Öykü

MOSES-RISE

“Alelâde bir sabah,” diye düşündü Çınar her zaman takip ettiği sabah rutinini sürdürürken. Gerçekten de, bu sabah günü, onun için alelâde bir sabah günüydü.

Alarmını ilk çalışında kapatmış ve uykusuna devam etmiş, tabi ki on dakika sonra ikinci alarmı çaldığında artık kalkma zamanı geldiğinden emin olmuştu. Yatağında doğrulmuş, yüzünü yıkamış, sonrasında moka potta bir espresso yapmış, espressosu soğurken, bu hafta en az iki gün önce giydiği yarı ütülü gömleğini giymiş ve altına koyu kahverengi kanvas pantolonunu giymişti. Sonrasında balkon kapısını açarak espressosunu içmiş ve bir sabah sigarası yakmış, nikotinin etkisiyle günün ilk ve tek göz kararmasını yaşamıştı. Sigarasını söndürdükten sonra saate bakıp vapura geç kalma riskiyle karşı karşıya olduğunu fark etmiş, hızlıca dişlerini fırçalayarak kapıya yönelmiş, yerdeki ahşap zeminin aylar önce düzeltmesi gerektiği kalkık bir tarafına serçe parmağını çarpmış, sonrasında çantasını alıp ayakkabılarını giyerek evden dışarıya fırlamıştı.

Aşağı yukarı her sabahtı bu sabah da Çınar için. Hem hafta içi, hem hafta sonu, bir gazeteci olarak 7/24 çalışmak zorunda olduğu için, her sabahtı bu sabah da.

Koşuşturma içerisinde Spotify’ı açtı, önce utandığı şarkıları gizlemek için gizli modu aktif hale getirdi ve yıllardır büyüttüğü kıymetli “Daily Commute” müzik listesini oynattı. Motivasyon dolu sabah şarkıları içerisinde Yeldeğirmeni’nden Rıhtım’a doğru inen o yokuşu koşa koşa iniyordu. Murat Muhallebicisi’nin bulunduğu köşeden sola doğru döndü, vapura sadece 5 dakika kalmıştı.

O an İstanbul’da tam zamanında hareket eden tek toplu taşıma aracının vapur olduğunu fark etti. Peki bu nedendi? Rotalar devamlı planlandığı ve buna uymak zorunda oldukları için miydi? Yoksa gerçekten vapur kaptanları işlerine sadık ve bu işten tatmin duyan, işlerini layığı ile yerine getirmek için çabalayan kişiler miydi? Şu an konu yine bu değildi, ama fikir hoşuna gittiği için birkaç saniye durarak gömleğinin cebinde bulunan not defterine bu konuyu not aldı.

Yaya yolunda ışığı beklemeden koşarak caddenin karşı tarafına geçti. Terleyeceğini biliyordu ama vapurun üst katında bu havada ufak bir rüzgar onu esintisi ile ferahlatacağı için içten içe heyecanlanıyordu. Akrobatik ve esnek birçok hareket ile kalabalığın içinden sıyrılarak son çağrının yapıldığı an vapur platformuna giriş yaptı, hep üst cebine koyduğu akbilini okuttu, turnikelerden geçerek kapılar kapanmak üzereyken yetişti ve sonunda vapura vardı. Hareket yönü Beşiktaş’tı. Şimdi zaman işi daha az düşünerek, alınan kaşarlı tostun, yanında içilen ayranın, esen rüzgarın ve tabi ki tüm yemeklerden sonra içilecek olan o sigaranın zamanıydı. Hemen kantine yöneldi.

* * *

“Abi Merve Hanım’ın şu salak triplerine gerçekten ifrit oluyorum.” diyerek günlük negativite silsilesinin sabah fitilini ateşledi Ali. “Şu ana kadar tanıdığım en beyinsiz insan.” diyerek, bu akımı devam ettirdi Çınar. Oldukça gönüllü şekilde konuştu.

“Bu yolculuğu da çok uzun sürmeyecek bence, kendini bu operasyondan çıkarıp daha yönetimsel bir yere alır yakında, biz de bir sonraki salak versiyonuyla uğraşırız.”

“Aslında ayrılmak lazım abi, yani anasını satayım üç beş paraya çalışıyoruz köle gibi, bir de bunun sabah triplerini çekmek hiç katlanılır cinsten değil.”

“Üç beş ne abi, yaşlı mısın?”

“Daha birkaç dakika önce ifrit kelimesini kullandın, şimdi bana laga luga yapma.”

Ali ile Çınar, bugün saha görevi almışlardı. Ali de Çınar da idealist gazetecilerdi, çocukluklarında detektifçilik oynamış, idolleri olan gazetecilerin izinden, araştırmacı ve gerçekten farklı hikayeler ortaya çıkaran gazeteciler olmak istiyorlardı.

“Buraya giren aklıma sıçayım.” dedi Çınar. İkisi de benzer şekilde düşünüyordu bu konuda, Çınar sadece Ali’nin suskun zihninin sözcüsü olmuştu. Ali arabayı kullanıyordu, ve gündüz Levent’te arabayla giderken düşünerek konuşmaya çok fazla fırsat olmuyordu.

“Şu yere ne kadar gösteriyor Google’dan bir baksana navigasyona.” dedi Ali. Çınar telefonundan Google Maps uygulamasını açtı, telefonunda GPS kullanan uygulamaların açılması kısa bir zaman alıyordu, bu yüzden refleksif olarak Çınar böyle bir aksiyon alırken içten içe ufak bir acı, bir itenek duygu hissediyordu. “48 dakika diyor abi.” diyerek cevapladı.

Kumköy’e gidiyorlardı. Kumköy’de geçtiğimiz hafta yaşanan fırtınada birçok olay olmuştu, onlar da bunları raporlamak için gazete yöneticilerinden Merve Hanım tarafından görevlendirilmişlerdi. Neler mi olmuştu? Caminin minaresi fırtınada devrilmiş, limanlardaki onlarca yat ya karaya savrularak paramparça olmuş, ya da birbirinin üzerine binmiş, tabi ki bu basit olayların ötesinde, Kilyos Kalesi’nin bekçisi ölü bulunmuştu.

