Öykü

Müdür Bey’in Sıkıntıları

Her şey o lânet olasıca gün başlamıştı. O günden beri, ne içindeki sebepsiz sıkıntı hali, ne de uykularındaki o anlamsız kâbuslar bitmek biliyordu. Artık uyumaktan dahi korkar olduğundan pek az uykuya dalabiliyordu. Bu şanslı zamanlarında da gözlerini kapatır kapatmaz uykusunu zehir eden o kâbuslarla mücadele ediyor, uyandığında ise keyifsizlik ve bitap düşmüşlük pençesinde bir gün geçirmek zorunda kalıyordu. İşbu makûs vaziyet sebebiyle düşen vücut direnci, hâlihazırda boğuştuğu birçok hastalığı da nüksetmiş, durumuna ne gittiği psikologlar, ne de verilen onlarca ilaç fayda etmişti. Koskoca Müdür Bey; o yılların diş geçirilemeyen bıçkın idarecisi, emri altındakileri tek bakışıyla hizaya sokan adam, şimdi böyle bedbaht bir hale gelmişti. Kaderin bir cilvesi olduğu çok belliydi, fakat talihe de söz geçirilemezdi ya! Sıkıntılarının başladığı gün, 150 yıldır üstündeki değerli araziyi işgal eden o izbe binayı yıktıkları gündü. Yıkımın akşamında arazinin yerine inşa edecekleri binalar üzerine neşe içinde sohbet eden patronlarla felekten bir gece çalmıştı Müdür Bey. Kendisine de bol sıfırlı bir çek bahşedilmişti tabi. Onun için bu yıkım izninin altındaki imzayı atabilmek, herkesin harcı değildi. Böyle adımları atılabilmek büyük bir özgüven ve sorumluluk gerekirdi. Bunun da bir karşılığı olacaktı elbet…

Hem, kime ne faydası vardı ki o yapının? Bir tekke veya bir çeşit ibadethane binası olduğu düşünülen köhnemiş bir mesken… Arşivlerde yapılan onca araştırmaya rağmen ne geçmişte onu yapanlar ne kullananlar, ne de -varsa- cemaatinden tek bir mensubu bulunabilmişti. Yapı hakkındaki tek bilgiye kapısının üstündeki heybetli bir kitabede yazanlardan ulaşılabiliyordu. Burada da yalnızca eserin inşa tarihi bulunmaktaydı ve özellikle belirtilmiş bir isim olmaksızın inşa edilmesine vesile olanlara Mevla’dan iyilik dileyen beylik sözler yer almaktaydı. Geniş boşluklu merkezi iç mekânlarından ve avlulu yapısından anlaşılacağı üzere burası bir toplanma, iletişim merkeziydi. Ayrıca odalarda sürekli üstü açık bir ateşin yakıldığı belliydi çünkü yakılan ateşin isi yapı kubbelerini kirli ve siyah bir katmanla örtmüştü. Bina pencereleri ise ancak 2. kattan sonra başlıyordu, binanın giriş katında birçok geniş oda olmasına rağmen, bunlar aydınlık ve seyir imkanı sağlayabilen pencerelerden mahrumdu. Zemin katın cephelerinde sadece havalandırmaya yarayabilecek küçük delikler mevcuttu. Böyle bir yöntem bir kale yahut depo için anlaşılabilecek şeydi de, bunun gibi bir yapı için sıra dışı bir husustu doğrusu. Belli ki zamanında odaları kullananlar, dışarıyı görmek gibi bir gaye edinmemişlerdi. Bunun yanında, dışarıdakilerin de içeride yapılanlara vakıf olmasını istemiyorlardı. Yapıdaki gariplikler bunlarla da sınırlı değildi. Bina avlusunda yapılan bitki temizliği sırasında tesadüfen bulunan, dev bir çınarın dibine gömülmüş çeşitli hayvanların kemik ve dişlerine, ek olarak kumaş ve ahşap parçalarına da rastlanmıştı. Anlam verilemeyen bir çok belirsizliğin ötesinde bu mesken, bakanın da içine bir sıkıntı verirdi zaten… Şehrin böylesine güzel ve kalabalık bir yerinde terk edilmiş bir garabet, artık ömrünü doldurmuş hasta bir ihtiyarın yorgun ve buruşmuş tenine benzeyen çatlaklar ve döküntüler içindeki haliyle sırıtmaktaydı. Meskeni tamir edip güzelleştirebileceğini söyleyenler de olmuştu muhakkak, fakat Müdür Bey için yapının atıl durumunu fırsata çevirmek daha cazip geliyordu. Buranın yıkılıp yerine yeni binaların yapılmasıyla dolduracağı kesesinin düşüncesi, çeşitli tamirat ve kullanım izinlerini vermesine engel olmuş, zaten kötü durumda olan binayı iyice metruk bırakarak kendi kendini yok etmesini beklemek zihninde daha kârlı bir fikir olarak belirmişti. Fakat onca ‘kamu malına zarar veren serseri’ ve yapıda çıkan ‘belirsiz yangınlar’a rağmen, yıkılıp dağılmıyordu meret!

