Öykü

Muhat

Bir zamanlar insandım. Benden tüm uzuvlarım alınmadan ve bu demir derinin içine hapsedilmeden önce. İnsandım bir zamanlar! İnsana ait tüm duyguların yerli yerinde olduğu o vakitte soğuğun duygularla ısıtıldığı bir âlemde. İnsandım, duygular buza gömülmeden çok çok öncesinde…

İhvan denen bir ülkede yaşardım. Herkesin birbirine dost olduğu, yanlışın sözle ve bakışla düzeltildiği, kimsenin kimseden korkmadığı bir ülkeydi yaşadığım yer. İhvan denmesinin sebebi de buydu zaten. Dostlardık biz! İklimimiz soğuktu lakin birbirimizi sevgiyle ısıtırdık. Çalışmanın, onurun önemini bilir, kendi hakkımızla yetinirdik. Belki kıt kanaat geçinirdik ama hiç fazlasını aramazdı bedenimize üflenen buhardan ince, bildiğimiz tüm duvarlardan kalın olan ruhumuz. Özü buydu çünkü! Ben kaptandım. “Kaptan Buzdağı” derlerdi bana. Sebebi ise buz dağlarına yön veren bir gücüm olmasıydı. Onları dostlarımın yolundan çeker, gitmeleri gereken yerlere varmalarını sağlardım. Yüreğimle yapardım bunu. Üstü az altı derin o buz dağının önüne geçer, gözlerimi kapatır, soğuğun derin kokusunu çekerdim nefsime. Çeker ve kalbimle yürümesini dilerdim. Yürürdü buz dağı. Ellerim mavinin ayazına rüzgârla yön verirken ben gözlerim kapalı o kütlenin içinde atan kalbi kalbimle desteklerdim. İşim buydu yön vermek ve engelleri kırmadan kaldırmak…

Ama bir gün, o kara gün bir adam çıkageldi sıcakların içinden. Bize görmediklerimizi göstermeyi, duymadıklarımızı duyurmayı, bilmediklerimizi bildirmeyi vaat etti. Başlangıçta umursamadık dediklerini. Biz, biz olmaktan memnunduk çünkü. Fakat bir zaman sonra ruh yerini ihtirasa, İhvan yerini düşmanlığa koy verdi. Güzel geldi halkıma çalıştığından çok kazanmak, okuduğundan çok bilmek ve kulağının el vermediğini duymak. Adı Yabende’ydi. Kâşifti isminin özü. Lakin her keşif mutluluk getirmezdi ruhu düz olana, anlayamadık! Benim adım “Yah” anlamı “Buz”. Ben buzların kaptanı, yenilmiş bir kahramanım İhvan’ıma düşen… Bu benim ibretlik hikâyem!

O gün bir buz dağı çekiyordum uzaktan. Gemilerimizi geçirelim, yuvamıza balık götürelimdi derdimiz. Ben yaptığım işin karşılığında balığımı alacaktım. Yalnız bir adam için iki büyük balık büyük bir servetti aslında. Sıcak bir dam ve huzur eşliğinde yendiğinde! İşimi bitirmiş ellerimi ısıtmak için birbirine sararken arkamdan bir alkış sesi duydum. Önce anlayamadım sonra geri dönüp pelerini siyah, yüzü kara, gözleri ateş saçan bir adam gördüm. Alkışlayan ellerini şapkasına götürüp tok bir sesle selendi, hafif öne doğru eğilip selam ederken. “Merhaba buzların efendisi! Yaptığın mucizeye şahit olmak çok büyük bir onurdur benim için. İzin ver kendimi tanıtayım. Ben Yabende! Uzak bir ülkeden adını sevgiyle duyduğum İhvan’ınıza yeni düştü yolum.” Derin bir nefes alıp adamı iyice bir süzdüm. Sözü nazik, kendi bilgiç bir adama benzemekteydi. Fakat gözlerindeki ateş beni rahatsız etmişti. Başımı eğip, “Merhaba yabancı! Benim adımda Yah. Sağ ol, hoş etti gönlümü sözlerin. Lakin şimdi gitmem gerek! Hoşça kal.” Temkinli adımlarla geçtim yanından. İçim çekilmişti sebebini bilememiştim o gün. Yarım dudak gülümsemesini uzun vakit ensemde hissetmiştim. Önce huzursuz olmuş, sonra kendimi telkin etme yoluna gitmiştim. “Yapma böyle Yah! Sende bir memlekette yabancı olsan, sende konuşacak, yakınlaşacak birilerini ararsın.”

