Öykü

Rehber

“Sıcak!” diye inledi adam. İnce, orta boylu bir adamdı. “Çok sıcak!” Terden sırılsıklam olmuş, kıyafetleri üstüne yapışmıştı. Daha fazla dayanamayıp kendini sıcak kumların üstüne bırakıp güneşe secde eder gibi çöktü yere.

Belli ki güneş bir Tanrı değildi ve kendisine secde edilmesini pek sevmiyordu; çöktü, elleri kuma değdi, çığlık attı ve sıçrayarak ayağa kalktı. “Kumlar havadan daha sıcak!”

“Burası çöl,” dedi önünde hâlâ yorulmadan yürümeye devam eden adam. “Burada her şey sıcak.” Diğerinin aksine iri yapılı, uzun boylu bir adamdı. Altına bej rengi askeri taktik pantolon, üstünde kolsuz ince bir gömlek vardı sadece. Sırtında ince adamın yarı ağırlığında gibi duran kocaman bir sırt çantası taşıyordu.

“Peki o zaman neden sıcak sadece beni etkiliyormuş gibi hissediyorum.”

“Çünkü iradesizsin. Hemen pes ediyorsun. Zorluk görünce sızlanmaya başlıyorsun. Yapma. Çözüm üretmeye çalış.”

“Çözüm mü? Söylediğin şey saçmalık. Burada uğraştığımız şey sıcak sıcak! Sıcağa karşı nasıl çözüm üreteyim?”

“Havanın sıcak olmadığına inandır kendini. Sen yıllardır bu çölde rehberlik yapıyorsun. Dayanıklı olmalısın. Vücudunun uyum sağlamasına kendi aklınla engel oluyorsun.” Güçlü kuvvetli adam konuşurken kumdan bir tepeye tırmanmaya başladı. Buna rağmen sanki düz bir yolda yürüyormuş gibi rahatça konuşmaya devam ediyordu.

“Bak sana yemin ediyorum hava çok sıcak. Tahminen cehennemin tam üstünde duruyoruz şu an çünkü bu kadar sıcağı başka şekilde açıklamak mümkün değil. Hava sıcak değil diyerek kurtulamazsın bundan. Şu an sana gösteremeyeceğim yerlerim bile sırılsıklam oldu. Aynı zamanda bu sıcağa uyum sağlamanın tek yolu kendini yakmak olabilir. Vücudum o zaman gerçekten ortama uyum sağlar.”

Adam içten bir kahkaha attı. “Bana göstermediğin bir yerin olduğunu sanmıyorum.”

Rehber gülmedi. “O ne demek lan?”

“Hâlâ sızlanıyorsun!” diye bağırdı güçlü adam.

Rehber çok sesli bir şekilde nefes alıp vererek kumdan tepeyi tırmanmaya çalışıyordu. Sadece çıkardığı sesleri duyan biri onu, kısılmış sesiyle anırmaya çalışan bir eşek sanabilirdi. “Sızlanmıyorum,” dedi ağzından zar zor çıkan kelimelerle. “Son nefeslerimi veriyorum.”

“Bak hâlâ sızlanıyorsun. Abartma.”

“Ölüyorum ulan. Öldüğümde mi inanacaksın bana?”

“Ölme, bak.” Adam ilerdeki kumdan tepeleri işaret etti. İrili ufaklı boy boy uzanan kumdan tepelerin ortasında ova gibi uzanan geniş bir açıklık vardı. “İşte orada. Beni götürmeni istediğim yere vardık sayılır.”

“Sonunda. Madem yolun sonuna geldik artık sorabilirim. Neden beni de yanında getirdin ki? Sonuçta bir rehbere ihtiyaç duymadığın çok belli. Nereye gideceğini gayet iyi biliyordun. Ben yanında konuşmak dışında bir şey yapmadım.”

“Konuşmadın, sızlandın.”

Rehber derin bir nefes aldı. Kim olduğunu tam olarak bilmediği bu adamın laf çarpıtmalarına yeterince katlandığını düşünüyordu. Ondan duymak istedikleri iğneli laflar değil, gerçek cevaplardı. “Bu sorduğum sorunun cevabı değil. Bu bir cevap bile değil. Cidden neden beni yanında sürükledin. İşkence çektiğimi görmek hoşuna mı gidiyor. Araç kullanmayarak yayan gitmekteki ısrarından sadece bu sonuca varabildim.”

