Hava kapalıydı. Yağmurun yağacağını düşünmüyordum.
Yaşlı bir kadın balkonda oturarak elindeki dergiyi büyük bir azimle okumaya çalışıyordu. Kör budala. Önündeki sehpanın üzerinde bir fincan sıcak çay vardı, buharını duyumsayabiliyordum. İçerisinde erimekte olan üç adet şeker vardı. Saçlarındaki kaliteli tokalara bakıldığında, yüreğindeki sanatın yüceliğini kavramak zordu, lakin yüzündeki çizgilerden ve ellerindeki sertlikten size geçmişte ne gibi işlerle uğraştığını açıklayabilirdim. Yaşama amacı toprağın derinliklerinde olsa gerek.
Koltuk altımdaki gazetenin içerisine koyduğum güneş gözlüğümü çıkarıp giydikten sonra eski yerine hafiflemiş olan yükü tekrardan bindirdim. Hava kapalı, yağmurun yağacağını düşünmüyordum, güneşin durumu ise beklenmedik bir rastlantısal denklemin nihai sonucu kadar muallaktı. Doğanın böylesine tutumunun insanlardaki derin tutkuları tetiklediğini söylüyor kimi çokbilmişler. Çoğu vakit boğazlı kazak giyer bunlar. Tahsillidirler, politikayı da pek bir severler. Kahvelerini şekerli sevmelerine rağmen mesleki imajlarının temellerinin çatlamaması için şekersiz tüketmeyi tercih ederler, pek yiğitçe olsa gerek.
Cadde üzerindeki bir kahve dükkânına girdim. Duvarla çevrili olan tarafa geçmeyi yeğledim. Duvarın üzeri sinemaya damgasını vurmuş birçok aktristin büyükçe resimleriyle süslenmişti. Anna Karina, Catherine Deneuve, Jeanne Moreau ve daha birçoğu küçük resimlerle eşlik ediyordu onlara. Özel köşede ise çerçevelenmiş olarak tek başına Liv Ullmann yer alıyordu. Üzerinde renkli çizgilerle döşenmiş bir gömlek vardı. Etli dudakları ve yuvarlak gözleriyle, elini çenesinin altına yerleştirip masumane bakışlarıyla beni izliyordu. Ben de onu. Güzelim saçları kızıla çalıyordu. Aklar düşmüş müydü acaba. Hemen yakın gözlüğümü giydim. Gözlük sayesinde kazandığım net bakışla saçlarına düşen akları umursamadım bu kez. Gözlerine yoğunlaştım. Gözleri kazandı beni. Kirpikleri zincir vurdu boynumun duruşuna. Bakışlarıyla sonsuz bir anlatıyı tamamlamak istiyordu adeta. Duyumsayabiliyordum. Ürperiyordum. Var oluşunda kaybolmuştum.
“Kahve efendim?”
Önüme ne ara fincan koyulduğunu fark edemedim. “Evet, teşekkürler.”
Süt ve şeker önerisinde bulunmamıştı. Buranın düzenli müşterisiyimdir. Her akşamüzeri kahve içer, sabahları ise kahvaltı ederdim. Adı Odile idi. Genç ve zayıf bir kadındı. Tanıyordu artık beni. Belki ardımdan çokbilmiş de diyordur, kim bilir. Akşamları burada çalışırdı. Gündüzleri ise bir müzik dükkânında çalışıyor ve yerel dergilere eleştiri yazıları yolluyordu. Bir gün, yazdığı Radio Ethiopia incelemesini bana da okutmuştu. Dinlediğini iyi anlıyor, çözümlüyordu. İyi bir kulağa sahipti. Dükkânda çalan müziğin sesi herkese ulaşıyordu.
Because the night belongs to lovers
Because the night belongs to lust
Kahvemden bir yudum aldım. Gazeteyi açarak okumaya başladım. Bilmem nerenin başkanı bilmem ötedeki bir yerin başkanını ağırlamıştı. Bildiğimiz şeyler. Sayfayı atlıyorum. Burada ise İktisat Bilimi adamlarının fildişi kulelerine kapanma nedenleri maddeler halinde sıralanmıştı. Atlıyorum. İş ilanları. Atlıyorum. Nobel edebiyat ödülünü kucaklayan isim Vicente Aleixandre hakkında yazılan sözcükler. Atlıyorum. Gazete bitti. Bir kez daha tablodaki gözlere bakıyorum.