Müdür Bey, işte bunları düşünürken bir an için sinirden dişlerinin baskıyla patlayacakmışçasına birbirine kenetlemiş olduğunu fark etti ve sakinleşmeye çalışarak yatağına uzandı. Uyumaya korkuyordu, çünkü o kahrolası günün ardından daldığı uykudan beri geceler ona zehir olmuştu. O gün yıkılması için imza attığı yapının şantiyesi, nefret edilesi Mimar ve iğrenç inşaat işçileri… Aylardır istisnasız bir şekilde her gün gördüğü kâbusların baş müsebbipleri… Onları bir kâbusta da olsa tekrar görmek, her türlü bedbaht vaziyetten yeğ gibiydi fakat yine de yorgunluğun ağırlığı gözlerine çöküyor ve göz kapakları yavaş yavaş kapanıyordu…

Birden takatsiz bedeni acı içinde titreyerek göğsünde bir sızı yarattı. Nefes almanın zorluğu uykusuzluğun yorgunluğuna karışmış bir halde uzandığı yatağında, gözlerindeki aydınlık yavaş yavaş daralan bir çember misali karanlığa büründü. Tam bu sırada o tanıdık sesi duydu, bu ses; bu kahredici, alaycı ve ukala ses, ‘Mimar’a ait olmalıydı. Duyumsamaları karşısında irkilerek gözlerini aniden açınca, karşısında yine o yıktırdığı garabet yapıyı gördü. Fakat bu defa yıkılırken mi, inşa halinde mi olduğu bilinmez bir halde. Onun önünde de ‘Mimar’, yanında işçileriyle durmaktaydı.

“Payandalar…” diyordu Mimar, Müdür Bey’e bakarak. Sırtında kalın, siyah kumaştan paltosu, başında kahverengi bir fötr şapka ve gözlerinde yuvarlak gözlüğü, mağrur bir edayla yapının önünde duruyor ve elleriyle anlattığı yerleri işaret ederek konuşuyordu.

“Her birinde bir başka güzellik vardır. Kıvrımlı ve zarif bir hanıma benzerler. Filhakika tabiatları bu görünüşleri karşısında öyle dirayetlidir ki; üstüne çöken kudretli yükleri ezilmeden göğüsleyebilirler. Tıpkı insanlarımız gibi… Bu toprağın mimarisi de insanlarına benzeyecekti şüphesiz! Yok olan; balyozların altında berhava olan ahşap pareleri değil, işte bu tabiatımızdır. Yaklaş da ustanın nakşettiği bezemeye dikkat kesil! Gördüğün, kadim bir sanatın taşta suret bulan bedenidir. Onun ellerinden çıkan her bir darbe, geçmişin izleridir, demiri ve taşı döven elleri; nesillerin ebediyete meydan okuyan emeğidir…”

Konuşmasını kesen Mimar, ani bir hareketle bina kapısından içeri girdi ve bir odada çember oluşturmuş, bir ateş ocağı etrafında bağdaş kurarak bekleyen, gözleri kalın ve kara sürmeli, sade görünümlü yünden cübbeleri ve ellerinde asalarıyla saçları ve sakalları birbirine girmiş, eski kitaplarda bahsedilen, diyar diyar dolaşarak kelamını yaymak uğruna ömrünü vakfetmiş anadolu dervişlerine benzeyen insanların yanına gitti. Onları yapının dışında, kapı eşiğinden izleyen Müdür Bey, bu garip görünümlü adamlardan birinin hep bir ağızdan söyledikleri çeşitli sözler eşliğinde önlerindeki kağıdı katlayarak Mimar’a verdiğini gördü. Kâğıt Mimar’ın eline geçer geçmez ürkütücü bir şekilde alev alır gibi kızıl ve parıldayan bir vaziyete büründü. Yaşanılan tüm bu belirsizlikler Müdür Bey’de bir histeri krizi yaratmıştı ve olanlara anlam vermeye çalışırken gözü yapı girişindeki duvara ilişti. İçinde garip bir duygu oluştu, o her insanda ara sıra vuku bulan, eski bir objeye veya taşların pütürlü yüzeylerine dokunma isteği, son derece şiddetli bir arzuya dönüşerek ellerinde yankı buldu.