Dünya’da bu durum çok önemli bulunmamış olsa da, İstanbul’da ufak bir sarsıntı yaratmış, Ekşisözlük’te 10 entry’ye ulaşmış, İstanbul’daki beyaz yakalıların %4’ünün sabahın ilk kahvelerini yudumlarken mutfakta konuştukları dedikodu dışı bir konu olmayı başarmıştı.

“Ben hâlâ anlamıyorum. Ne diye almıyoruz ki abi fotoğrafları ve bilgileri sosyal medya üzerinden? Yani bulalım oradan fotoğrafları paylaşmış kişileri, ödeyelim parası neyse, bir de iki röportaj yapalım telefondan, yazalım işte. Oldu bitti gitti.” dedi Çınar.

“Oğlum o zaman biz ne yapacağız?”

“Buluruz abi bir yolunu ya, hem bize de ayrılık için bahane olur bak fena mı? Belki de öyle zor bir durumda anlık çıkışımızı yakalarız.”

“Aslında şu bağımsız haber sitesi işini düşünüp üzerine gitsek mi biraz? Belki podcast yaparız, yani neticede her gün dinleyen büyük bir kitle var, biz idealist araştırmalarımızı yapar hem kapsamlı içerikler yayınlarız, hem de röportajların da olduğu güzel podcastler olur.”

“İyi yapalım güzel de, parayı nasıl kazanacağız?”

“Patreon üzerinden herkes para topluyor abi, biz de toplarız, olmadı reklam alırız, hiç olmadı aylık abonelik satarız.”

“Merve Hanım’ın böyle bir şeyi becerebilirsek nasıl hissedeceğini acayip merak ediyorum. Gerizekâlı.”

* * *

“Peki Veysi amca, saat kaçta devrildi minare?” diye sordu Çınar. Kasabada yaşayan Veysi adında, 88 yaşında birisi ile röportaj yapıyorlardı. Hikâyede eksik birkaç veri kalmıştı, onları da alıp hemen gideceklerdi. İkisinin de üzerine oturdukları kahvehanenin sigara kokusu sinmişti.

“Oğlum valla gece 3 yada 4 olması lazım. Çatırtı patırtı koptu, benim oğlanla indik aşağıya. Baktık minare yıkılmış, neyse ki imama bir şey olmamış. Vallahi Allah korudu camiyi.”

İkisi de sıkıcı bir haberin bitmesinden dolayı mutlu ve gülümseyen yüzlerle oradaki herkes ile vedalaşıp, kahvehaneden ayrıldılar. Minarenin ve caminin birkaç fotoğrafını çekmek için durdular, Ali makineyi ayarlayıp fotoğrafı çekerken imam yaklaştı. İmam fotoğrafa girmek istediğini söyleyince, bu saçmalığın bir an önce bitmesi için inatlaşmadılar. Birkaç tane absürdlük içeren fotoğraf çektikten sonra, Kumköy Limanı’na doğru yola koyuldular. Polis, Kilyos Kalesi’ndeki cinayet ile ilgili açıklamasını saat 11.00’de yapacağını duyurmuştu, yani hâlâ liman hikayesini bitirmek için 50 dakikaları vardı. Araba ile hızlıca limana yanaştılar.

Gerçekten de, limanda hasar görmemiş sadece bir tekne vardı. Zaten büyük bir liman değildi, ama bu kadar yüksek bir hasar olması şaşırtıcıydı.

“Gerçekten bu hikâyeyi okuyacak kimse olacak mı abi?” diye sordu Çınar. “Yani en azından haberde geçecek ve birazdan konuşacağımız, ünlü olma hayali taşıyan ve hayatındaki en heyecanlı ve önemli anı birazdan yaşayacak adam okuyacak.” dedi Ali.

“Hadi bakalım.”

* * *

“Değerli basın mensupları… 15 Şubat Cumartesi günü sabah saatlerinde, Kilyos Kalesi’nde bekçi olan Mesut Ali Ulubatlı, ölü bulunmuştur. İlk incelemelerde bölgede herhangi bir yönlendirici kanıta ulaşılamamış olsa da, tıbbi kontrol sonrası, ölüm nedeninin göğüz bölgesinde kullanılan kesici bir aletten kaynaklandığı ve bir cinayet olduğu anlaşılmıştır. Cinayeti işleyebilecek potansiyel suçlulara yönelik harekete geçmiş bulunuyoruz. Şu anlık verebileceğim bilgiler bu kadar. Ek sorularınız varsa bazılarını yanıtlayabilirim.” diyerek konuşmayı açmıştı polis memuru.

Açıklamaya tam olarak 11.00’da başlamış, 11.04’te soruları almaya başlamıştı. Birkaç gereksiz soru gelmişti; ceset saat kaçta bulunmuştu, bıçağın tipi hakkında bir detay var mıydı, şüphelilerin profilleri arasında belirtin bir bilgi var mıydı gibi. Bu sorular ışığında alanda bulunan tüm gazeteciler benzer hikâyeleri yazacak, aynı kelimeler, aynı olay örgüleri ve detaylar ile bir çerçeve çizeceklerdi. Bir yandan not alırken, Çınar bu durumda en uç şeyin ne olabileceğini merak etti. Gizem çözmek, bazı konuları didik didik etmek, mesleğinin sevdiği alanını aktive etmek istiyordu, ancak bir türlü o fırsatı bulamıyordu. Genellikle bu tip konularda farklı sorularını yöneltse de, ya polislerin yetersiz gözlem ve dokümantasyonundan ötürü kötü ve yetersiz cevaplar alıyor, ya da hiç ilginç bir yanı olmayan hikâyeler duyuyordu.

İstemeye istemeye polis memuruna bir soru yöneltti Çınar: “Mehmet Bey’e ilk ulaşıldığında, ölüm nedeni ne olmuştu? İç kanama ya da alternatif bir durum söz konusu mu? Bıçağın kalbe ulaşması söz konusu muydu?”

Soruları duyan polis, yüzünde bir anda oluşmuş boşluk ifadesini silerek, “Bu konuda maalesef çok detay paylaşamayacağım, ancak Mehmet Bey’in maalesef kalbi vücudu içerisinde değildi. Sizi en kısa sürede bilgilendireceğiz.” diyerek açıklamasına ekledi. Çınar oldukça heyecanlanmıştı. Bu hikâyenin ardında farklı detaylar olabilir miydi? Yoksa bir seri katil hikâyesi mi doğuyordu? Çınar, David Fincher’ın Zodyak filmini izlerken yaşadığı heyecanı hatırladı. Mesleğe bu yüzden girmişti.