Ondan sonraki sabah keyfim yerinde uyanıp işimi yapmaya devam etmiştim. Yabancı görünürlerde yoktu! Günler geçtikçe yüzünü görmemeye fakat sözünü işitmeye alışacaktım. Yabende isimli bir zat gelmiş ilimize. Diyor ki; “Biz aslında bir servetin üstünde uyuyormuşuz. Çok değerliymiş bizim toprağımız, buzumuz!” Bunları duyuyor, kulak kabartıyor fakat yorum yapmıyordum. İçten içe büyüyordu huzursuzluğum lakin halkım onu pek sevmeye ve dediklerini kitap sözü gibi görmeye başlamıştı. Halkımın gözlerinde daha fazlası olsun bakışını görüyordum. Hayra alamet değildi olanlar fakat ben “Ya Sabır, Ya Hayır!” deyip susmakta ve okumaktaydım bana emredileni yeni baştan.

“Buz ince iştir!” derdi babam. O da benim gibi buza yön veren, onu ehlileştirenlerdendi. Bize verilen ilim buydu. Ona da “Kaptan!”derler, saygıda kusur etmezlerdi. Ne de olsa buzla nimet arasında duran, onları birbirinde ayıran ve insanını bu şekilde yaşatan bir kuldu babam. Ben de onun yolundan gitmiştim. İstekliydim işimde. Hevesle ve iyilikle icra ederdim. Ama nankörlükle tanışan oldum ben son anda!

Yabende halkıma iyiden iyiye zuhur etmeye başlamıştı. Kitabı bile kendi çıkarı için incelikle kullanıyor, kendine çeviriyordu. Anlamıyordu halkım. Ama nasıl olabilirdi? Uyarmaya çalıştığım her yürek bana ters dönmeye başlamıştı. Bakışların ve yüreklerin değiştiğini hissediyordum. Yabende diyordu ki; “Buz dağlarını önünüzden kaldırmak niyedir? Onlarla kalın duvarlar yapıp da korunsanıza size göz dikenlerden!” Bunu duyduğumda her zaman vakit geçirmeyi sevdiğim ocakta oturmuş sıcak içeceğimle dışarıyı seyrediyordum. Susmak yetti artık diyerek yüreğimden kopan bir sancıyla döndüm konuşanlara. “Dostlarım, siz ne demektesiniz? Yanılıyorsunuz apaçık! Buz dağlarından duvar örmek kendinizi buzdan bir hapishaneye mahkûm etmek demektir. Bunu göremiyor musunuz? Yabende denen adamın yanıldığının farkında değil misiniz?”

Bana dönen bakışlar kanımın akışını yavaşlatmıştı adeta. Yükselen sesler nefret doluydu. “Sana Kaptan Buzdağı dedik diye kendini bizim efendimiz mi sandın? Sen sırf buzları yürütüp oynaşasın diye doğrudan mı şaşalım? Artık gördük biz seni Yah! Sen bize kendi çıkarların için yardım eli uzatmaktasın.” Bardağımı masaya bırakıp şaşkınlıktan titreyen bakışlarımı yere indirdim. Onlarla kavga etmek isteğinde değildim. Gerçeği görmeyi reddeden kalbe denecek hiçbir söz kar etmezdi. Bilirdim! Yavaşça ayağa kalkıp çirkin bakışlar arasında bir zamanlar en sevdiğim oturma yerini terk ettim. Paltomu mavimsi bedenime dolayıp, uzun çenemi yakasına gömdüm. Rıhtımın yolunu tuttum. Ve tam orada Yabende yakıcı varlığıyla beni beklemekteydi.

