin sağlam bir deliliydi. Bu fırtınada, değil denize açılmak, sahile yaklaşmak için bile, insanın aklını peynir ekmekle yemiş olması gerekirdi. Bütün cesaretimi toplayarak, “dede, dede! Neler oluyor, bir anlatsana!” diye bağırdım.
“Korsanlar geldi evlat, korsanlar! Biraz önce fenere çıktığımda gördüm, buradalar! Senin peşindeler Dugan! Anlıyor musun?” Yanıma gelip omuzlarımdan tuttu ve konuşmasına beni manyak bir şekilde sarsarak devam etti. “Senin için geldiler Dugan! Kaç burdan, kıçını kurtar! Ben yaşlı bir adamım, ölsem de farketmez. Ama senin kıçın benimkinden değerli, anlıyor musun? Senin kıçın benimkinden değerli!”
“Tamam, tamam gidiyorum!” diye kendimi elinden kurtardım ve hiç duraksamadan dışarı çıktım. Kapı kapanırken hala “kıçını kurtar, kıçını kurtar!” diye peşimden bağırıyordu. Adam kafasını kıçımla bozmuştu. Vah zavallı! Demek yeterince yaşlanırsa insan böyle olabiliyordu. Aklıma gelen tek şey, biraz ahıra sığınıp büyükbabamın deliliğinin geçici olması için dua etmekti. Silahları da nereden bulmuştu, nerede saklamıştı? Korsanlar… Değil bu mevsimde, korsanlar hiçbir zaman bu sulara gelmez. Buralarda sığınıp erzak, su bulabilecekleri fazla ada yoktur, üstelik Britanya’ya yakın olduğumuzdan askeri gemilere gereksiz yere fazla yaklaşmış olurlar. Hem buranın ticaret trafiği fazla olmadığı gibi, hadi onu da geçtik, fırtınanın eksik olmadığı bu buz gibi sularda, dalgalar gemileri oyuncakmış gibi metrelerce yukarı aşağı kaldırıp indirirken, nasıl olup da gemileri yakalamak için kanca, halat atıp yedeğe alacaklardı? Buraya korsan gelmesi imkansızdı, üstelik yaşlı bunak “senin için geldiler” deyip durmuştu. Vah zavallı! Ahıra girecekken fikrimi değiştirip adanın diğer tarafındaki kayıkhaneye yöneldim; çılgın dedemin aklına düşer de beni kontrol etmeye kalkarsa onu kızdırmak istemiyordum.
Koştum. Kar, tipi ve buz gibi rüzgar; ellerimi, yüzümü yakıyordu. Gözlerim yaşararak kayıkhaneye ulaşmaya çalışıyordum. Kayıkhane adanın arka tarafındaki minik bir plajda bulunan küçük bir kulübeydi. İçinde beş metre boyunda ufak bir yelkenli vardı. Denize kadar uzanan sağlam iki tahta kızak, gerektiğinde sandalın üzerlerinden kaydırılarak suya indirilmesine yarıyordu. Ama benim sandalı denize indirmek gibi bir niyetim hiç yoktu. İntihar etmeyecek kadar hayatı seviyordum ve tahminimce su buz gibiydi.
Kayıkhaneye birkaç metre kala sulanmış gözlerimin ucuyla gördüğümü sandığım bir karaltı yüzünden, istemsiz bakışlarımı çılgınca kararmış dalgaları, kudurmuş gibi köpüren denize çevirdim. Gördüğüm inanılmaz manzara karşısında tepeden tırnağa dehşetle titredim. O azgınlığı tariflere sığmayacak deryanın üzerinde, tabiata meydan okurcasına, ölümle dans edercesine, Azrail’le dalga geçercesine, savrulup duran ama yine de yolunu bulan, devasa bir gemi, çift ana direkli bir yelkenli, üstelik küçük birer yelkeni açılmış vaziyette ilerliyordu. Çok kısa, zaman donmuşçasına kısa bir anda, bu yelkenliyi inceledim. Büyüktü. Gövdesinde üstte sekiz, altta on adet top kapağı olması, bunun hatırı sayılır derecede silahlanmış bir gemi olduğunu ispat ediyordu. Ama yelkenler neden beyaz değil de kurşuni, hatta neredeyse kararmış, pis bir renkteydi? Gök kara, deniz kara ve bu gemi de kara, sanki hayaletler diyarından gelmişçesine uğursuz görünümlü bu kuzguni geminin ana direğinin tepesindeki bayrak bile neden karaydı? Yoksa!..