“Yanlış sonuca varmışsın,” dedi adam. Çıktıkları tepeden aşağı atlayıp eğimli yamaçtan koşa koşa aşağı indi. Rehber düşmesi için dua etse de adam düşmedi. Bir de dalga geçer gibi inerken dikkatli olmasını söyledi kendisine. “Haydi gel aşağı. Yolumuz az kaldı. Söz veriyorum yolumuz bittiğinde bütün cevaplarını alacaksın.”

Rehberin kabul etmekten başka bir çaresi yoktu. Gerçekten neden burada olduklarını merak ediyor ve öğrenmek istiyordu, cevap alacaksa bunun nerede olduğu çok önemli değildi -hemen şimdi alabilse itiraz da etmezdi tabii- Cevap almak bir yana adamın şartına uymuş olmasının bir sebebi de onunla zıtlaşmak ve yanlışlıkla bile olsa onu kızdırmamak istememesinden ötürüydü; o kadar yorulmuştu ki dönüş yolunu tek başına tamamlayabilir mi bilmiyordu. Bir noktada onun yardımına ihtiyaç duyabileceği için hâlâ ona ihtiyacı vardı.

Derin bir nefes alıp kendisini tepenin yamacına bıraktı. Kumların üzerinden kayarak aşağı inerken arkasından ufak çaplı kumdan bir çığ tepenin eteklerine boşaldı. İner inmez ayağa kalkıp belindeki mataraya uzandı, ağzını açıp kafasına dikip kana kana içmeye başladı.

“Boğulacaksın,” dedi adam. “Ağır ol biraz.”

“Merak etme, dönüş yolu için yeterince su aldım yanıma. Eğer biraz daha susuz kalsaydım dehidrasyondan ölecektim.

“Ben buradayım. Seni kurtarırdım merak etme.”

“Kurtarırdın tabii. Suratıma işerdin kesin!”

Adam buna uzun süre güldü. Bir ara rahat gülebilmek için yürümeyi bırakıp olduğu yere diz çökerek güldü. Sonra uzanarak güldü, en son ayağa kalkarken hâlâ gülüyordu. Birkaç kere derin nefesler alıp ani duruşlar yaptığı için rehber her seferinde bittiğini sanmış ama adam birkaç saniye sonra daha şiddetli bir şekilde gülmeye başlamıştı. Sonunda adam gülmeyi bırakıp gözlerindeki yaşları silerek yürümeye devam etti.

Rehber sessizce küfür ederek onu takip etti.

Tepelerin ortasındaki açıklığa doğru bir süre sessizce ilerlediler. Rehber sessizliğe rağmen adamın kahkahasını kulaklarında duymaya devam etti. Sessizliği bozan kişi güçlü adam oldu. “Sen söyle bakalım o zaman,” diye doğrudan konuya girdi. “Sen neden benimle geldin?”

Rehber gözlerini çevirip dudaklarını bükerek baktı adama. Herif kesinlikle dalga geçiyor benimle diye düşündü. Bir an gözleri belindeki mataraya kaydı. Bununla böyle bir adamı tek darbede indirmek mümkün olmayacağı için vazgeçti. “Ee sen istedin ulan.” dedi Rehber.

“Reddedebilirdin.”

“Sen nasıl bir işle uğraşıyorsun bilmiyorum ama genelde insanlar, yani benim gibi az para kazanan insanlardan bahsediyorum tabii, birisi ellerine bin gramlık beş külçe altın koyan birinin iş teklifini reddetmezler.”

“Maddiyatın hayatını yönlendirmesine izin vermemelisin.”

“Maddiyat hayatımızı yönlendirmiyor var ediyor. Paran yoksa bu devirde hayatta bile kalmanı istemiyorlar.”

“Başka bir iş yapsaydın sende. Herhangi bir hayalin yok muydu?”