Because the night belongs to lovers
Because the night belongs to us
Araştırmalarıma ara verdiğimden yanıma kitapta almamıştım. Bir roman alabilirdim, belki bir aşk romanı. Fakat okuduğum çoğu aşk kitaplarında bahsedilen aşk kavramını sığ bulduğumu söylemeliyim. Kullanılan tüm figürler sebepsiz bir şekilde kutsallığa hizmet ediyor. Bunun yaşayışın ötesinde bir duyumsama, kavrama hali olduğu ima ediliyor. Ne yüce bir şeydir ki ona sahip olduğumu bile hissedemiyorum. Sahip olmadığımı kim iddia edebilir. Sahip olduğunu kim kanıtlayabilir. Belki de birçok yaşam temelsiz kavramları duyumsama çabası yüzünden boşluğa sürükleniyordur. Palavralar, görkemli kandırmacalar. Yalanlarla rüzgârları üfleyip gemileri bataklıkta yürütmeye çalışmak, hayallerle taştan kuleler inşa edip sıcak ve sadık salonlarında yıllanmış şaraplar içmek, tüm bu gündelik tutkulardan ne derece olağan dışıdır.
Bedensel hazzı ise çok defa tattım. Varlığını kucakladım tenlerin. Adını bilmediğim kadınlar, gece karanlığında yüzünü seçemediğim genç kızlar ve kendini sosyalist entelektüel kategorisine sokan Hitchcock hayranı birçok şırfıntıyla uzun planlı seviştim. Minimalist bir tavır takınmadım çoğu kez. Irkçı da davranmadım. Duyumsamaya çalıştım. Yaptığım buydu.
Bir vakitler, bir kadın gerçek anlamda hayatıma girmişti. Gündüzleri birlikte kalkardık. Yürüyüşe çıkar, kahve içerdik. Akşam yemeklerini daima birlikte yerdik. Adı Nana idi. İspanyolcadan roman ve şiir çevirileri yapardı. Sinema aşığıydı. O bana Michel, ben de ona Patricia derdim. Bazen ben Jules, o da Catherine olurdu. Eğlenirdik. Gülmesini severdim. Gülerken gözleriyle birçok şey anlatırdı. Kimi kadınların gözleri konuşur. Onunkini duyumsayabiliyordum. Özümseyebiliyordum.
Günler geçerken, bir sabah gitmişti. Gideceğini sürekli söylerdi, yapabileceğini düşünmezdim. Senin gibi değilim, derdi. Senin gibi olamam, derdi. Bir not bırakmıştı. Tek cümleyle gitmişti. Çünkü ait değilim hiçbir şeye. Anlıyordum. O hiçbir şeye, hiçbir yere ait değildi. Ben yalnız bir adamdım. Benim olmasını istemiştim. O benim gibi değildi. Benim gibi birine ihtiyacı yoktu. Gençtim, ama şimdi anlıyorum. Çok yalnız bir adamdım. Yıldızlar bile etrafımda dönmüyordu. İtalya’ya göçmüştü. Gazetede resmini görmüştüm bir zaman. Gözleri, gözleri değişmemişti. Kâğıt parçasındaki gözler bana bakıyordu. Sadece bana bir şeyler anlatıyordu. Ve ben de duyumsayabiliyordum.
Kayıtsız kalınması karşısında, insan şeffaf bir boşluktan ibaret olduğunu düşünür. Hiçlikle yüz yüze gelinir. Güçlü iradeler duruma hâkim olur, güçlü yürek sahipleri ise sanata yönelir çoğu zaman. Sağlam şekilde ayakta kalmamızı sağlayan en temel şey var olduğumuzu hissetmemiz ise neden yok etmiyoruz bedenlerimizi. Bir ışık parıltısının ortasında görgüsüzce etrafını seçebilme çabasının bilinçli bir seçim olmadığı bilinir. Var olamayan, özünü döşeyemeyen yaşama neden devam eder ki. Bulabileceği şey bir avuç iyi niyetlilik değildir hiçbir zaman, bir sandık dolusu altın olabilir ancak. Zehirlere sarılmış değerli kaynaklar.
“Kahve?”
“Evet, teşekkürler.”
Bulunduğum yerden hoşnuttum. Oturduğum koltuk, duyduğum müzik, bakışların yöneldiği resimler, muhabbet eden kalabalığın oluşturduğu kolektif gürültünün müziği, Odile’in güzel kalçaları, patronunun eski ajan niteliğinde ortama hâkimiyeti, havanın mükemmeliyeti ve daha sayamayacağım saçmalıklar. Oluşturduğumuz senfoni tıkırında ilerliyordu.
Karşımdaki masada oturan orta yaşlı, yüksek ihtimal İngiliz olan beyefendi yanındaki Fransız kadına kâğıtlar üzerinde bir şeyleri izah etmeye çalışıyordu. Bir şişe şarap açmışlardı. Birazdan yemekleri de gelirdi. Biftek istemiştir adamımız. Kadının ne istediğinin ise adamımıza göre hiçbir önemi yoktur. Sıkıldım sevimsiz hareketlerinden.