Sanki bir el kalbimi sıkıştırıyordu. Yoksa dedemin hezeyanları gerçek miydi? Korku ve telaşla ne yaptığımı bilmeden fenere doğru koştum. Arada bir geriye dönüp denizin üzerinde batıp çıkan, canhıraş uğultular çıkaran fırtınanın içinde bir kabus gibi duran geminin hala orada olup olmadığına bakıyordum. O azgın denizin böğrüne damga gibi çakılmış teknenin, denizin dibini boylamaya niyeti yok gibiydi. Hem korkuyor, hem de böyle bir denizle başa çıkabildikleri için oradakilere saygı duyuyordum. O anda o gemide olsaydım herhalde aklımı kaçırırdım.
Tam fenere yaklaşmıştım ki, -dedeme gördüklerimi anlatmak için sabırsızlanıyordum ama o zaten göreceğini görmüştü- bir el silah sesi duydum. Rüzgarın uğultusu kulaklarımı tırmalıyordu ama bu ses, ayrıksılığıyla belli etmişti kendini. Hızla koşarak fenerin kapısını açmama sebep olan cesaret miydi, yoksa başka gidecek yerim olmaması mıydı bilemiyorum. (lanet olası küçücük adada saklanacak yer yoktu) Anlamadığım bir dürtüyle daldım içeriye ve kapının ağzında çakılı kaldım. İçeride korsanlar vardı!
Dedem dizlerinin üstüne düşmüş, bir eliyle ortadaki masaya tutunmaya çalışırken, diğer eliyle göğsünü tutuyordu. Yüzünden, çok acı çektiği belli oluyordu. Çok sevdiği piposunun aheste dönen bir topaç gibi yerde yuvarlandığını gördüm. Hızlıca odadaki yabancılara göz gezdirdim. Daha sonra bu kişilerin isimlerini öğrenecektim. Masanın arkasında duran uzun boylu adam Kaptan Dick Redstone’du. Püsküllü apoletleri ve gümüş düğmeleri olan siyah bir palto giyiyordu. Göğsünde kendisine üstün hizmetlerinden dolayı yine kendisinin taktığı madalyalar vardı. Üçgen, siyah bir general şapkası takıyordu. İspanyol tarzı kılıcını çekmemişti. Yakışıklı yüzü, ince uzun sakalı sayesinde olduğundan uzun görünüyordu. Dedemin arkasında duran hapishane kaçkını zayıf adam ise “sinsi” Jack’ti. Bu güvenilmez tipli adam, elinde bir hançer tutuyordu ve fıldır fıldır mavi gözleri bir çıngıraklı yılanın bakışlarına sahipti. Masanın diğer tarafında ise iki metre boyunda devasa bir zenci vardı: Abdul. Saçsız kafasındaki donuk bakışlı gözler ürkütücüydü. Efsanevi Herkül’ü kıskandıracak kadar kaslı olan devasa gövdesi üzerine kollarını açıkta bırakan koyun postundan bir yelek giymişti.
Dedem son bir hırıltı çıkararak yere kapaklandı. Ölmüştü. Ben kendimi kaybettim ve “alçaklar, dedeme ne yaptınız!” diye bir nara attım. Bu sırada meğerse kapının arkasında başka bir adam pusuya yatmış. Ve aniden kafama aldığım bir darbeyle bu sefer gerçekten de kaybetmiştim kendimi.