Rehber gülümsedi. “Vardı,” dedi neşeyle. Yol boyunca herhalde ilk kez bu kadar neşeli görünmüştü. “Asker olmak istiyordum. Haklının, haksız ama güçlü karşısında hakkını almak, zalimlerin karşısına dikilmek, en ücra noktada kalmışlara bile yardım etmek, insanlara huzur ve güven aşılamak istiyordum. Senin gibi güçlü kuvvetli, dayanıklı, korkutucu ve aynı zamanda saygı uyandıran biri olmak istiyordum.”

“Güzel,” dedi adam. “Gerçekten böyle içten bir hayalin olması çok güzel. Tabii askerlik kavramının bugünlerde o saydıklarınla çok uyuştuğunu sanmasam da yine de güzel.”

“Ben yine de saydıklarıma uygun bir asker olurdum.”

“İradeli ve inatçı. Güzel. Peki neden vazgeçtin, neden o yoldan ilerleyemedin?”

“Hayat şartları…” dedi rehber zor duyulan bir sesle.

“Saçmalık!” diye kükredi adam çölde yankılan bir sesle. “Bu çok kötü bir bahane.”

“Sensin bahane!” diye çıkıştı rehber. “Sana yalan mı söyleyeceğim. Bir yandan aileme bakmak bir yandan da okumak zorundaydım. Bu yüzden okuldan arta kalan zamanımın çoğunda çalışıyordum. İstediğim yolda devam etmek ve hayallerimi gerçekleştirmek için ne vaktim ne fırsatım vardı. Eğer okuldan sonra çalışmak yerine kendime vakit ayırabilecek zamanın olsaydı belki bir yerlere gelebilirdim.”

“Bak dostum,” dedi adam yürümeye devam ederek. “Zor hayat şartlarıyla mücadele etmek zorunda kalıp büyük işler başaran çok fazla insan var. Hepsinin ortak özelliği ise seçtikleri yoldan ilerleyebilmek için kendi fırsatlarını yaratmış olmalarıdır. Ne yazık ki hayatta kimse yeterince vakti olduğu için istediği yerlere gelmeyi başarmış değildir. Aksine istediği almak için vakit ve fırsat yaratmışlardır. Bunun bazı durumlarda çok ama çok zor olduğunu kabul ediyorum elbet, ama yine de bu, bunun bir bahane olduğu gerçeğini değiştirmez. Hayat sonu gelmeyen bir mücadeledir. Herkese baskı yapar ve güç uygular; eğer mücadeleyi bırakırsan onun gücü altında ezilir ve seni oradan oraya savurmasına izin verirsin, başka bir deyişle onun hakimiyetine boyun eğer ve kontrolü altına girersin.

Ama karşısına dikilme cesaretini gösterirsen kendi yolunu bulabilirsin. Hayatın kendisine boyun eğdirebilir ve kontrolünü kendi eline alabilirsin.”

“Başkasının yaşadıklarını bilmeden onların hayatı hakkında yorumlar yapmak kolay.”

“Bana inanmayabilirsin ama senin hayatını gayet iyi biliyorum. Seni sandığından çok daha iyi tanıyorum rehber dostum. Zaten bu yüzden buraya gelirken beni seçtin.”

Rehber derin bir nefes aldı. “Böyle bilmece gibi konuşarak ne yapmaya çalıştığını anlamıyorum. Ben kimseyi seçmedim, hatırladın mı? Beni sen seçtin. Altınlar karşılığında geldim buraya. İşim gereği.”

“Pekâlâ beni iyi dinle. Hayat bir çöl gibidir, hatırladın mı böyle söylemiştin kendi kendine. Gerçekten de öyle. Durduğun yerden uçsuz bucaksız, sonsuz görünür. Baktığın her tarafta sonu olmayan uzun yollar gösterir sana, ne tarafa gidersen git eninde sonunda aşman gereken irili ufaklı tepeler karşına dikilir, zaman zaman seraplar göstererek yanlış yerlere sürükleyebilir seni, farkında olmadan yolunu saptırabilir, sıcaktan en çok bunaldığın anda tüm vücudun bir bardak suya, az biraz gölgeye ve biraz dinlenmeye ihtiyacın olduğunu hissettiğin sırada karşına ufak bir vaha çıkarıp seni yolundan uzaklaştırabilir hatta belki tamamen vazgeçirebilir. Konforlu alanı terk etmek kolay değildir, sana sahte bir konfor ve huzur yaratabilir orada. Çöl gibi gittiğin yolu takip etmenin zor olduğu bir yerde ufak bir vaha uğruna her şeyden vazgeçecek çok fazla insan var ne yazık ki. Gerçekten de bir hayalin peşinden gitmek çölde doğru yolu bulmak gibidir. Çoğu zaman olduğun yerde daireler çiziyormuşsun gibi gelir, hatta bazen gerçekten de öyle olur. Zaman zaman sen doğru yoldan gittiğini sanmana rağmen aslında alakasız bir yöne sapmışsındır. Bundan kurtulmanın tek yolu gerçekten de pes etmemektir. Vazgeçmemek. Geriye bakıp ders almak. İrade sana yolunu gösteren, engelleri aştıran tek etkendir. Bazen bu az uyumak, eğlencelerinden vazgeçmek, bol bol sıkılmak demek olabilir. Böyle zamanlarda başarının fedakârlık gerektiğini unutmamalısın.”