Cadde kenarına bakan masada iki çift vardı. En gürültülü masa buydu. Kendi aralarında filmlerden konuşuyorlardı.
“Aynı filmde üç ayrı karakteri oynadığını fark edemeyeceğini tahmin etmiştim.”
“Absürt yönü olan eserleri sevmiyor ve yeterli ilgiyle seyretmiyorum. Hem zaten benim politik eleştiri taşıyan işlere karşı olan hazımsızlığımı bilmiyorsun sanki.”
“Tabii ki biliyorum sevgili Hümanist beyefendi.”
“İnsanları sevdiğimi söylemiştim, hümanist olduğumu değil. Sözlerimi çarpıtıyorsun.”
“Sinema diyorduk,”
“Lanet olsun sinemana!” Bu esnada yanında oturup koluna dolanmış olan kızın bacaklarını okşuyordu. Elini yukarılara götürdükçe kızın gözleri büyüyordu.
İki kişilik bir masada tek başına bir kadın oturmaktaydı. Kısa saçları vardı, saman rengi. Diplerinden kahverengi geliyordu. Makyajı tazelenmişti. Üzerinde yakası açık, sade, yeşil bir bluz vardı. Sandaletleri masanın altından gülümsüyordu. Önünde bir kadeh beyaz şarap vardı. İçinden kabakları seçilerek yenilmiş tüm doğallığıyla Ratatouille durmaktaydı. Elinde tuttuğu kitabı okuyordu. Kitabın ismi La Vie de Marianne’di. Okumuştum onu. Oldukça ağır bir dili vardır. Barındırdığı duyguları okuyucuya edebi olarak kusursuz bir şekilde iletmesi açısından da seçkin bir örnektir. Sıradan okurları fazlasıyla zorlayacağından, ancak gerçek edebiyat tutkunları okuyup değerine varabilir. Son sayfalara doğru geliyordu. Gerek kitap üzerine gerekse de yanındaki kâğıtlara notlar alıyordu. Kitabı kapattı. Şarabından koca bir yudum aldı. Gözlerini kaldırdı. Gözlerimiz buluştu. Duyumsadım.
Because the night belongs to lovers
Because the night belongs to lust
Üniversitede ders verdiğim zamanlarda insanlarla bir şekilde iyi iletişim kurabilirdim. Her şey hızlıca gerçekleştiği için sohbet ederek güldüğüm biriyle iletişime nasıl başladığımı bile hatırlamazdım. Şimdiye dönersek, gözlerinizin içine bakan güzel ve kültürlü bir kadınla nasıl konuşabilirdiniz ki. Böyle bir şeyin gerçeği var olsa gerek. Varsa bile buna vakıf değildim. İhsan etmemişti özüme. Özüm ihanet etmişti bana. Belki de özümü kendim değersizleştirmiştim.
Kitap okumayı kesinlikle bırakmıştı. Duvardaki resimleri yeni fark etmişti. Şimdi onları inceliyordu. Benim gördüğümü o da görüyor mudur? Eğer görüyorsa şu an aklımdan geçenleri de okuyabiliyor mudur? Hiç Magali Noël dinlemiş midir? Biraz daha kahve içsem uygunsuz kaçar mı? Anlamsız sorular.
Yanına gitmemin bir anlamı olmazdı. O tür adamlardan değildim ben. O tarz kadınlardan değildi o. Ona Marianne desem, bana Pierrot der miydi mi acaba. En fazla fou derdi kesin.
Hesabı ödedim. Odile’in bahşişini de hiç eksik etmezdim. Gazete ve gözlüklerimi alarak caddeye çıkmaya karar verdim. Koltuğunun yanından geçtim. Gerçekten özellikle kabakları yemişti. Ardımdan bakıyor mudur? Gelecek günlerimizi tahayyül ediyor mudur? Son bir kez dönüp baktım ki, kitabını açmış okuyordu.
Tutkuların saadete evrimleşmemesi doğanın ne büyük hakaretidir. Kişinin canlı canlı yenmesine benzer. Bir anlamda yamyamlıktır, evet, hem de dışa dönük. Belki habis dolu nedenlerden, belki de var oluşumun yaratmış olduğu tekdüzelikten dolayı yıllar boyunca insanlar tarafından yakıldım, yok edildim. Bunun sebebi ise karşı tarafın iktidar sahibi kişiliğini, seçkin topluluğuna dikte etme arzusundan ötesi değildi. Güç gösterisi için her zaman kurbanlar gereklidir. Bireyin, başka bir bireyi yok etmesi suçken, topluluğun üstün ırk oluşturma çabası doğrultusunda zayıfları helak etmesi pek bir kıymetlidir. Bu görevler çoğunlukla kibirli düşüncelerden yola çıkılarak ifa edilir. Kimi zaman ise oldukça naif ve tevazu sahibi olanların duygudaşlık yoksunluğundan kaynaklanır.