Kısa bir zaman sonra sarsılarak kendime geldiğimde, belimden yukarısı masanın üzerine yüzüstü yapışmış buldum kendimi. Devasa Abdul’un kocaman elleri, kollarımı tutmuş masadan doğrulmama engel oluyordu. Ne kadar çırpınsam da fayda etmedi, adam çok güçlüydü. Kaptan Dick ve Sinsi Jack arkamda duruyorlar, anlamadığım bir dilde konuşuyorlardı ama kafamı döndürüp tam olarak ne yaptıklarını göremiyordum. Bu arada ben aralıksız tehdit ve küfür savuruyordum ama adamların oralı oldukları yoktu. Ayaklarım zar zor yere basıyordu. Arkaya doğru rastgele bir tekme savurdum. Ancak akabinde Sinsi Jack’in “rahat dur lan!” diyerek sırtıma indirdiği darbe sonucunda bunun iyi bir fikir olmadığını anlamış oldum.
Ansızın pantolonum, -içimdeki uzun donla birlikte- sert bir şekilde indirildi. Alt taraf püfür püfürdü. Öfkeyle maskelemeye çalıştığım korku, birden had safhaya çıkmıştı. Kendimi bildim bileli hiç kimsenin, hatta kendimin bile görmediği popom, şu anda korkunç korsanların gözleri önünde kabak gibi duruyordu. Yüreğim dehşetle atıyordu. Bu gözü dönmüş korsanların bana ne yapmak niyetinde olduklarını düşünmek bile istemiyordum. Amaçları beni utandırarak duygularımı rencide etmek miydi? Yoksa vahşete düşkünlüklerinin bir uzantısıyla kıçıma şaplak atarak ya da kemerle vurarak işkence etmek niyetinde miydiler? Birden adamların parmaklarını güneş yüzü görmemiş kaba etlerimin üzerinde hissettim.
“Oh, Kaptan; şuraya bak!” dedi Sinsi Jack. Ses tonundan ağzının sularının aktığı belli oluyordu.
“Alçaklar, rahat bırakın beni!” diye haykırdım ama sesimin titremesine engel olamamıştım. Çünkü neredeyse sinirden ağlama noktasına gelmiştim. Debelenmek ise insan azmanı Abdul’un gücü karşısında fayda etmiyordu. Üstelik donuk bakışlı bu siyahi herkülün hiç konuşmaması oldukça sinir bozucuydu.
Arkadan Sinsi Jack’in hain sesi geldi: “Sakin ol evlat! Sadece bu hazineden payımızı istiyoruz” dedi ve tiksinti verici bir kahkaha attı.
Ben artık susmuş ve kaderime razı olmuştum. Tabii eğer şartlar oluşursa, ilk fırsatta intikamımı alcaktım. Aslında bağırsaklarım benimle işbirliği yapsaydı, alçakların yüzüne karşı en azından bir gaz atışı yapmaya niyetlenmiştim ama meret -stresten midir nedir- isteyince atmıyordu işte.
Kaptan Dick Redstone, parmağının ucuyla kaba etlerimi dürtüklerken, “vay canına tıpkı yaşlı Olaf’ın söylediği gibiymiş” dedi.
Kulaklarıma inanamadım çünkü yanlış duymuş olmalıydım. “Yaşlı Olaf” dediği benim büyük babamdı; benim kıçım hakkında bu korsanlarla konuşmuş olması mümkün müydü?
“Evet Kaptan,” dedi Sinsi Jack, “tıpkı Olaf’ın tarif ettiği gibi şerefsizim!”
“Namussuz alçaklar!” diye bağırdım. “Yalan söylüyorsunuz! Dedem asla benim hakkımda öyle şeyler söylemez! Yalancı pislikler!”
“Sakin ol delikanlı” diye yatıştırıcı bir tonda konuştu Kaptan Redstone. Masanın yan tarafına doğru geçerek, yüzünü görmemi sağladı ve konuşmasına devam etti: “Eskiden ben ve deden, aynı çetenin üyesiydik. Fakat uzun, karışık bir hikaye sebebiyle bir müddet ortadan kaybolmaya karar verdik. İki sene ayrı sularda dolaşacaktık ama Olaf iki sene sonra ortada gözükmedi. Temelli yok olmuş, izini kaybettirmişti. Ancak bana borcu vardı ve güya ıssız bir adaya sakladığı hazinesinden bize de pay verecekti. İşte bu yüzden anlatmıştı, define haritasını senin kıçına çizdiğini” dedi.