* * *

“Bu işin kesinlikle üzerine gitmeliyiz. Uzun zamandır böyle heyecanlanmamıştım abi ya. En azından bir bakalım, olur mu?” dedi Çınar. Gerçekten de uzun zamandır bu kadar heyecanlanmamıştı. “Olur abi, ama çok uzatmayalım. Ölen bir bekçi için ofiste birkaç gün gereksiz işsiz damgası yemek istemiyorum.” diye cevapladı Ali. Çok isteksiz ve keyifsizdi, negativitesi çevredeki bütün enerjiyi absorbe edebilecek kadar yüksekti.

“Tamam. Sadece şu çocuğu bir ziyaret edip ağzından laf alalım da başka bir şey istemiyorum. Hem bakarsın bize Pulitzer değil de patrondan güzel birkaç yüz kağıt kopartır, he?”

“Tamam tamam hadi.”

Ali ve Çınar, polis açıklaması sonrası önce etrafta birkaç fotoğraf çekmiş, Kilyos Kalesi çevresinde sigara içmişler, sonrasında ise çevrede hiç görgü tanığı olup olmadığını öğrendikten sonra, bu bölgede devamlı şarap içen evsiz Hakan’ın bilinmez bir nedenden sağlık ocağına gittiğini öğrenmişlerdi. Çınar’ın bitmez tükenmez ısrarı sayesinde arabaya atlamışlar ve merkezdeki sağlık ocağına doğru yola koyulmuşlardı. Hakan her an eve gönderilebilir ya da hastaneye sevk edilebilirdi, bu yüzden acele etmelilerdi.

Ali’nin arabayı sağlık ocağının yanındaki kaldırımın kenarına park etmesiyle, Çınar arabanın kapısını hızla açtı ve hemen dışarıya fırladı. Sonunda alelâde olmayan bir gün geçirmeyi umuyordu. Hakan’ı eğer orada bulabilirse ona birkaç soru sorabilir, bu işin altında gerçekten bir sürpriz olup olmadığını anlayabilirdi.

Sağlık ocağına girdi, etrafına bakındı ancak içeride kimse yoktu. Hemen doktorların odalarının üzerlerinde yazan isimlere baktı. İki doktor vardı, birisinde hasta yoktu. Diğerinin kapısının üstüne baktı. Evet! Kapının üzerinde yazıyordu işte, Hakan Islamaç. Ali’nin nabzı yükselmişti, kalp atışlarını hissediyordu, ve heyecanlıydı. Kapıya doğru ilerledi, bu sırada basın kartını boynuna taktı ve kapıyı tıklattı. Doktorun buyrun demesiyle kapıyı aralayan Çınar, içeride doktoru ve üstü başı bakımsız birisini gördü. Bu Hakan olsa gerekti. “Doktor Hanım, Hakan Bey’e birkaç sorum var, aslında ona bakmak için gelmiştim. Hakan Bey, ben bir gazeteciyim, çıkınca konuşabilirsek çok sevinirim. Lütfen kusura bakmayın.” dedi Çınar. Doktor Hanım hemen “Sorun değil, zaten bizim de sürecimiz bitti. Hakan Bey, siz Zekeriyaköy’deki hastanede tedavinize devam edebilirsiniz.” diyerek konuyu kapattı. Hakan sadece kafasını salladı ve kapıya yöneldi.

Çınar kapının dışında beklemeye başladı.

Birkaç saniye sonunda Hakan içeriden çıktı. “Hakan Bey, rica etsem ufak bir soru sorabilir miyim Kilyos Kalesi’nde yaşanan olay ile ilgili?” diyerek hemen lafa girdi Çınar heyecanla. “Kimsiniz siz?” diye cevapladı Hakan. Sonrasında gözü basın kartına ilişti, gözlerini devirdi. “Benim şeytan gazetecilere anlatacak bir şeyim yok. Ne haliniz varsa görün, gidin kimden isterseniz ondan yanlı röportaj alın kardeşim.” diyerek itekledi Çınar’ı ve dışarıya çıkan kapıya doğru yöneldi. Çınar çok şansı olmadığını biliyordu, “Yaşanan olayın olağan bir şey olmadığını biliyorum.” diyerek Hakan’ın arkasından seslendi. Hakan duraksadı. Arkasına döndü ve birkaç adım atarak Çınar’a yaklaştı.

“Ne biliyorsun bilmiyorum ama benim peşimi bırak. Bildiğim tek bir şey var, herifin içi yarılmıştı. Sanki boşaltılmış gibi. Ve her yer kan içindeydi. Ben de hemen polisi aradım. Benim adımı sanımı bir yerde geçirmeyin. Hayatıma da karışmayın.”

Bu açıklama Çınar’ın keyfini kaçırmıştı, ama aynı zamanda çok heyecanlandırmıştı. Tahmin ettiği gibi, olay olağan bir olay değildi. Sonunda alelâde başlayan binlerce günün sonunda, olağanüstü bir durum ile karşılaşmıştı.

* * *

Günün geri kalanı Çınar için yine alelâde geçmişti, ancak heyecandan dolayı hem performansı yükselmiş, hem de hayata daha pozitif yaklaşmaya başlamıştı. Önce yol üzerinde birkaç basit olay hakkında bilgi toplamışlar, sonrasında ise Ali ile Beşiktaş’taki ofislerine geçmişlerdi. Dönüş yolunda Çınar topladıkları notlar ile, ilgili haber metinleri hazırlamış, ve tüm bunları e-posta ile Merve Hanım’a çoktan göndermişti. Ali o kadar da heyecanlanmamıştı, bir şeylerin ters gittiği ve farklı olduğu kesindi, ancak bunun çok da büyük bir olay olacağını düşünmüyordu.