Kafamı kaldırıp yüzüne bile bakmak istemiyordum ama ona söylemem gerekenler vardı. İhvan’a verdiği huzursuzluk ve aç gözlülük suyu kesilmeliydi. Yanına sakince yaklaştım. Ben ona doğru ilerlerken o okyanusa dönmüş ağır ağır ilerleyen bir buz dağını seyrediyordu. Yanına varınca durdum. Aynı hizaya gelmiştik. Yarım gülümsemesiyle bana baktı ve başını suya verdi yeniden. Elini kalın paltosunun cebine soktu. Bizim gibi soğuğa alışkın değildi. O sıcakların adamıydı. Derin bir nefes alıp burnundan dumanlar çıkartarak bıraktı. Dudakları belli belirsiz kımıldadı. “Yah! İnsanların artık seni eskisi kadar sevmiyorlar değil mi? Hımm… Bir düşünelim neden? Hayatımda en çok işime yarayan bilgi neydi biliyor musun?” Sözlerine bir es vermiş beni izlemekteydi. Sesi akan lav gibiydi. Benim için duman ve ateş kokuyordu. Rahatsızlığımı belli etmemeye çalışarak sözüne devam etmesi için işaret ettim. Alaycı bakışlarla devam etti. “Hayatımda en çok işime yarayan bilgi; acıtan doğrulardan çok içi ısıtan ve insanları sana yaklaştıran yalanların yeğ tutulduğudur. Sen acıtan doğruların ve şaşmayan inancınla kaybederken, ben iç ısıtan ve yaklaştıran yalanlarımla kazanıyorum.”

Öfke dolu bakışlarımı karşısında gördüğünde bir anlığına da olsa sarsıldı Yabende fakat sonrasında hızla toparladı. Elini koluma götürüp konuştu. “Yah, sana daha önce de söyledim. Benimle ol, karşımda değil! İnsanlar doğruyu kaldıramaz. Boyanmış sözlerle, beylik tavırlarla ve onların duymak istediklerini söyleyerek gitmek istediğin her yere gidersin. Gel, bana katıl! Bu buz dünyasını bir rüya âlemine dönüştürebiliriz.” Bakışlarımı önce kolumdaki eline sonra da tam gözlerine diktim. Sözlerimi tek tek seçtim ve yüzünde patlamasını diledim. “Ben doğrudan yana oldum hep. Güzel bir yalan belki sevilebilir ama acısı doğrudan daha uzun yakar. Yabende insanlar senin yalan söylediğini anlayacaklar ve bunu ben sağlayacağım. Sen geldiğin yanan ateşe geri döneceksin. Burası senin yıkabileceğin bir yer değil Kâşif!”

Gülümsemesi benim sözlerim sona ererken kahkahaya dönüştü. Öyle yüksek bir kahkahaydı ki buzlarımın titrediğini hissettim. Sonra yanan gözleri alev aldı. Elleri kızardı ve tuttuğu kolumu yakmaya başladı. Bırakması için uğraştıkça o mengene misali daha da sıkı sarıyordu beni. Metalik sesi yüreğime kaya gibi düştü. “Aptal ölümlü anlayamadın değil mi? Ben yalanla kurarım ülkemi ve senin gibi ölümlüler buna engel olamaz. Ben yıkar ve yakarım sözlerimle ama kimse benim yaptığımı anlamaz. Ben kitabı istediğim sözünden tutarım ama kimse yanlış yaptığımı fark etmez. Ben ateşim yakarım ama kimse eridiğini hissetmez. Yolumdan çekil! Bu sana son uyarım. İhvan benim!”