“Define haritası mı?” diyebildim. Şaşkındım.
Karşımdakiler de benim şaşırdığıma şaşırmışlardı. “Zavallı çocuk, kıçında define haritası olduğundan bile haberi yok!” diye Sinsi Jack, kahkahalar atarak dalga geçti.
“Gerçekten de arkanda çizili haritadan haberin yok mu? Deden sen küçükken kıçına dövme yapmış.” dedi Kaptan Dick. O da inanamıyordu bundan habersiz olduğuma ve yine de -kibar adammış ki- kendini zor tutsa da gülmemeye çalışıyordu.
Evet bilmiyordum. Utançtan kıpkırmızı olmuştum. Şimdi anlaşılıyordu; dedemin “senin kıçın benimkinden değerli” ya da durmadan “kıçını kurtar” demesinin sebebi buydu demek. Yüzümü biraz ileride yerde yatan adama çevirmeye çalıştım. Ah dede, bunuda mı yapacaktın bana? Haritanı çizecek başka yer bulamadın mı? Elalemin korsanına alay konusu olmuştum. Yine de ölmüş adama ne kadar kızabilirsin ki?
Bu arada diğerleri tekrar arkama geçmiş haritayı inceliyorlardı. “Kaptan tanıdın mı burayı?” diye sordu Sinsi Jack.
“Evet Sinsi, sanırım tanıyorum burayı. Eğer bu ortadaki, bir volkan ağzını temsil ediyorsa -ki bence ediyor-…”
“Yani yanardağ?”
“Evet yanardağ ağzı. Burası muhakkak Karayipler’deki Maçopiço Adası’dır!” dedi Kaptan Dick Redstone. Kendinden emindi.
Göz ucuyla Sinsi’nin elindeki hançerin parıltısını gördüm. “O halde çocuğun derisini nazikçe kaldırıp, bu haritayı oradan çıkarayım mı Kaptan, ne dersiniz?” diye sordu Jack iştahlı bir tınıyla.
“Yok, sen şimdi berbat edersin haritayı. Çocuğa da yazık. Zaten bizimle gelecek, o da dedesi gibi korsan olacak! Değil mi Dugan?” dedi Kaptan gülümseyerek ve Abdul’a beni bırakması için bir işaret yaptı.
Ben ağrıyan bileklerime aldırmadan arkamı şömineye dönerek hızlıca pantolonumu çektim. “Dedemin katilleriyle işbirliği yapacağımı da nereden çıkardınız?” dedim kaptana sert bir üslupla.
“Dedenin katilleri mi? Sen ne diyorsun evlat? Olaf, benim için bir baba gibiydi. Onu biz öldürmedik; eski dostlarını karşısında görünce heyecanlandı, nefesi tıkandı. Sonra da öksürmeye başladı. “Çok tütün içiyorum ondan oluyor böyle” dedi zor bela. “Dur, otur” demeye kalmadan, “ah kalbim ağrıyor” diyerek yığıldı. Tam o sırada sen girip bağırınca dışarıdaki adamlarımdan biri heyecana kapılıp vurmuş sana. Sen de olayları yanlış anladın tabii. İstersen dedenin cesedini incele, yara izi olup olmadığına bak. Onu severdim… Şimdi güzelce gömelim onu ve yola çıkalım.”
İşte böylece korsanlık kariyerim başlamış oldu. İtiraz etsem bile beni zorla götürürlerdi. Ben de madem bu işi yapacağım, bari tam öğreneyim diye elimden gelen bütün çabayı gösterdim. Dedemin aslında bir korsan olduğunu ve kıçımın dibindeki gerçeklerin farkında bile olmadan ömrümün geçtiğini öğrenmek beni derinden etkilemişti. Kendi kendime, bir daha böyle hatalara düşmemeye yemin ettim.