Bu hareketli günün sonunda, Çınar vapur ile tekrar Kadıköy’e geçmeye karar verdi. Bilgisayarıyla biraz araştırma yapmak için ara ara takıldığı bir bara gitmeye karar verdi. Önce Rıhtım’da vapur istasyonunun karşısındaki Emrah Büfe’den iki adet sosisli aldı, açık ayran da alarak sosislileri bir güzel mideye indirdi. Karnı doymuştu, sıra bilgi açlığını ve araştırmacı ruhunu doyurmaya gelmişti. Önce Rıhtım’dan Çarşı’ya, sonra da Kadife Sokak’a yöneldi. Kadife’nin sonundaki sokaktan yukarıya doğru çıktı ve Belfast’a girdi. Dışarıda bir masaya oturdu, bir ellilik Guinness sipariş etti ve sigarasını yaktı. Çocukluğundan kalan yegâne fiziksel anı olan külüstür bilgisayarını açtı ve internette dolaşmaya başladı.

İlk ilgilendiği konu Kumköy oldu. Boğaziçi Üniversitesi’nin Homecoming partileri ve yaz dönemi etkinlikleri dışında çok da aktif olmayan bu bölge ile ilgili ilginç bir şeyler var mıydı? Tabi ki Kumköy ile ilgili bir şeyler bulamadı, ama Kilyos üzerine yazılan tonlarca içerik vardı. Rüzgar, dalgalı deniz, son yıllarda yerleşim alanının büyük bir kısmını kaplamaya başlayan villalar ve tatil siteleri, denizin pislenmesi üzerine birçok haber vardı. Burada bazı parti videoları ve sahil fotoğrafları dışında bir şey bulamayan Çınar, Kilyos Kalesi’ni araştırmaya yöneldi.

Görünüşe göre İstanbul’un diğer yerleri gibi, Kilyos Kalesi de birçok olay yaşamış. Bu yapı, tahminlere göre 4. yüzyılda Cenevizliler tarafından yaptırılmış, sonra Bizans, sonra da tabi ki Osmanlı yönetimi görmüş. 2. Mahmut zamanında ise restore edilmiş. Kalenin ise kritik tek bir yanı bulunuyor, o da Karadeniz’i açık şekilde gözlemleme olanağı sunması.

Çınar araştırmalarında pek bir şey bulamamıştı. Güvenlik görevlisi Mesut Ali Ulubatlı ile ilgili basit bir araştırma yapmaya karar verdi. Önce Instagram profiline baktı, yüzlerce gereksiz ve anlamsız selfie dışında bir şey yoktu. Bu tip hesapların sebebini asla anlayamamıştı. Twitter’a göre sıkı bir Fenerbahçe taraftarıydı, “Zaten spor olmadan da güvenlik görevlisi olmak çekilmez iş olsa gerek.” diye düşündü. Facebook’una baktığında ise yüzlerce video gördü. Bu videoların hepsi Kilyos’ta kalenin ardından denizi çektiği videolardı. “Tamam, anlaşılan rahmetli aynı zamanda geceleri biraz da takılıyormuş.” diye düşündü. Videolar oldukça normaldi, bazen bir rakı içeriyor, arkada ise farklı şekilde Muazzez Ersoy, Muazzez Abacı, Müslüm Gürses, Ebru Gündeş, ya da Sezen Aksu çalıyordu.

Çınar, videoları hızlıca geçerken bir detay fark etti. 2019’da 18 Temmuz ve 30 Ağustos’ta atılan videolarda bir gemide yeşil bir ışığın yanıp söndürdüğünü fark etti. Tabi ki aklına ilk gelen, bu videolardan daha fazla olup olmadığıydı. Tarihlere göre ilerledi, tabi ki her gün bir video yüklememişti Mesut, ama bu iki video ile birlikte 5 Ekim, 19 Kasım, ve 23 Aralık’ta da benzer yeşil ışıkları gördü. Tabi ki her filmde gördüğü gibi, aklına ilk gelen mors kodları oldu, çünkü ışıklar uzun ve kısa yanma örüntüleri sergiliyorlardı.

Kağıda bu ışıkların yanma örüntülerini kodladı, ancak internetten mors alfabesi ile karşılaştırdığında hiçbir benzerlik göremedi. Aslında her şey bir tesadüf olabilirdi; ama öyleyse de gazeteci ve eski bir detektif olarak bunun bir tesadüften ibaret olduğundan emin olması gerekiyordu. Bu sırada aklına Flightradar24 geldi, tüm uçaklar gerçek zamanlı olarak bu siteden takip edilebiliyordu. Eğer bunun gemiler için olanını bulabilirse, o tarihlerdeki gemilere göz atabilir, bu sayede biraz daha detaya inebilirdi. Bu sırada birası bitti, ikinci Guinness’i söyledi ve Ali’yi aradı.

Ali’yi ararken bir yandan bir sigara daha yaktı. Ali açmamıştı. Bir daha çaldırmaya başladı, Ali yine açmadı. Önce WhatsApp’a girdi, Ali’ye yazdı: “Naptın abi?” Ali en son akşam 17.45 gibi çevrimiçi olmuştu, ki zaten sonrasında ofisten beraber çıkmışlar, Ali arabasıyla Şişli’deki evine doğru yola koyulmuştu. “Neyse artık, yarın konuşuruz onunla da.” diye düşündü.

Google’da bu kez “ship map” aramasını yaptı, “Şansa bak, tonlarca site var.” diye düşündü. Birkaç siteye baktıktan sonra, en içine sineni MarineTraffic oldu; avantajı da bu sitede neredeyse tüm yük gemilerinin olması ve bununla birlikte geçmişe yönelik sorgu yapılabiliyor olmasıydı, ve premium üyelik sadece 26 dolardı. “Atın ölümü arpadan olsun be Çınar, nasılsa bir ay sonra iptal edersin.” diye düşündü ve hemen kredi kartı bilgilerini girerek kayıt oldu. İlk baktığı tarih, tabi ki 5 Ekim akşamı olmuştu. Olağan şekilde birçok gemi boğazdan geçmek için ya da Rumelifeneri limanına yanaşmak için bölgeden geçse ve oralarda duraksıyordu. Tarayıcıda sekmeyi kapatmadan, yeni sekmede 30 Ağustos tarihine baktı. İkisinde de birkaç gemi ortaktı, ancak tekrar oynattığında bir geminin iki tarihte de benzer bir noktada kısa süre duraksadığını ve sonrasında hemen yoluna devam ettiğini gördü. MOSES-RISE isimli gemi bu iki tarihte de Sivastopol şehrindeki limandan çıkıyor, Türkiye karasularına giriyor, Kilyos’a yaklaşarak yaklaşık olarak 45 dakika duraksıyor, sonrasında ise Soçi’ye gidiyordu. Çınar’ın heyecanı artmıştı, çünkü gerçekten bir şey bulduğunu düşünüyordu. Sitede bu sefer tarihi 14 Şubat Cuma gecesi, yani güvenlik görevlisi Mesut ölü bulunmadan bir önceki geceye ayarladı.