Buğulu gözler ile yaklaştı duvarlara ve dokundu cephedeki yıpranmış bir taşa. O anda bir boşlukta hissetti ruhunu, parmaklarının ucundan bedeninin içine bir sıcaklık akıyordu sanki. Ürkerek elini çekti fakat merakı onu esir almıştı bir kere. Tekrar dokunduğunda ise hissettikleri karşısında şaşkınlıktan gözleri yerinden çıkacak gibi oldu. O anda sanki yapının o güne dek üstüne düşen tüm kar tanelerindeki soğuğu hissetti, taş duvarların damarlarına işleyen kar suyunun yarattığı çatlaklar, adeta bedenini pare pare ederek parçaladı. Binanın cumbalarını sarsıp pencerelerinde ıslık çalan deli rüzgârlar, ruhunu da bir belirsizlikte sürüklüyordu şimdi. Ardından duvarın içinden bir el tuttu ellerini. Tıpkı kendisinin yaklaşıp dokunduğu gibi, geçmişte aynı duvara elini yaslayıp sevdiğini bekleyenleri gördü Müdür Bey. Yıllar boyu bina önüne müdavim olmuş insan suretlerini, yapıyla birlikte yaşlananları, onun ihtişamlı kubbelerini her gördüğünde heybetinden zevke dalanları, büyük bir ciddiyet ve vakurlukla yıllar yılı bu meskenin bakımını üstlenmişleri gördü. Binaya girip çıkanlar, önünde mutlulukla oynayan çocuklar, onu inşa eden işçilerin türküleri, civarda yaşanan sevinçler, üzüntüler; hepsi birleşerek dayanılmaz bir gürültü yumağı oluşturmuş, beyninin içinde yankılanıyordu. Bir duvara dokunmak ile adeta yapının evveliyatına seyr ü sefer etmişti. Bitkinlikle dizlerinin üstüne çöktü Müdür Bey. Her bir taş ve ahşap parçasının yontulmasındaki emek, sanki birleşip cisimleşerek ruhunu ve bedenini eziyordu. Kalfalar ve onların çıraklarını gördü. Sanatını öğreten ustalarını meraklı ve hevesli gözlerle izleyen işçiler, gözlerini aniden kendisine çevirdi. Az önce hayranlık ve ışıltıyla işlerine bakan gözler, kendisine döndüğünde şaşkın ve göz yaşıyla sulanmış kan çanaklarına dönüşmüştü. Korku ve belirsizlik içindeki halet-i ruhiyesi, artık dayanılmayacak bir raddeye ulaşmıştı. Yaşadığı dehşetin getirdiği titremeler, sallanan bacaklarından taşarak tüm vücudunu sarsar olmuştu. Ter içinde kalmış solgun tenini esen yel buz gibi bir soğuğa bürüyor, ardından içini yakan bir ateş parmaklarından göğsüne doğru yükseliyordu. Gücünü toplayarak yerinden doğruldu ve bu ızdırap kaynağından koşarak uzaklaşmayı denedi, o koştukça; uğultular da onu takip ediyordu. Koşarken arkasına baktığında Mimar’ın aciz halini seyredip gülümsediğini görebiliyordu.

Mimar’ın yüzünden okunan aşağılamaya, öfke de eşlik ediyordu. Bir yandan gülüyor ve bir yandan da bağırıyordu:

“Ne beyhude çaba! Ettiğinden kaçmak yakışık alır mı er kişiye?”