Maçopiço Adası’na gidişimiz ve defineyi buluşumuz da başlı başına bir hikaye…
Deniz
Yola çıkarken dedemin kitaplarını da yanımıza almıştık ama Sinsi Jack’in “Kaptan bunlar iyi para eder” şeklindeki yorumuna kulak misafiri olduğumdan dolayı bu el koymanın kültürel amaçları olmadığına dair içimde bir şüphe uyanmıştı. Ben ilk korsanlık ama daha çok denizcilik bilgilerimi edinirken ve gemideki en berbat işlerde köpek gibi çalışırken, haftalar boyunca güneybatı yönünde ilerledik. Güneşin batışı her akşam değişik bir renk cümbüşüydü. Her ne kadar ağır şartlarda çalışsam da (meğerse bu yeni başlayan herkesin başına gelirmiş) Kaptan Dick Redstone’un beni kayırdığını, kolladığını hissediyordum. Çakal sürüsü gibi tehlikeli tayfadan hiç kimse bana sataşmaya cesaret edemiyordu, üstüme gelen olursa Abdul’un devasa cüssesiyle şöyle bir ortada görünüp, duygusuz bakışlarıyla adama bakması yeterli oluyordu zaten. Kaptan sık sık bana “sen Olaf’ın bize yadigarısın” diyerek omuzuma dostça vuruyor, hatta arada sırada kamarasına yemeğe bile davet ediyordu. Gerçi bu yemek davetleri pek de hoşuma gitmiyordu çünkü her seferinde “çıkar da bir daha bakalım şu haritaya” muhabbeti söz konusu oluyordu. Artık adamlar haritayı ezberlemiş olmalıydı.
Yavaş yavaş denizciliğin belli başlı kurallarını öğrenmeye başlamıştım; yelken bağlamayı, sintine temizlemeyi, dümen tutmayı, hatta yıldızlara bakarak yön bulmayı. Ve rüzgara karşı işememek gerektiğini de öğrenmiştim.
Yola çıkalı neredeyse bir ay olmuştu ki portekiz bayraklı bir gemiye rastladık. Derhal saldırıya geçtik. Karşıdaki gemide altı kadar top vardı ama zavallılar ateşlemeye fırsat bulamadılar. İyi zamanlama gerektiren ustaca bir manevrayla portekiz gemisinin önünden doksan derece dik bir açıyla geçtik. Eğer süratimizi tam ayarlayamasak bize sancak bordamızdan, tam geminin ortasından bindirebilirlerdi. Nitekim kıl payı geçtik diyebilirim ama bu sayede toplarımızı sancak taraftan ve çok yakın mesafeden, gelen geminin burun kısmına tam karşıdan tek tek ateşleme fırsatımız oldu. Sonuç dehşet vericiydi, oniki pare top atışıyla Portekiz gemisinin burun kısmı paramparça olmuştu. Biz uzaklaşıp tekrar dönene kadar gemi ön taraftan su almış, kıçı havaya kalkıp dengesi bozulmuştu. Adamlar kendilerini batıracak ikinci bir top ateşine maruz kalmamak için derhal teslim bayrağını çektiler. Gemiden işe yarayacak her şeyi aldığımız gibi bütün mürettebatını da köle ya da karşılığında fidye almak üzere esir olarak zincire vurduk. Korsanlığın acımasız boyutuyla ilk defa yüz yüze geliyordum ancak ilerleyen yıllarda çok daha vahşi ve kanlı olaylara şahit olacaktım.
Sonunda Maçopiço Adası’na vardığımızda doğrusu sevinmiştim. Her ne kadar hazineyi bulunca akıbetimin ne olacağını tam olarak kestiremiyordumsa da insanların önünde pantolonumu sıyırıp durmak canıma tak etmişti. Kaptan, hazineden bana da küçük bir pay vereceğini söylemişti ama ben hazineden pay yerine böğrüme bir bıçak yememeye razıydım çünkü bu korsan tayfasına pek güven olmazdı doğrusu.