“Hassiktir.”

Çınar hemen telefonunu eline aldı ve Ali’yi aradı. Ali yine cevap vermemişti.

* * *

Çınar metrobüsle Ali’nin yanına gitmek üzere yola çıkmıştı. Ali 2 gündür aramalarına cevap vermiyordu, ve dün gazeteye de uğramamıştı. Çınar da kontrol etmek adına Ali’nin evine uğrayacak, bir sorun olup olmadığını soracaktı.

Çınar, bu süreçte olay ile ilgili bir ilerleme kaydedememiş, ancak MOSES-RISE gemisinin onun haritada çizdiği alana girmesi durumunda sistemden gelecek bir bildirim ayarlamıştı. İki gündür herhangi bir hareketlilik yoktu. Hayat aynı monotonluğunda seyrediyordu.

Çınar, Çağlayan durağında metrobüsten indi ve Ali’nin evine doğru yola koyuldu. Uzun bir üst geçit macerası sonrası Adalet Sarayı’nın yanında bulunan taş meydandan ara sokaklara doğru ilerledi. Ali’nin evine daha önce defalarca gelmişti, mesai yapmaları gereken geceler genellikle Ali’lerde sabahlıyorlardı, çünkü sabah özel araçla buradan ofise çok rahat geçebiliyorlardı. Çınar Ali’nin evinin sokağına girdiğinde ise Ali’nin arabasını gördü. Araba olduğu yerde duruyordu. Dikkatlice arabanın etrafında dolandı ve arabanın içine baktı, her şey yerli yerinde, herhangi bir sorun gözükmüyordu.

Binanın kapısını ittirdi ve içeri girdi. Üç katı yürüyerek çıktı, Ali’nin dairesinin önüne geldi ve Ali’nin ayakkabılarını kapının önünde, ayakkabılığın yanında yeni çıkartılmış şekilde gördü. Bu renkli Adidas Air Max ayakkabılara bir servet yatırmıştı Ali. Kilyos yolculuğunda da bu ayakkabıları giymişti. Dışarıda bırakmasına çok şaşırdı Çınar, çünkü bu ayakkabılar onun için çok önemliydi. Çınar, şaşkınlıkla kapıyı çaldı, ancak kapıyı açan olmadı. Çınar kulağını kapıya dayadı, ancak içeriden hiçbir ses duymadı. Çınar bir sorun olduğuna artık neredeyse emindi. Ali’nin dairesinin karşısında olan dairenin kapı zilini çaldı, komşular bir şeyler duymuş olabilirlerdi.

Sürgünün ardından, kapının aralığından bakan iki göz ile karşılaştı Miraç. Biraz gergin bir yüz onun ne diyeceğini dinliyordu.

“Merhaba abla, ya karşı dairede arkadaşım Ali kalıyor da 2 gündür haber alamıyorum, siz gördünüz mü son günlerde?” diye konuya girdi Çınar.

“Valla ben bir şey ne gördüm ne duydum, hiç bilmiyorum.” dedi kadın endişeli bir tonla. Sesinden ve yüz halinden gerildiği belli oluyordu.

“Hadi ya. Var mıdır binada bilen duyan, kim görmüştür var mı bir fikriniz? Olmadı polisi arayacağım ne yapayım.” diye konuşmayı sürdürdü Çınar. Arkasını döndü, merdivenlerden aşağı inmek için hareketlendi.

“Eksi birdeki kapıcı Mehmet Efendi’ye sorun isterseniz. Ama bana daha fazla bir şey sormayın.” dedi kadın.

Çınar endişelenmişti. Olayların ilintili olma ihtimali onu korkutuyordu. Hızlı adımlarla eksi birinci kata indi. İstanbul’daki hemen hemen her binada olduğu gibi, zemin altında kalan bu daireye giden merdiven yolu ve giriş oldukça nemliydi. Tavanın simsiyah olması, boya mı yoksa nem mi anlaşılmıyordu bile. İğrenerek yaklaştığı kapıyı tıklattı Çınar, kapıyı küçük bir çocuk açtı.

“Mehmet Efendi burada mı? Onu çağırır mısın bana?”

Çocuk kafasını içeri çevirdi ve “Anne, bir adam daha babamı soruyor.” diye bağırdı, sonra da kapının orada biraz geriledi. 45 yaşlarında, yorgun görünüşlü bir kadın kapıya geldi, “İrfan sen geç istersen içeri biraz kız kardeşinle oyun oyna.” diyerek çocuğu içeriye gönderdi.

“Merhaba, ben Çınar. Daire 7’de oturan arkadaşım Ali’ye birkaç gündür ulaşamıyorum da, karşı komşusu bana Mehmet Efendi’ye sormamı söyledi. Siz bir şey gördünüz mü, Mehmet Bey buralarda mı?”

“Valla Mehmet iki gündür yok. En son iki gün önce binadaki çöpleri toplamak için çıktı evden, sonra geri gelmedi.”

“Peki polise haber verdiniz mi?”

“Yok valla, illa ki gelir diye daha ses etmedim.”

“Çöpleri toplamış mıydı peki?”

“Valla insanlar kızınca gidip ben topladım çöpleri, çöp kutusu üçüncü katta duruyordu.”

“Mehmet Efendi’nin ayakkabı numarası kaç?”

* * *

İşler biraz sarpa sarmaya başlamıştı. Çınar, Ali’nin dairesinin önündeki ayakkabılıkta Ali’ye ait olmayan ve Metin Efendi’nin ayakkabı numarasında bir çift ayakkabı görmüştü. Çöp kutusunun da orada bulunması tesadüf müydü? Kaldı ki, ayakkabılar niye ayakkabılığa düzenli şekilde koyulmuştu? Bile isteye bir şey yapılmış gibiydi. Çınar polise haber vermişti, polis daireye girmişti ancak herhangi bir kanıt bulunamamıştı.