Yürümeye devam ediyordum. Uzaklarımda Musêe du Louvre vardı. Resimler hiçbir zaman beni yıldırmamıştır ama artık göz göze temasa girmek istemiyordum. Şimdi gitsem La Grande Baigneuse’ü karşıma alır ve saatlerce bakakalırdım. Bunun pek adil olacağını düşünmüyordum tabii. Oradan çıkınca belki Jardin de l’Infante civarında tur atardım. Benliğimi arar dururdum.
Gördüğüm bir kız çocuğunun peşine takılırdım. İyilik meleğimin adımlarına tempo tutardım. O yolu gösterir, ben de itaat ederdim. Kim bilir, belki de beni Pont des Arts üzerinde bırakırdı. Özgürlüğüme kavuşurdum orada. Varlığımı benimserdim. Bastığım yerleri mühürleyip, tüm sevdalara kilit vururdum. Kendime geldiğimde iyilik meleğim kaybolurdu. Sonra yine yalnız kalırdım.
Eve doğru yürüyordum. Sanırım bir yolculuğa ihtiyacım vardı. Varmak istemiyor, sadece süreci istiyordum. Önce bir çanta ve temiz gömlekler almam lazımdı.
Geceye doğru adım atıyorum. Şarkının sözlerini duyumsuyorum.
Because the night belongs to lovers
Because the night belongs to us
Yürüyorum.
Çok güzel kısa bir Fransız filmi tadında olmuş….iki defa okudum yamyam temasını kavrayabilmek için sonra bambaşka bir bakış açısıyla yazıldığını anlayabildim…hoş ve kahve kokulu bir hikaye, tebrik ederim…
Açıkçası benim öykülerimde temaların etkisi farklı oluyor. Nitekim temayı fikirlerle harmanlayıp sunmak daha ilgi çekici geliyor. Tabii yamyamlık denilince akla hemen tazecik etlerimizin yenilmesi geliyor bunun yanında fikirlerimiz de var ki, en çok onların yenildiğini, yok edildiğini düşünmekteyim. İyi niyet, samimiyet, algı gibi değerlerimiz de çoğu zaman görgüsüzce zedelenmeye çalışılmakta. Bence bu da yamyamlığın modern ve gözden kaçan bir yönüdür.
İki defa okuyup beğenmeniz karşısında ise deli mutlu oldum. Sağ olun.
Çağatay’ın yorumuna güvendim, haklıymış. Fakat onun gibi açgözlü davranmayacağım, tekrarı gelecek haftaya bıraktım. Umarım gelecek ay da burada olursun.
Öykülerin tekrardan okunacağını bilmek gerçekten çok hoş bir duygu. Düşünmeniz bile mutlu etti beni.
Böyle güzel yorumlar alınca insanın daima yer alası geliyor zaten seçkide. Sağ olun.
Ben sevemedim, anlatım tarzın hoştu. Benim hoşnutsuzluğum ise mekan tasvirlerinin az olması; Şöyle ki, mekan bilindik mekanlar veya türevi olsaydı böyle az tasvirler iyi olacaktı, okuyucunun hayal dünyası şekillendirecekti mekanları. Ama bahsi geçen ortamlar Fransa’da olunca bana yabancı geldi, doğal olarak daha fazla tasvir istedim.
“Yürümeye devam ediyordum. Uzaklarımda Musêe du Louvre vardı. Resimler hiçbir zaman beni yıldırmamıştır ama artık göz göze temasa girmek istemiyordum. Şimdi gitsem La Grande Baigneuse’ü karşıma alır ve saatlerce bakakalırdım. Bunun pek adil olacağını düşünmüyordum tabii. Oradan çıkınca belki Jardin de l’Infante civarında tur atardım. Benliğimi arar dururdum.
Gördüğüm bir kız çocuğunun peşine takılırdım. İyilik meleğimin adımlarına tempo tutardım. O yolu gösterir, ben de itaat ederdim. Kim bilir, belki de beni Pont des Arts üzerinde bırakırdı. Özgürlüğüme kavuşurdum orada. Varlığımı benimserdim. Bastığım yerleri mühürleyip, tüm sevdalara kilit vururdum. Kendime geldiğimde iyilik meleğim kaybolurdu. Sonra yine yalnız kalırdım.”
Mesela şu satırlarda ismi geçen yerlerin, ne tür yerler olduğunu bilememek kötü oldu. Eline sağlık yine de. Bunlar benim naçizane görüşlerim.