Elini kolumdan çekerken vücudunu saran alevler de dağıldı sakince. Biçimsiz kırmızı ellerini paltosunun cebine sokup sakince ve insanlara sevimli gülücükler dağıtarak uzaklaştı. Ben şelale misali coşan kalbimi sakinleştirmeye çalıştım bir süre. Kafamı çevirip etrafımı kolaçan ettim. Acaba bir gören olmuş muydu bu yaşananları? Bir şeyler yapmalıydım! Kararımı verip oturma yerine doğru yürümeye başladım. Tam meydana çıkmıştım ki kalabalığı ve tam ortada onlara hitap eden Yabende’yi gördüm. Benden bahsediyordu. İntikam ve nefret dolu bakışlarını bana çevirdi. Sözleri kılıç gibi sırtıma saplanırken eliyle halkıma beni gösteriyordu. “İşte Sayın İhvan halkı! Size buz dağlarını çekerek yardım ettiğini söyleyen şarlatan bu! Size yardım etmek ha! Hayır, iyiliksever ve inançlı dostlarım! O size yardım etmiyor. O kendi çıkarına göre hareket ediyor. Buz dağları sizin sığınağınız. Sizin korunağınız. Sizin ocağınız. Yah bunları sizden almak için size yardım eder gibi görünüyor. Buna izin vermeyin artık! Onun cezası ölüm olmalı.”

Gerileyen adımlarıma halkın kızgın bakışları ve hızlanan adımları eklenmişti. Nereye gideceğimi, ne diyeceğimi bilemeden kıskıvrak yakalandım. Bu kadar kolay mıydı? Daha dün gelen bir adam benim yıllar yılı bildiğim dostlarımı bana karşı çevirebilir miydi? Olmuştu işte! Etrafımı sarıp beni yere yıktılar. Ellerimi ve bacaklarımı bedenimi korumak için siper aldım. “Yapmayın! Durun! Yanılıyorsunuz. Beni dinleyin.” Haykırdım. Bağırdım. Çabaladım ama beni duymadılar. Birileri kollarımı, diğerleri bacaklarımı yakaladı. Yüzüm şişlik ve kan içindeydi. Ağzımdan ve burnumdan gelen kanın tadını alabiliyordum. Son kez ona bakabilme fırsatı yakaladığımda yemin ettim. Her ne pahasına olursa olsun ondan ve yalanlarından öcümü alacaktım.

Beni rıhtıma götürdüler sürükleyerek. Öyle gözleri dönmüş, öyle içleri kararmıştı ki; ne kitap ne de merhamet onlara bir şeyler hatırlattı. Kollarımı ve bacaklarımı sevinç çığlıkları arasında kestiler. Çığlık atamıyordum acıdan. Kanımın çağlamasını seyrettim. Akıp okyanusa karışmasını seyrettim. Halkımın acı yanılışını ve günaha batışını seyrettim. Sonrası uzuvsuz bir ben ve okyanusun sularıydı. Hala kapatabiliyorken gözlerimi kendi isteğimle kapattım. Okyanusa gömüldüm. Öldüm!