Artık uzun günü noktalama zamanı gelmişti. Çınar, gününün tamamını dışarıda geçirdikten sonra sonunda eve gidip bir uyku çekebilirdi. Hâlâ gergindi, ancak beklemek dışında bir çare yoktu.

Eve gitmeden bir şeyler atıştırmaya karar verdi ve Söğütlüçeşme’de gitmeyi çok sevdiği Dürümcü Emmi’ye gitti. Bir beyran çorbası, bir de adana dürüm sipariş etti. Gerçekten çok acıkmıştı, sabah atıştırdığı yarım simit dışında başka bir şey yemeye fırsatı olmamıştı, bir ton çayı da midesine indirip, vücudunun asit dengesinin içine etmişti.

Çorbasını afiyetle içtikten sonra garson tabağını alıp dürümü getirdi, bu sırada telefonuna bir bildirim geldi. Bildirim, birkaç gün önce indirdiği MarineTraffic uygulamasından gelmişti, görünüşe göre MOSES-RISE isimli gemi Sivastopol’dan birkaç saat önce yola çıkmış ve Kilyos’a yakın turlar atıyordu. Çınar hesabı masaya istedi, dürümünden büyük ısırıklar alarak dürümünü bitirmeye çabaladı. Hesaba bir de soda eklenmesini rica etti, ödemeyi yaptı, 10 TL bahşiş bıraktı ve restorandan çıktı. Hemen telefonundan bir taksi çağırdı ve Kilyos’a doğru yola koyuldu.

* * *

Oraya çok yakın olmalıydı. Güvenlik görevlisi Mesut’un öldürüldüğü alanın bulunduğu yerin oldukça yakınındaydı. Etrafı görebilmek için kalenin kulelerinden birine çıkmıştı, üzerine çıktığı kulenin girişine yanaştı. Hava epey rüzgarlıydı. Kadife ceketinin cebinden sigarasını çıkarttı, beklerken bir sigara yaktı. Uzaklara bakıyor, bir yandan da telefonundan Marine Traffic üzerinden MOSES-RISE gemisinin hareketlerini takip ediyordu. Geminin daha önce beklediği konuma gelmesine çok az kalmıştı, belki de gelmişti. Ancak ne bir ışık, ne de başka bir şey görüyordu.

Birkaç dakika bekledikten sonra gerçekten de denizin ortasından yeşil bir ışık yanıp sönmeye başladı. Bu kadar hızlı olmasını hiç beklemiyordu Çınar. Bu sırada garip bir şey fark etti, kalede, bulunduğu kulenin karşısındaki kulenin içinde de bir yeşil ışık, aynı ritm ile yanıyordu.

Çınar kuleden yavaş yavaş aşağı inmeye başladı, mümkün olduğunca az ses çıkartmaya çalışıyor, heyecandan artan nabzını kontrol etmeye, burnundan yavaş yavaş nefes alarak kendini sakinleştirmeye çalışıyordu.

Çınar, çıktığı kuleye ilk girdiği, merdivenlerin sonunda bulunan kapının kenarına dayanarak etrafı kolaçan etti, ancak hiçbir şey gözükmüyordu. Yavaşça oradan çıktı, ışığın geldiği kuleye doğru, olabildiğince eğilerek yürümeye başladı. Bu kadar yakınken bu suçlulara ya da her neyseler, onlara yakalanmak ve ölmek istemiyordu. Bu gizemi çözmek, böylece tüm soru işaretlerini ortadan kaldırmak istiyordu.

Kuleye gitgide yaklaştı, kulenin kapısının kenarına sırtını yapıştırdı, ve kafasını yavaşça içeri doğru çevirdi. İçeride büyük bir insana benzeyen, yeşil, kuyruklu ve gerçekten iri bir yaratık, elektronik ve yeşil ışık çıkartan bir aletin yanında, kontrol paneline benzeyen bir şeyleri tuşluyordu. Çınar hemen telefonunu çıkarttı, ekranını kaydırdı ve kamera uygulamasını açtı. Kertenkelenin birkaç fotoğrafını çekti. Bu fotoğrafları hemen Merve Hanım’a e-posta attı. E-posta başlığı da oldukça basitti, “kilyos kalesindeki yeşil yaratıklar”.

Çınar e-postayı gönderdi, bu sırada kafasında bir sıcaklık hissetti. Yere yığılırken bedenini kontrol edemediğini fark etti. Birkaç saniye içerisinde, gözleri kararırken, ona doğru bakan birkaç yeşil yaratık gördü. Gözleri tamamen kapandı. 

“Etkilendiğimi söylemeden geçemeyeceğim Çınar.”

“Hı?”

Çınar gözlerini yavaş yavaş açıyordu. Cam bir odanın içerisindeydi. Odada bir yataktan başka bir şey yoktu, tabi ki Çınar ve iri bir kertenkele dışında.

“Evet, oldukça etkilendim. Zira normal vatandaşlar arasında senin gibi iz süren çok kişiyle karşılaşmamıştık. Zaten tam olarak bu yüzden hâlâ yaşıyorsun.”

“Nesin sen? Beni neden buraya hapsettin?”

“Rahat ol Çınar, şu an piramidin içerisindesin, ve inan bana, evinden, arkadaşın Ali’nin arabasından ya da Dünya’daki herhangi bir yerden daha güvendesin.”

“Piramit?”

“Evet, aslında Dünya için bir merkez diyebiliriz.”

“Nesiniz siz?”

“Genelde Dünya’da Reptilian olarak biliniyoruz, yani internette ve haberlerde hep bu şekilde. Ama senin dilinde kertenkeleye benzer bir kelime olmalı.”

“Reptilian mı?”

“Evet.”

“Şu kurgusal ırk?”

“Hı-hı.”

“David Icke’ın uydurduğu?”

“Çok da uydurmuş sayılmaz, değil mi?”

Çınar yatakta doğruldu. Ayağa kalkmayı denedi ancak başı döndüğü için ayağa kalkamadı ve gerisin geriye oturmak zorunda kaldı.