Maçopiço Adası, volkanik bir adaydı ve tam ortasındaki yanardağ hafif hafif tütüyordu. Dağdan yayılan sıcaklık tropikal iklime biraz kuruluk kazandırıyordu. Kaptanın güvendiği birkaç kişiyle karaya çıktık ve elemanları sahilde bırakarak Kaptan, ben, Sinsi Jack ve Abdul adanın içlerine doğru ilerledik. Defineyi aramaya başladık. Arada sırada haritaya bakmak icap ettiğinde artık rahatlıkla sıyırabiliyordum, ne de olsa arkadaşlar yabancı değildi. Sonunda, Olaf dedemin saklayıp, kıçıma ayrıntılı bir şekilde haritalandırdığı hazineyi bulduk. Define, ağzı çok iyi kapatılmış bir mağaradaydı. Mağaranın derinliklerine elimizde meşalelerle ilerlediğimizde devasa bir odaya vardık ve gözlerimize inanamadık. Koca koca sağlam sandıklarla doluydu mağara. Sandıkları sayamadım ama içindeki altınlar ve değerli taşlar insanı dünyanın en zenginlerinden biri yapmaya yeterdi herhalde. O kadar çok sandık vardı yani.
Sandıklardan birini açgözlü tavırlarla açmaya ilk atlayan Sinsi Jack’ti. Kilitli olmayan (sandıkların hepsi güzelce kapatılmıştı ama üzerlerinde asma kilit yoktu) sandığı açınca Sinsi birden donup kaldı. Beklediği bu değildi; bir sandık dolusu kitap vardı karşısında. İlk şoku atlattıktan sonra hemen başka bir sandığa saldırdı ama sonuç aynıydı. Bütün sandıklarda aralarına nem tutucu kurutulmuş otlar serpiştirilmiş ciltler dolusu (binlerce cilt) kitap vardı. Sinsi Jack, ölmüş dedem hakkında söyüp sayarken, Abdul muzip bir sırıtışla onu izliyordu ve Kaptan Dick Redstone ise zarif kahkahalar atarak gülüyordu. “Evlat bu hazine senin” dedi kahkahalarının arasında. Benim ise zihnimde, dedemin bana sık sık söylediği sözler çınlıyordu: “Evlat en büyük hazine, bilgi ve hayalgücüdür!”
Akıcı ve alaycı, zevkli bir anlatım olmuş, argoların serpiştirilmesi çok güzeldi. Bir metinde bu kadar güldüğümü pek hatırlamıyorum. 😀 Yer yer rötuş yapılabilir belki, çok iyi elinize sağlık.
Uzun süredir eğlenerek okuduğum en güzel öykülerden biri oldu. Özellikle de “kıçını kurtar” lafını bir yere bağlaman ile kahkayaı patlattığımı saklamayacağım. İlk okumaya başladığımda “bitmez bu öykü” diye söylendiydim fakat gittikçe okumaya kaptırdım ki bittiğinde “ne oldu, ne çabuk bitti!” dedim.
Ellerine sağlık, yazım tarzına bayıldım. 🙂
Yellowbeard ı izlediğimden bu yana hiç bu kadar eğlenceli bi korsan tasviriyle karşılaşmamıştım. ciddiyet dengesini tehlikelerle karşılaşılan anlar başına sağlıyor ama kolaylıkla. Farklı zamanlara ait kısımların birbirine bu kadar iyi bağlanmasını, Dugan hakkında bilinmeyenlerin böyle sevimli biçimde anlatılabilmesini, hikayede tahmin edilemez öğelerin ağırlığını saymıyorum zaten.
Argo konusundaysa arlinon a katılmamak elde değil. korsan konusunda özgün türkçe kaynaklarla pek karşılaşma açısından talihsiz biri olduğumdan, diyaloglarda “çeviri” öğelerden kaçındığınız için ayrıca tebrik ederim. Tek solukta okudum.
Teşekkürler arkadaşlar okuduğunuz ve yorum yaptığınız için. Beğenmeniz beni ayrıca mutlu etti.
Affedersin!!! Arkadaşımız -helede siteden arkadaşımız- yazarda beğenmezmiyiz.
Haa yanlış anlama arkadaşımız olmasaydın bile beğenirdim. 🙂
Kesinlikle çok beğendim. Özellikle “kıç” meselesi ve bu konudaki ince espirilere bayıldım. İçinde kıç kelimesi olduğundan değil, ince mizah anlayışınızdan dolayı. Kendimi Jules Verne’in meşhur kitabı Hazine Adası’nı okur gibi hissettim bir ara. Ellerinize sağlık…
Sağolun arkadaşlar, beni şımarttınız. 🙂