Mimar’ın kahkahaların şiddeti, Müdür Bey ondan uzaklaştıkça azalması gerekirken şiddetlenerek kulaklarında çınlıyordu. Mimarın ihtişamlı binası, adeta özümsediği yaşanmışlıkları etrafına saçıyordu, tüm bu imgeler etrafa saçıldıkça, yapı git gide berhava oluyor, dağılan yıkıntılar, Müdür Bey’in necis bedenine doğru hücum ediyordu.

Yorgunluğunun kudretinin son kalıntılarını da tükettiği anda kendini yaklaşan toz bulutlarının içine bıraktı Müdür Bey. Adeta göz gözü görmez olmuştu. Bir süre devam eden bu keşmekeş ve sağır eden gürültü, yavaş yavaş yok olarak huzurlu bir dinginliğe dönüştü. Bu esnada çekilen toz bulutlarının açığa çıkarttığı görüntüyle birlikte Müdür Bey’in hissettiği anlık rahatlama, yerini tekrar endişeye bıraktı. Karanlık içinden negatif resimcikler gibi aydınlanıp sönerek beliren silüetler, önünde bir dağ gibi uzanıyordu. Yaklaştıkça bunların kaçarak kurtulmaya çalıştığı yapının kalıntıları olduğunu fark etti. Üst üste birikmiş yıkıntılar, benliklerindeki gizli özü cılız bir ışık huzmesi içinde boşluğa akıtıyordu. Özleri süzüldükçe taşlar, ihtişamını kaybediyor ve soluk bir yığına dönüşüyordu. Çok geçmeden Müdür Bey aynı soluklaşmayı teninde de hissetti ve gördüğü şey karşısında nutku tutuldu. Yıkıntıları terk eden özlerin yerinde kendi suretleri görülüyordu şimdi. Binlerce parçanın yansıttığı sureti, başını çevirdiği her köşede, yüzlerce yıkıntı parçasında görülebiliyordu. Etrafına derin bir sükûnet hakimdi fakat, Müdür Bey’in heyecan içinde, yerinden çıkacak gibi atan kalbinin sesi, kulaklarında yankılanır olmuştu çoktan. O sırada Mimar’ın ayak sesleri tekrar mekânın sükûnetini bozdu. Her zamanki edasıyla, gülümseyerek yaklaşıyordu.

“Nedir tüm bu olanlar, neler oluyor böyle?”diye sordu Müdür Bey.

Mimar, cevap verdi:

“Yaratmak, kudretli bir maharet, büyük bir emek, derin bir vakte tabidir. Yürekten filizlenen hakiki duyguların maharetli ellerle buluşması, keyifli bir düşe dalmak gibidir. Fakat yok etmek.. Bir an meselesidir. İnsanoğlunun en kudretli olabildiği hüneri, ve habis bir hastalıktır aynı zamanda. Senin de pençesine düştüğün ızdırap, işte bu.”

Çatık kaşlar ve büyük bir ciddiyetle tamamladı sözlerini Mimar. Müdür Bey, onu ilk defa bu denli ciddi görmüştü. Mimar’ın sözlerini bitirmesi akabinde karanlığın içinden toz ve toprak haline gelmiş binanın emekçileri belirdi, aynı ciddiyetle onlara doğru yaklaşıyorlardı. İşçilerin yüzlerindeki nefret net bir biçimde okunabiliyordu. Müdür Bey bu sırada, kendi bedeninin de toz tanecikleri halinde dağılarak boşluğa akan yıkıntılara karıştığını fark etti. Daha önce kendi suretini üzerlerinde gördüğü yıkıntılar, Müdür Bey’in adeta yok olmakta olan bedenini birleşerek tekrar yaratıyordu, fakat özsüz, soluk ve kahredici bir cansızlıkla. Bedeni git gide yok olurken, özsüz yıkıntıların kendisini acınası bir halde yeniden var etmesi, ve en kötüsü de bu duruma karşı yapabilecek hiçbir şeyinin olmaması, çaresizlik içinde kalan Müdür Bey’in hayatta kalma güdüsünün sınırlarını zorlamış ve en sonunda onu yılana sarılmak zorunda bırakmıştı. Mimar’a dönerek:

“Nasıl bir hastalık bu, yahut neyin aldatmacası böyle? Kurtar artık beni buradan!” diye bir kez daha haykırdı.