Rehber sessizce dinledi adamı. İlk tepkisi itiraz etmek olsa da bunu yapmadı. Sessizce kafa sallamakla yetindi. Başarının fedakârlık gerektirdiğini biliyordu. Bunu herkes biliyordu. Önemli olan bunu bilmek değil uygulamaktı. Soluklanmak için durmuşken hâlâ önündeki adama daha önce hiç bakmadığı ciddi bir ifadeyle baktı. Adam konuşurken bile durmadan ilerlemiş aklına koyduğu hedeften bir an bile uzaklaşmamıştı. Öylesine bir an bile durup arkasına bakmadan her zaman önüne odaklanmıştı. “Onun kadar iradeli olsam yeter,” diye düşündü.

Derin bir nefes alıp tekrar yürümeye başladı. “Onun kadar iradeli olsaydım herhalde burada olmazdım.” diye söylendi kendi kendine.

“Unutma!” diye bağırdı adam. Başka bir tepeyi tırmanmaya başlamıştı. Bu muhtemelen önlerindeki son tepeydi. “Hayatını burada geçirmek zorunda değilsin. İrade, inanç gerektirir. Sonunu göremeyeceğine inandığı bir yolu kimse yürümez. Ama sen başladın. Artık yürüyorsun, ne olursa olsun bunu sonunu getirmelisin. Çünkü içinde bunu inanıyorsun. İnançta en az irade gibi ilginç bir duygudur. Bazen inanmana rağmen sen bile farkında olmazsın. Gözünün önündedir, gözlerinin içine bakarsın ama göremezsin. İçinde yanan ateşi çok ama çok geç fark etmem mümkün olabilir. O ateşi bulmalı ve harlamalısın. Kolay olduğunu söylemiyorum. Ama imkânsız da değil ve inan bana bir yerden sonra gerçekten kolay olacak.”

Rehber adamı dinleyerek tepenin sonuna vardı. Artık sızlanmıyordu. Hâlâ terliyor, çok yoruluyor, muhtemelen daha da çok geri dönmek istiyordu ama bunu seslice dile getirmek yerine kendi içinde söndürmeye çalışıyordu. Her vazgeçmek istediğinde kendisine “devam edebilirim” diyordu.

“Devam edebilirim.”

“Devam edebilirim.”

“Devam edebilirim.”

Adam tepeyi indikten sonra beş tane kum tepesinin çevrelediği geniş dümdüz bir açıklığın ortasına kadar yürüyüp rehbere bakarak gülümsedi. “Burası!” diye bağırdı.

Rehber sevinçten neredeyse ağlayacaktı. Tepeden kayarak indi ve sendeleye sendeleye koştu, kendini toparlayarak hızlandı. Sanki yıllardır göremediği bir dosta, çok uzun zamandır peşinden koştuğu bir sevdaya varmaya çalışıyor gibiydi. Gözlerinde yaşlar birikince daha çok gülümsedi. Neden bu kadar heyecanlanıyordu ki?

Adamın yanına baktığında yere çömelmiş adamın yanına attı kendini. İri adam gülen gözlerle kafasını sallıyordu. “Başardın!” dedi mest olmuş bir sesle, elle tutulacak kadar yoğun bir gurur vardı konuşmasında. “Ama bilmen lazım bu son değil. Sadece bir eşik. Bundan sonrasında da aynı iradeyi göstermek zorundasın. Hatta belki daha fazlasını. Ama sorun değil; söylediğim gibi o ateşi bir kere buldun mu onu harlamak senin elinde.”