“Kendini zorlamanı önermem. Tüm bunların senin için yeni olması dışında, vücudunun uzun süredir yaşadığın baygınlığa verdiği bir tepki var. Biraz dinlen, sonrasında seninle konuşmak için tekrar geleceğim.”

İri ayaklı ve uzun tırnaklı kertenkele, arkasını döndü ve kapıya doğru ilerlemeye başladı. Kapının kolunu tuttu ve çevirdi.

“Bir saniye, bir şey sormam gerek.”

Kertenkele kapıyı kapattı.

“Sizin gerçekliğiniz, bu yapı, burası neresi? Ali nerede? Tüm bunlar ne anlama geliyor?”

“Bu soruların cevaplarını vermeden önce bir seçim yapman gerekiyor. Çünkü bu cevapları seninle paylaştıktan sonra eski hayatına geri dönmene izin veremem. Dolayısıyla yalnızca ölüm ya da yönetilecek bir yaşam seçeneklerinden birisini kabul etmen dahilinde sana bunları anlatabilirim.”

Çınar bir süre sessiz kaldı.

Kafası çok karışmıştı, çok da iyi hissetmiyordu.

“Sorun yok. Tekrar geleceğim. Dinlenmene bak.”

Çınar tekrar derin bir uykuya daldı.

* * *

Çınar tekrar gözlerini açtı. Bu sefer baş ağrısı azalmış, fiziksel olarak daha iyi hissediyordu. Yatakta doğruldu, telefonunu aradı, ancak bulamadı. Üzerinde beyaz bir t-shirt ve açık mavi bir eşofman altı vardı. Giysilerine göz attı, ancak etrafında göremedi.

Kapı açıldı, kapıdan giren şey, daha önce iletişim kurduğu yaratıktı.

“Günaydın Çınar, sonunda uyandın.”

“Ne istiyorsunuz benden?”

“Bizim sırrımızı keşfetti, ve maalesef planımız doğrultusunda buna izin veremeyiz.”

“O yeşil ışık… Neydi o?”

“O ışık… Hmmm. Tamam. Şöyle anlatayım, bizler uzaylıyız ve yüzyıllardır Dünya’da sizinle birlikte yaşıyor, hatta bazı alanlara uzun süredir doğrudan yön veriyoruz.”

“Uzaylı olduğunuzu anlamak çok zor değil. Yeşil ışığı sordum, o ışığın olayı ne?”

“Şöyle ki Çınar, Dünya’nın her yerine ana gezegenimiz ile geçitler açabilmemiz zor oluyor. Biz de bazı alanlarda geçitler açarak, transfer etmek istediğimiz herşeyi belirli stratejik noktalar arasında aktarım yaparak transfer ediyoruz.”

“Yani bir çeşit madde ışınlama cihazı.”

“Evet, bu doğru. Daha çok sorun olduğuna eminim. Ama dediğim gibi, daha fazlasını bahsetmeden şartlarını belirtmek zorundayım.”

“Nedir şartlar?”

“Seni dilersen şu an salabiliriz. Zaten bunu sık sık yapıyoruz. Ama, dilersen daha fazlasını anlatabiliriz. Fakat o durumda iki şart koşacağız, ya devamlı takip edeceğimiz bir hayat yaşayacaksın, ya da bir ötenazi işlemi uygulayacağız.”

“Ötenazide ölümü kendin uyguluyorsun.”

“Evet, biz de sana bir zehir vereceğiz.”

“Ya zehri içmezsem?”

“O zaman odanda susuzluktan ölene kadar bekler, sonrasında ise ölürsün.”

“Peki ya kaçarsam?”

“Saçmalama. Piramit’ten kimse kaçamaz.”

Çınar gözlerini kapatarak tüm bunların bir hayal olmasını diledi. Ancak değildi. Bir yanda tüm her şeyi öğrenme isteği onu inanılmaz derecede sıkıştırıyor, diğer tarafta ise hayatının tatlılığını ve değerini düşünüyordu. Ölmesi demek tüm yaşamının anlamsız olması demekti, ama zaten şu gerçekler ışığında hayatının ne değeri vardı ki?

“Ali’ye ne oldu?”

“Ali hayatına geri döndü.”

“Nasıl yani?”

“Ali merak etmedi, galiba bu konularda senin kadar heyecanlı değil.”

“O da mı varlığınızı fark etti?”

“Hayır, onu sadece yaptığınız haber ve profili dolayısıyla aldık.”

“Nasıl yani?”

“Eğer anlatmamı istiyorsan, kararını ver.”

Çınar kafasını yukarı aşağı salladı.

“Kabul.”

“Ölümü mü tercih ediyorsun?”

“Evet.”

“Tamam o halde. Başla, istediğin her şeyi sorabilirsin.”

“Sen kimsin?”

“Ben Xorxas. Burada manipülasyon bölümünde bir çalışanım.”

“Manipülasyon bölümü?”

“Evet. Aslına bakarsan yaptığımız kabaca şu, insanların bizim ve yaptığımız aktivitelerin çoğunun komplo teorileri olduğuna inandırıyoruz.”

“Ne gibi komplo teorileri?”

“En basiti ve göz önünde olanını söyleyeyim, Reptilian’lar. Yani David Icke ve o kadar insan aslında yalan söylemiyorlar.”

“Başka ne gibi teoriler?”

“Mesela Illuminati örgütünün logosu neden bir piramit içinde bir insana ait olamayacak kadar değişik bir yapıda bir göz, düşündün mü? Ya da gerçekten, neden bir piramit?”

“Piramitler insanlığın düşük teknolojiyle yapabildikleri en müthiş yapılar.”

“Yapma yani, gerçekten o kapasitesiz Mısır’lı işçilerin piramitleri inşa ettiğini mi düşünüyorsun? Biz yaptık. History Channel’da izlediğin gibi, aslında hepsini biz yapıyoruz. Yani şaşırtıcı olacak ama, Dünya’da en gerçek basın kanalı History Channel olabilir.”

“Bu gerçekten büyük bir tezat.”

“İnan bana öyle, şaşırmana kesinlikle şaşırmıyorum.”

“Başka teoriler?”

“Yeni Dünya Düzeni, 51. Bölge, Aşılar ile Zihin Kontrolü, 9/11, Bermuda Şeytan Üçgeni, Paul McCartney, HAARP, Rotschild Ailesi… Bunlar yeterli değil mi gerçekten?”

“İnsanları nasıl manipüle ediyorsunuz?”

“Aslına bakarsan inanmaya meyilli kişileri önce internette biraz etkiliyor, sonra fiziksel olarak bazılarına gerçekten görünüyor ve bu gerçeklik ile çıldırmalarını sağlıyoruz. Sonrasında da bildiğin gibi, size geliyorlar ya da siz onlara gidiyorsunuz, bu konu haber oluyor, daha çok insan etkileniyor, ve çember devam ediyor. Aslında ana gayemiz bu değil, ana amacımız tüm Dünya’yı bu piramit gibi güvenli, yaşanabilir, sağlıklı bir hale getirmek. Ama bunun için insanlık henüz hazır değil, birkaç yüzyıl daha çalışmamız gerekiyor.”

“Size bu hakkı kim veriyor?”

“Kimse vermiyor, verilmesine de gerek yok. Daha iyi bir evren için çalışıyoruz, ve ilk geldiğimiz günden bugüne kadar insanlara çok büyük faydalarımız bulundu.”

“Hmm… bunlar… çok fazla…”

“Çok da değil, yani düşününce, epey mantıklı değil mi?”

“Evet. Peki Yeni Dünya Düzeni?”

“Evet, bu aslında ana hedefimizdi, fakat bunun için tüm toplumlarda iletişim ve manipülasyon gücüne ulaşmamız gerekiyor. Maalesef oraya kısa bir süre daha var. Her ne kadar nüfusun %70’e yakınını yönetebiliyor olsak da, ufak bazı coğrafyalarda daha hakimiyet sağlamamız gerekiyor.”

“Nasıl yani?”

“Yanisi, bazı ülkelerde henüz yönetimi tam anlamıyla devralamadık. Ancak 1-2 seçim içerisinde tamamlanacak ve 10 yıla kadar Yeni Dünya Düzeni’nin uygulanışını görmeye başlayacağızdır diye düşünüyorum.”

“Bundan sizin çıkarınız ne?”

“Aslına bakarsan bundan tam olarak emin değilim. Galakside çok yaşam formu deneyimledik, her birinde farklı yetenekler ve beceriler gözlemledik. Gördüğümüz en hızlı adapte olabilen form sizdiniz ve de yaratıcı çalışma tarzınız bizi gerçekten etkiledi. Hem gezegeninizi öldürmenizin önüne geçebileceğimizi, hem de bir ırk olarak daha iyi bir hayat inşa edebileceğinizi görünce, biz de dayanamayarak bu işin içine sızdık. Biz de bundan keyif alıyoruz.”

“Anladım. O halde son soruma geliyorum. Neden piramit?”

“Piramit, aslında tasarımsal bir karar. Biz kültürel olarak ucu olan yapıları seviyoruz. Evrensel yaygınlaşma projemiz ilk başladığında, bu proje için gemiler inşa etmeye başladık. Yapılarımızın çok uzun olmaması gerekiyordu, bununla beraber bir uca sahip olması ve de açılı yüzeyleri olması gerekiyordu. Uzaya gönderiliş sürecinde verimli olması adına bu tasarımda gemilerin bir araya gelmesinin daha iyi bir enerji tasarrufu sağlayacağını düşündük. Bu şekilde altı gemiyi bir araya getirdiğinde bir küp oluşturabiliyorsun. Çok havalı değil mi?”

“Tam olarak anladığımı söyleyemem. Peki, tüm bunların anlamı ne?”

“Nasıl yani?”

“Yani hayatlarımız, evren, yaşanmışlıklar… Tüm bunların anlamı ne?”

“Aslına bakarsan, o soruya bizim de bir cevabımız yok. Bizim de en çok merak ettiğimiz konu bu.”

“Anladım.”

Çınar, Dünya ile ilgili birçok bilgiye bir anda ulaşmış, bu bilgiler ile hayatının oldukça anlamsız olduğunu düşünmeye başlamıştı.

“Şu kontrollü hayat… Ölüm dışında onu seçseydim, nasıl bir gelecek bekliyor olurdu beni?”

“Sana herhangi bir şekilde dokunmazdık, ancak devamlı kameralar ile izler, yaptığın her şeyi inceleyerek, eğer burada duyduklarını herhangi bir şekilde aktaracak olursan vücudunun içine yerleştirdiğimiz cihaz ile seni öldürürdük.”

“Evet, korkutucuymuş.”

“Maalesef, biz de kendimizi korumak zorundayız.”

Soru cevap devam etti. Dünya’ya ilk ziyaretleri, teknolojik gelişmeler, Dünya siyasetçileri, toplumsal figürler… Her şey gün gibi ortadaydı aslında, ama daha önce hiç fark etmemişti. Komplo teorilerinin hepsi palavra olmayabilir diye düşünüyordu ama, bu kadarı da fazlaydı.

“Peki o halde. İlaç yerine başka bir şey kullanabilir miyim?”

“Ne gibi?”

“Bir silah.”

“Hay hay. Senin için getireyim.”

Xorxas odadan çıktı. Birkaç saniye sonra, odaya tekrar geldi. Siyah bir silah çıkarttı ve bunu Çınar’a verdi.

“Görüşmek üzere Çınar. Yaşasan gerçekten çok işlevsel olabilirdin Yeni Dünya Düzeni için, ancak senin kararlarını sorgulamıyorum.”

“Teşekkürler. Şimdi izin verirsen, ölmek istiyorum.”

“Tabi ki. Tanıştığımıza memnun oldum Çınar. Umarım başka bir hayatta tekrar karşılaşırız.”

“Başka bir hayatta mı?”

“Bilmiyorum, sadece Lost’tan bir alıntı yapmak istedim.”

Çınar gülümsedi.

Xorxas odadan çıktı, kapı otomatik olarak kilitlendi.

Her şey ne kadar normal başlamıştı. Bir insanın hayatı dört gün içerisinde ne kadar değişebilirdi ki? Şimdi de hayatı sonlanacaktı. Bugün, Çınar’ın son günüydü.

“Hayat çok anlamsız.”

Çağlar Bozkurt