Cevapladı Mimar, ve yeniden mağrur edasına dönmüştü;

“Kırılan cam, yanan ahşap, çatlak taşlar.. Aklını dolduran hâlâ bunlar. Sen de bir paresisin artık yok oluşun. Bir devr-i daimdir bu, ezelden ahire uzanan. Kimse var mıdır buna müptela olup da zehrine esir olmayan? Kimin kabiliyetidir kadere karşı durabilmek ? Hoş geldin üstat! Sen ki yok ettiklerinden inşa ettin mabedini. Taşı taş üstüne koymadan, ağacı yontmadan ve dövmeden hiç bir demiri. Kim böyle bir maharete haiz olabilir? Kim bir yıkıntıyla onu görenlere bunca şey anlatabilir? Ancak böyle bir mimarlıkla mümkün, 4 duvar olmadan etrafında, bir boşluğun ortasında olduğun halde kapana kısılmış gibi hissedebilmek, ve gökyüzüyle aranda hiçbir şey kalmamış olduğu halde, boşluğun tavanı altında ezilebilmek!”

Mimar sözünü bitirir bitirmez, bir gürültü huzmesi ile birlikte üstünde durdukları zemin çevresiyle birlikte berhava oldu ve Müdür Bey kendini bir enkaz içinde buldu. Binanın kemerli girişinin yıkılmış bir parçası, üstünde yerinden çıkmış kitabesi ile birlikte Müdür Bey’in önünde duruyordu. Kurşun kitabenin arka yüzünde kızgın bir ateş renginde garip parıldamalar görülüyordu. Yerinden doğrularak, bu parıltının kaynağını görebilmek için parçalanmış kitabenin arkasına baktı. Burada adeta bir gövde uzunluğunda katlanmış bir kâğıt parçasının, özenle kurşun plakaların arasına sıkıştırılmış olduğunu gördü. Parıltılar saçan şey işte bu kâğıttı. Korku ve merakın birlikteliğiyle nefes nefese bir şekilde kâğıdı yerinden çıkartıp katlanan yerlerinden açtığında, Müdür Bey’in gözü ilk olarak tüyleri diken diken eden o çizimlere odaklandı.

Bir insan vücudunun şematik tasvirleri ve bunun yanında çeşitli çember işaretleri, hayvan ve bitki sembolleri resmedilmişti. Müdür Bey, gördüklerini anlamlandırmak istiyor ama başaramıyordu. Bu ateşi renklerle parıldayan çizimler, içinde sadece huzursuzluk ve histeri uyandırmıştı. Gördüğü her bir farklı sembolde içi tarifsiz bir sıkıntıya boğuluyordu. Kâğıtta anlamlandırabileceği bir şeyler ararken tüm bu tasvir karmaşasının bir köşesinde, nihayet eski harflerle yazılmış satırlara rastladı Müdür Bey. Kuşkulu bakışlarla eski dil bilgilerini tazelemeye ve harf harf okuduğunu çevirerek anlamaya çalışıyordu. Sonunda kelimeleri birleştirebildi:

“Her kim ki bir nice zaman sonra bu meskeni menfi gâyesi uğruna bozmaya ve yıkmaya temayül eder ise, ahval-i ruhiyesi en karanlık azablarla harab ola. Ruhu mahşere kadar bu mülkün toprak ile birleştiği hudutta esir ola, alem-i cihan ve alem-i ervahta rezaletten kurtulamaya.”

Okuduğu satırlardan sonra dehşetle irkildi ve boş bakışlarla etrafını süzerken loş bir ışıltının içinde bir çift gözün onu seyrettiğini gördü. Bu gözler, Mimar’a ait olmalıydı. Yanında eli asalı ve başları sarıklı bir kaç silüetle beraber, yine kahredici kahkahalar eşliğinde ona yaklaşıyordu. Silüetler yürüdükçe, git gide muğlaklığa bürünüyorlardı. Mimar, tam kendisine dokunacak kadar yakınına gelip Müdür Bey’e doğru elini uzatmıştı ki yanındakilerle birlikte bir ateş halesine dönüşerek karanlığa karıştı.

O anda Müdür Bey’in aklına tüm yaşananların başında Mimar’ın yapı girişinde konuştuğu derviş görünümlüler, ona verdikleri parıldayan kağıt ve biraz önce okuduğu korkunç satırlar geldi. Bu anımsamanın ardından en dehşetli çığlıkların bile yanında sönük kalacağı bir feryâdla haykırdı. Fakat ne sokaklarda yürüyenler, ne de gayb aleminden bir ruh bu feryâda karşılık verebilirdi. Bu vakitten sonra onun görevi yalnızca ölümle hayat arasındaki bir harabenin kucağında, arafta kalmış yalnız ve biçare bir mahlukat olarak nesiller boyu bu meskenin anlam verilemeyen ürkütücü seslerinin ve garip olaylarının faili olmaktı artık.

Doğukan Karakoç

KOU Mimarlık mezunuyum ve MSGSU Mimarlık Tarihi Bölümü'nde Yüksek Lisans eğitimime devam ediyorum. Bunun yanında tarih ve edebiyata olan ilgilerimden mütevellit, akademik çalışmaların ve iş hayatının yanında edebi bir pencereyi de aralayarak öykü ve şiirler yazmaktan keyif alıyorum. İstanbul'da yaşıyor ve bu şehrin gerek kaotik atmosferinden gerekse mistik ve ilham verici dokusundan her gün daha fazla etkileniyorum.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Öyküyü çok etkileyiciydi. Mistik atmosfer doğru kelimeler ve başarılı betimlemelerle çok güzel resmedilmiş. Hikaye tecrübeli bir kalemden çıktığını hissettiriyor. Okurken İstanbul’u ve Balat’ı hissettim ve gördüm. Anlatılan hiç yabancı gelmiyor ve tarihi kişiliklerin ruhları ve mistik halleri İstanbul’un hissettirdiği cinsten.

  2. Avatar for KARAKOC KARAKOC says:

    Öncelikle, nazik yorumunuz için çok teşekkürler.
    Aklımda Eminönü ve Balat mekanları eşliğinde yazdım bu öyküyü.
    Gerçekten de, kurguda özellikle bir konum veya adres belirtmemiş olmama rağmen, zihnimizin bizi ortak bir mekanda buluşturmuş olması, çok değerli ve ilginç benim için. Sevgilerle

  3. Merhaba,
    Seçkiye hoş geldiniz.

    “Her kim ki bir nice zaman sonra bu meskeni menfi gâyesi uğruna bozmaya ve yıkmaya temayül eder ise, ahval-i ruhiyesi en karanlık azablarla harab ola. Ruhu mahşere kadar bu mülkün toprak ile birleştiği hudutta esir ola, alem-i cihan ve alem-i ervahta rezaletten kurtulamaya.”

    Bu bölümü okuduğumda amin derken buldum kendimi. :slight_smile: Konu güzel, işçilik de öyle. Öykünüzün kendi öykümle ortak tarafı ana karakterin çektiği kabus belası olmuş.

    Kaleminize sağlık, sevgiler…

  4. Avatar for KARAKOC KARAKOC says:

    Merhabalar, hoş bulduk. Beğeniniz ve değerlendirmeniz için çok teşekkür ederim :slightly_smiling_face: Alıntıladığınız bölüm için bana ilham kaynağı doğuran gerçek bir kültür öğesi de mevcuttur. Tarihimizde, kişilerin kurduğu vakıflar ve bu vakıf hizmetleri için yazdırdığı dua ve beddualar vardır. Buna örnek olarak II.Bayezid’in vakıf bedduasını örnek gösterebiliriz ;

    "Kim onun şartlarından herhangi bir şeyi veya kaidelerinden herhangi bir kaideyi bozuk bir yorum ve geçersiz bir yöntemle değiştirir, iptal eder ve değiştirilmesi için uğraşır, feshedilmesine veya başka bir hale dönüştürülmesine kastederse, haram üstlenmiş, günaha girmiş ve masiyetleri irtikâp etmiş olur. Böylece günahkârlar alınlarından tutularak cezalandırıldıkları gün Allah onların hesabını görsün. Mâlik onların isteklisi, zebaniler denetçisi ve cehennem nasibi olsun. Zira Allah‘ın hesabı hızlıdır. Kim bunu işittikten sonra, onu değiştirirse onun günahı, değiştirenler üzerindedir.

    Bu beddualar ve dualar, birbirine oldukça benzer kelimeler ve tarzlarda yazılır. Aslında bir genel prosedür halini almışlardır. Gerçekte bunca korkunç bedduaya rağmen birçok defa devlet bürokratları vakıflara müdehale etmişlerdir.

    Sevgiler…

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for Lewisruhu Avatar for KARAKOC Avatar for kucukrengeyigi