“Biliyorum, biliyorum!” dedi rehber soluk soluğa. “Daha dönüş yolu var evet. Merak etme yol boyunca benden tek bir şikâyet bile duymayacaksın.”

“Dönüş yolu mu?” Adam gülümsedi. Yarım ağızla hafif alaycı hafif ciddi bir gülümsemeydi suratına yerleşen. “Buradan sonra geri dönmek isteyeceğini sanmıyorum. Artık sadece ilerlemelisin. Geri döneceksen buraya kadar boşuna gelmiş sayılırsın. Bu da boşuna zaman ve enerji kaybı olur.”

“Eğer çölde uyumayı düşünmüyorsan mecbur geri döneceğiz. Hem geceleri burası çok soğuk olur. Eğer devasa sırt çantanda ikimiz için kışlık uyku tulumu yoksa ayvayı yeriz.”

“Sanıyorum yok. Ama daha da önemlisi kazma, kürekte yok. O yüzden başla.”

“Neye?”

“Kazmaya.”

“Kazmamız yok dedin.”

“Ellerin var.”

“Senin de var.”

“Evet ama altınlar için senin kazman lazım. Ben de varsa çantada soğuk bir şeyler bulayım.”

Rehber tam itiraz edecekti ki biraz önce düşündükleri aklına gelince derin bir nefes aldı. “Devam edebilirim.” dedi ve adamın işaret ettiği yeri elleriyle hızlı hızlı eşelemeye başladı. Fark ettiği ilk şey kumun az önceki kadar sıcak olmadığıydı. Az önce dokunamadığı kumları şu an hızlı hızlı kazıyordu. Kum mu soğumuştu yoksa kendisi mi sıcağı alışmıştı. Kısa bir süre boyunca sessizce ama kararlı bir şekilde eşelemeye devam etti. Sanki motor takılmış bir robot gibi elleri durmandan kulaç atıyor, önündeki kumları hızlı hızlı arkasına fırlatıyordu. “Tam olarak nasıl bir şey arıyoruz burada?” diye sordu gözlerini ve dikkatini işinden ayırmadan. “Ne kadar kazmamız lazım. Aradığımız şey çok mu derinde?” Elleri tüm gücüyle kazmaya devam ediyordu. “Eğer sende yardımcı olsaydın çok daha hızlı bitirip yola koyulabilirdik.” Yine de durmuyor, pes etmeyi aklından bile geçirmeden kazmaya devam ediyordu. Biraz sonra tok bir sesle eline çarpan cismi hissedince sevinçten neredeyse çığlık atacaktı. “İşte burada!” diye bağırmakla yetindi. “Bulduk onu…” sevincini paylaşmak için heyecanla adama döndü ama göremedi. Biraz önce durduğu yerde şu an yeller esiyordu. Diğer tarafa baktı, önüne, arkasına, kendi etrafında dönerek tüm çevreye baktı, gözlerini kısarak uzakları görmeye çalıştı; tepelerin arasında kalan uzun düzlükte kimseyi göremedi ne tepelerin yamaçlarında ne zirvelerinde de kimse yoktu. Ne kendisi ne çantası ortalıkta yoktu. Adam kendisini bırakıp gitmeye karar verdiyse o çantayla tüm gücünü kullanarak koşsa bile böyle hemen gözden kaybolması mümkün değildi.

Aniden gözleri tekrar az önce kazdığı yere döndü. Her şey bunun içindi. Buraya kadar bu şey için gelmişlerdi ve adam ortalıktan kayıp mı olmuştu. Az önce kazdığı yere uzandı ve eline değen cismi dışarı çıkardı. Uzun ince ahşap bir kutuydu, birkaç denemeden sonra kumdan kurtarıp yere uzattı. Son bir kez adamı görmek umuduyla etrafına baktıktan sonra şaşkınlık ve merakla açtı kutuyu.

Bin gramlık beş külçe altın parlak bir şekilde göz kırptı kendisine.

Selahattin Başboğa