Çizim: Banu Taylan
Çizim: Banu Taylan

Ölüm kimileri için bitiş benim için başlangıç oldu. Gözümü açtığımda okyanusun altındaki bir mağara da garip bir makinenin içindeydim. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum. Ne zamandır buradaydım bilmiyordum. Havada asılıydım. Bedenimin geri kalanını çevrelemiş metalik bir kabın içindeydim. Her yanımda küçük pervaneler vardı. Hareket etmek istiyor ama yapamıyordum. Ağlamak istiyor ama başaramıyordum. Çığlık atmak istiyordum lakin sesimi bulamıyordum. Çabalarım boşunaydı. Ben insanken bir yaratığa dönüşmüştüm. Ölmekten beter olanı görmüştüm. Dehşetle etrafımı seyrederken benim bedenimi çevreleyen metali tam karşımda gördüm, başka bir bedene giysi olurken. Kocaman siyah gözleriyle bana bakıyordu. Bakışlarında şefkat vardı. Küçük pervaneleri ile suda süzülerek yanıma geldi. Dudakları kımıldamıyordu fakat ben dediğini anlıyordum. “Korkma, Kaptan Buzdağı! Ben İlina. Sen benim ülkeme düştün ve elli dönümdür uyumaktasın. Seni kurtarmanın tek yolu dönüştürmekti. Ölmene izin veremezdim. Yüreğine bakıp sana neler olduğunu anladıktan sonra.”

Cevap vermek istiyordum. Konuşmak ona kim olduğunu sormak istiyordum. Ben çırpınırken İlina yanıma daha da yaklaştı. Kocaman kara gözleri şefkatle gülümsüyordu. “Sen Revnak’tasın. Buraya sürüklendiğinde ölmek üzereydin. Bende seni kurtardım. Yabende’ydi sana bunu yapan. Kalbinde gördüm. Onu bilirim. Ne menem bir yaratıktır bilirim. Bizi de karıştırmıştı geçmiş zamanda. Onun yaptıkları yüzünden bu hale düştük. Eskiden yüzgeçleri güneşle parlayan, kollarından inci yetiştiren, yüreğiyle okyanusu temizleyen bir millettik ama Yabende ya da Haris ya da sen ne dersen de. O bizi bu hale koydu. Yalanları ve sıcağıyla halkımı dönüştürdü, başkalaştırdı ve kan döktürdü. Gerçeği gördüğümüzde iş işten geçmişti. İşte şimdi bu metalin içinde can olmaya çalışan yaratılmışlarız. Onun başlattığı kıyımla çoğumuz dünya değiştirdik. Çok azımız bu halde de olsa yaşamayı başardık. Düşman ortaktır Kaptan Buzdağı!”

Gözlerine daldım İlina’nın o an. Sözleriyle irkildim ve sonunda dillendim. “O size de bize de kıyım getirdi yani öyle mi? elli dönüm dedin. Ben elli yıldır bu halde miyim? Peki, halkım nicedir?” İlina acıyla gülümsedi. “Sen elli yıldır bu hale bürünmeye çalışıyorsun. Dönüşümünü yeni tamamladın. Halkın ise elli yıldır buz dağlarına hapis acı içinde mahkûmiyet çekmekte. Sana yaptıklarından sonra Yabende onları buz dağlarıyla çevirdi. Vaatleri halkını körledi. Gerçeği gördüklerinde ise aç, susuz ve hapistiler. Yabende onlara ne istese yaptırdı ve işi bitince de terk etti ilini.” Derin bir nefes aldım. Fark edememiştim ama hareket ediyordum. Bu küçük pervanelere alışmıştım bir anda. Gözlerimi bürüyen kararlılıkla sordum İlina’ya. “Şimdi bu iblis nerededir?” İlina başını öne eğdi. “Bilmiyorum, dost! Onu bulmak senin işin kaptan… Bul onu ve dünyayı kurtar o iblisten. İşte seni yaşatmamın sebebi bu!”

O gün orada yeminimi tekrarladım. Halkıma ve ilime dönmeden önce onu bulacak ve yok edecektim. Ben Kaptan Buzdağı… Bu benim ibretlik başlangıcım!

Muhat” için 2 Yorum Var

  1. Buz ve ateş karşıtlığı üzerinden kurgulanan Yabende ve Yah arasında rıhtımda geçen sahne oldukça etkileyiciydi, genel olarak insanı ruh terbiyesi üzerine düşünmeye sevk eden bir öykü, anlatımdaki ustalık da cabası, elinize sağlık.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *