Öykü

Salı Sallanır Çarşamba Beyaz Çarşafa Dolanır

ilham alınan yaratık
ÇARŞAMBA KARISI

Direksiyona kenetlenmiş ellerim ve ellerime kenetlenmiş bakışlarımla eklemleri paslanmış bir robot kadar kıpırtısızdım. Radyosu bozuk ve kliması bir koah hastasından hallice hava üfleyebilen arabamın iyice öne çekilmiş deri koltuğunda varoluşsal bir mola vereli on dakika kadar oluyordu. Bu on dakika zarfında yolun ortasında zınk diye durmuş olduğum gerçeğini suratıma çarpacak kimse karşıma çıkmamıştı. Yollar, bayram arifesi denen trafik geleneğine boyun eğmeyi reddedip üzerinden geçen araçları yutuvermişti sanki. Sol tarafımı sarmış ağaçların tepeme eğilerek oluşturduğu yarım kubbenin ardından, kim bilir ormanın hangi bataklığına ağır ağır gömülmeye hazırlanan güneşi görebiliyordum. Sağ tarafımda ise tuzlu kokusuyla beni baştan çıkaran denizin mavi kıvrımları dalgalanıyordu. Saatlerin terk ettiği, görüş alanımın ardında hiçlik uzanıyormuş gibi hissettiğim bu noktada heykelleşmek isteğiyle doluydum.

Fakat bunun yerine derin bir iç çektim, derisi yol yol kalkmış direksiyonu biraz daha sıkı kavradım, el frenini indirdim ve şeritlerle dansıma yeniden başladım. Aklıma gece çökene kadar köye yetişemeyeceğime dair bir kurt düşerse gerisin geriye dönmeye karar vereceğimden korkuyordum. İçimdeki ses de bu korkuya yancı çıkıp geri dönmemi haykırıyordu durmadan. Fakat beynimdeki ufak çıkar paslaşmaları köye gidip amcamın karşısına dikilmek için daha sağlam dayanaklar sunduğundan ayağımı gaz pedalından çekemiyordum. Bu sefer yapacaktım. Evet hakkımı arayacaktım. Her ailenin ata sporu olan arsa kavgasında ben de safımı tutacak, babamın yıllarca memuriyette tırnaklarıyla kazıyarak toparladığı ve evladına bıraktığı birikimlerin en büyüğü olan aile çiftliğindeki payımı amcamdan söke söke alacaktım.

Seyrek bıyığının altından gülünce yılan balığına benzeyen, pintilikten sadece iki çift üst başı olmasa pamuklu dokumacılık sektörünü bir günde zirveye taşıyacak denli kumaşa ihtiyacı olan, itaat ettirebildiği her şeyi sevmesinden mütevellit başındaki iki üç tel saçı her gün itinayla jöleleyip yatıran, çocukluğumu zehir eden, babamın zıddına evirilmiş amcam Vedat… Boyu devrilesice. Bir de tüm dünyayı doyurmaya yemin etmiş savaşçı ruhluyla Adalet yenge vardı. O ufak tefek, saf ve azcık da aklı başka sularda gezen kadının nasıl böyle bir kabusla evlenebildiği oldum olası aklımı meşgul eden bir soru olmuştur. Sanırım kadınlar gerçekten de efendi adam tercih etmiyorlar.

Sinir içinde köklediğim gazla şaha kalkan arabanın önünde beliren, devasa kütüğü farkına varmam birkaç saniye sürdü. Frenlere asılmak için yeterli zamanım olması adeta mucizeydi. Zavallı arabam birden yavaşlamanın etkisiyle bir dediği iki edilmiş kaynana gibi homurdanarak sakinleşti ve durdu. Yolun ortasına iki seksen uzanmış bu devasa ağaç gövdesi ve Vedat amcam az daha sonumu getireceklerdi. Biraz sakinleşene kadar kafamı direksiyona dayadım ve şu ana kadar nerede yanlış yaptığımla ilgili iç hesaplaşmalarımı duymazdan gelmeye çalıştım.  Sonra da derin bir soluk alıp arabanın kapısını açarak ılık akşama karıştım. Birilerini aramam gerektiği kafama dank ettiğinde cebimden çıkardığım telefonun mahkeme duvarı gibi suratı selamladı beni. Şarjı olmayan akıllı telefonum yolun kenarına atılmış bir pet şişeden daha akıllı durmuyordu şimdilik. İleri gidemiyordum, geri dönmeye de gücüm ve muhtemelen benzinim yoktu. Bir süreliğine buraya demir atmıştım anlaşılan.

Karanlık giderek yaklaşırken, kaputa yaslanmış başka bir motor gürültüsü duymayı beklediğim sırada yanımda uzanan ormana attığım kısa ve tesadüfi bir bakış, ağaçların arasındaki ufak bir kıpırtının foyasını ortaya çıkardı. O ana kadar uyuşuklukla bıkkınlık arasında ip atlayan vücudum birden yay gibi gerildi. Ufak, masum bir suratın bir anlığına belirip kaybolduğunu görmek değildi beni şaşırtan. O suratın adını biliyor olma olasılığımdı beynimin tüm vücudumda olağanüstü hal ilan etmesinin sebebi. “Rüzgar?” dedim titrek bir sesle. Sanki çocuğa değil de, hala orada olup olmadığımı kontrol etmek için kendime sesleniyordum. Peki kimdi Rüzgar? Ben de bilmiyordum. İşin en korkunç tarafı da buydu.

Vücudum birden harekete geçtiğinde aklım tıpası çekilmiş bir küvet gibi boşaldı. Ne çiftlikler, ne Vedat amca, ne de yolun ortasında keyfine bakan kütük… Bana müthiş derecede tanıdık gelen o çocuğun, Rüzgar’ın, kim olduğunu bulamazsam bir daha asla huzura kavuşamayacakmışım gibi hissediyordum. Normalde aklı başında, ortalama zekaya sahip bir insan gecenin eşiğindeki bir ormana yapayalnız, savunmasız ve kimseye haber vermeden dalmaz. Ben de dalmam. Çocukluğumdan beri zihnime işlenen türlü masallar ilk önce içinde saklanan muhtemel canavarlar nedeniyle ormanlardan korkmamı emretti. Sonrasında da insan postu giymiş canavarların hikayelerini anlatan türlü üçüncü sayfa haberleri bu yetişkinliğe taşan korkumu tescilledi. Fakat o esnada eski dostum korku, hayatımda ilk defa yardımcı role itilmişti. Açıklanamayacak derecede yoğun bir bilmek isteği, o ilkel duyguyu sahneden dışarı itmiş ve dizginlerimi eline almıştı.

Arabanın açık kapısına ve yanan farlarına aldırış etmeden giderek laciverte bürünen denize sırtımı döndüm ve gölgelerin büyüyüp birbirini yuttuğu ağaçların arasına daldım. İç taraflara doğru daha da karanlıklaşan ormanın yumuşak zemini, sanki yarılıp da yutuvermişti çocuğu. Yaşlı suratlar gibi yol yol olmuş devasa ve hantal gövdelerden biri başka bir hareket arayan gözlerimle buluştuğunda garip bir beyazlık ilgimi çekti. Yaklaşıp daha dikkatle baktığımda bunun dallardan birine takılmış eski ve leke dolu bir mama önlüğü olduğunu fark ettim. Önlüğün altındaki kabukta ise tebeşir olduğunu tahmin ettiğim beyaz bir tozla, ormanın daha iç kısımlarını hedef alan bir ok çizilmişti. En azından dayanaksız delirmiyordum. Burada gerçekten de birileri vardı.

Ormanın içine girdiğim andan itibaren, boğazımdan kulaklarıma uzanan ve uzayda başlığımı çıkarmışım gibi zihnimi ezen büyük sıkıntım, yerini tekrar küçük bir çocuğun pervasız merakına bıraktı. Dönüp ağaçların şeritlediği arabama ve denize son kez bakıp ayağımın altında hışırdayan yaprakların adımı fısıldadığı kalabalık karanlığa yollandım ve iyice körleşene kadar ilerledim.  Çakmağımın cebimdeki ağırlığı kendini bana hatırlattığında, zayıf nefesimin titreştirdiği ufak bir alev sütunu önümdeki ağaca asılı bir hayaleti aydınlattı. Tam da irkilip iki adım geriye sekmeye hazırlanırken bunun gaipten gelen uğursuz bir esintiyle dalgalanan, tüle benzer bir kumaş parçası olduğunu fark ettim. Emin olmak gerekirse diye ağaca biraz daha sokulunca da cibinliğin fırfırlı kenarlarını iyice seçebildim. Kalbim telaşla göğüs kafesimi yumruklamayı bıraktığında manzaraya tekrar göz atıp “Sana haksızlık etmişim hayalet hanım.” diye geçirdim içimden. “Duvağının altında bir gelin de ancak bu kadar güzel ve yalnız olabilirdi.”

Çakmağı biraz aşağıya indirdiğimde ok işaretini umduğum yerde buldum. “Peki öyleyse.” diye bağırdım ormanın derinliklerine doğru. “İstediğin gibi olsun ama beni ne kadar dolandırırsan dolandır seni bulacağım.” Daha sesim bile havada sönmemişken ufak bir kıkırtı işittiğime yemin edebilirdim. Ayaklarımın altında sesleri yutan bir halı gibi serilmiş kaygan otlar sıklaştıkça dallara asılı bulduğum nesneler çoğalmaya devam etti. Bir çıngırak, minicik bir çorabın haşata dönmüş teki, tahta düğmelerden yapılmış soluk renkli bir kolye ve en sonunda da bir çift çocuk ayakkabısı. Ayakkabıların renkleri, onları daha yarı karanlıkta siluet halinde bile seçememişken dilimin ucuna gelmişti. “Lacivert üzerine bordo bağcıklı.” Ve doğru olmasından korka korka çakmağımı kaldırıp göz attığım lacivert ayakkabılar, ok olma mertebesine ulaşamamış düz beyaz çizginin üzerinde, son kez atıp durmuş bir kalbin grafiği gibi hüzünle bakıyorlardı bana. Ayakkabıları tanımam mı yoksa artık ne yönden gideceğimi bilmemem mi daha büyük bir darbeydi karar veremiyordum.

Tam da uzanıp bordo bağcıklara dokunmak üzereydim ki çakmağımın sönmüş olduğunu fark ettim. Fakat hala önümü görebiliyor olmamı hesaba katınca daha büyük bir ışık kaynağının yakınında olduğumu anlamam pek uzun sürmedi. Ayakkabılara son bir bakış atıp neredeyse koşar adımlarla ışığın peşine düştüm. Giderek aydınlanan toprak zemin bitkilerden arındırılıp bir patikaya dönüştürülmüşe benziyordu. Aydınlık arttıkça arttı ve en sonunda vardığım nokta, kısık gözlerimi ovuşturarak tekrar bakma isteği uyandırdı bende. Tam ormanın ortasında, mükemmel daire şekliyle, devasa bir açıklığın önünde duruyordum. Ağaç dallarının ve yaprakların kapladığı ketum bir kubbe, tepemdeki gökyüzünü sansürlüyordu. Kubbeden sarkan ufak ampuller, titrek alevli şamdanlar ve binlerce, hatta belki de yüzlerce beşik yıldızlı gökyüzünün ucuz bir kopyası gibi görünüyordu.

Bütün bu keşmekeşin altında ise sürrealist bir mimarla istifçi bir ev hanımının iş birliğinden doğmuşa benzeyen garip bir yapı yükseliyordu. Alanın tam ortasına dikili, beyaz tuğlalı bir Orta Çağ kulesiyle birleştirilmiş, neredeyse yere kadar uzanan çatısı ve devasa tozlu vitraylarıyla boy gösteren küçük bir kulübe ana yapıyı oluşturuyordu. Bu melez mimarinin etrafında ise biri boşluğa biri de kulenin tepesindeki ahşap kapıya çıkacak şekilde iki merdiven yer almaktaydı. Kulübenin ve kulenin etrafı da her şekilden türlü ıvır zıvırlarla kaplıydı. Çeşit çeşit ayağı kırık, eskimiş ahşap masa, duvarlara dayanmış raflar, yerde yatan düzinelerce kutu, her tarafa saçılmış kağıtlar, pislikten rengi görünmez olmuş tepelerce giysi ve hatta kulübenin önünden çıkıp yapının etrafında tam bir tur atan paslı tren rayları…

Ben bakmaktan bitkin düştüğüm tüm bu ayrıntıların içerisinde kaybolmuş haldeyken kulenin tepesindeki ahşap kapı büyük bir gümbürtüyle savrularak açıldı. Tombulca bir kadın merdivenlerden koşarak inip, bir kaya gibi üzerime yuvarlandı ve Yavruuuum!” diye haykırarak gelip bana çarptı. Çarpışma geri sayımının son saniyesinde yüzünü görebildiğim kadın, beni kucaklayıp göğsüne gömdüğünden olsa gerek ağzımdan “Adalet yenge!” şeklinde çıkması gereken ünlem boğuk bir iniltiye dönmüştü. Bana nefes almanın nasıl bir his olduğunu unutturacak denli uzun bir kucaklaşmanın ardından, hem gördüklerimden hem de beynime hava gitmeyişinden sersemlemiş bir halde kadıncağıza bakakaldım. Onu son gördüğümde sekiz yaşında olmama rağmen Adalet yenge bir piksel bile değişmemişti.

Çizim: Mercan Aytuna
Çizim: Mercan Aytuna

Sorular sormak, sevinçten ağlamak, haykırarak üstümü başımı parçalamak istiyordum. Fakat yengem hiç bitmeyecek gibi görünen tiradını büyük bir coşkuyla sürdürüyordu. “Amanin ne kadar büyümüş benim evladım. Kocaman olmuş da bizi ziyaretlere gelmiş. Yengecin geleceğini bilse sana neler yapardı neler. Ay yavrum benim ne de özlemişim dur bi bakıvereyim sana.” Tombik elleriyle suratımın iki yanından yakaladı ve mutlulukla yüzümdeki her çizgiyi süzmeye başladı. Ben tam da bir boşluk bulmuş soruları dizeyim diye düşünürken kulübenin oradan gelen buz gibi bir kadın sesi kelimeleri gırtlağımda düğümledi.

“Adalet, bize biraz müsaade eder misin? Konuşacaklarımız var da.” Adalet yenge birden toparlandı, ciddileşti ve “Tamam efendim.” diye geveleyerek beni özgürlüğüme saldı. O aradan çekildiğinde ben de kulübenin kapısında bekleyen kadını görme şerefine nail oldum. Baştan aşağıya gri kıyafetlere bürünmüş uzun ve sıska bir vücudun üzerine oturtulmuş gri saçlar ve gölgeli bir surat. Kadın bana ufak bir bakış attıktan sonra kapıdan içeri girdi. Peşinden gitmem gerektiğini varsayarak ben de içeri doğru sendeledim. Adalet yengemin üzgün bakışlarını sırtımda hissedebiliyordum.

Kulübenin içerisi de dışına yaraşır biçimde bir çılgınlığa övgü anıtı olarak tasarlanmıştı sanki. Tek kişinin ancak geçebileceği bir yol dışında her taraf tepeleme eşya doluydu. Duvarlar dışarıdan görülenin neredeyse iki katı uzunlukta ve baştan aşağıya kitap dolu raflarla bezeliydi. Her şeyin üzerini kaplamış tozla mükemmel bir uyum yakalayan kadın ileride, kulübenin kuleyle birleştiği uzun merdiven basamaklarından birine oturmuş tepkilerimi izliyordu. Ona doğru geldiğimi görünce konuşmaya başladı.

“Eskiden ben çocukları zorla alırdım, şimdi çocuklar kendileri bana geliyorlar işe bak.” Suratında  tuhaf bir gülümseme vardı. Yüzünün yarısına hükmeden gölgeler kadının ifadelerini kızgınlıkla memnuniyetin, üzüntüyle sevincin dört yol ağızında bırakıyordu. Ne demek istediğini anlayamıyordum. “Çocuk mu? Son baktığımda bir çocuk değildim.” diye cevap verdim ihtiyatla. Cümlesinin son derece rahatsız edici içeriğinin dışında, kadının merdivenlere uzanmış vücudunun kıpırtısızlığında ve sesinin bir yer altı mağarasından gelircesine boğuk ve dingin olan tonunda beni geren bir şeyler vardı. O devam etmeyince tekrar denemeye karar verdim. “Adalet yengem komşunuz falan mı? Ne işiniz var burada?”

Kadın bu sefer gülümsemeden cevap verdi. “Hayır o benim yardımcım. Buradaki çocuklarla ilgilenirken bana yardım ediyordu.” O çocuk dediğinde aklımda çakan soru birden ağzımdan çıkıverdi. “Ah o çocuk buraya mı geldi yoksa?” Kadın bu sefer boş gözlerle karşıladı sorumu. “Buraya gelen en son çocuk sendin. Sonra başkaları olmadı.”

Bu mantık sırasından sapmış cevaplar karşısında giderek sinirlendiğimi belli etmemeye çalışıyordum. “Vedat amcam nerede peki? Köyde mi kaldı?”

“Vedat amcan öldü.”

Afallamıştım. Olduğum yerde sallandığımı hissettim. Ağzımın üzerine şiddetli bir tokat yemiş gibi dudaklarım uyuşmuştu. “Nasıl yani?” diyebildim zorlukla. Kadın ise durumumdan etkilenmemiş görünüyordu. O günün hava durumunu sunarmışçasına olağan bir tonda devam etti.

“On beş yıl önce. Kardeşini, kardeşinin karısını ve onu durdurmaya çalışan kendi karısını öldürdükten sonra kafasına sıktığı tek kurşunla intihar etti.”

On beş yıl önce. Kafamda gümbürdeyen bir silahın sesi yankılandı. Annemle babamın öldükleri gün. “Tanrım!” diyerek olduğum yere çöktüm. “Amcamdı demek ha!” Başka bir şey diyebilecek halde olmadığım için kadın da kendini devam etmek zorunda hissetti sanırım.

“Arsa anlaşmazlığıydı diye hatırlıyorum. Yok hayır, çiftliği böleceklerdi. Bir Çarşamba gecesiydi ve ben perşembeye sarkacakmış gibi gözüken bu önemli tapu meselesi yüzünden son derece öfkeliydim. İnsanoğlu çarşambaya iş bırakmamayı bir türlü öğrenemedi.” Son cümleyi bıkkın bir ses tonuyla söylemişti. “Tam on ikiyi bir geçe evin kapısından girdiğimde müzakereler artık bitmişti. Kağıtlar kanla imzalanmıştı. Bu durumda ne yapacağım konusunda biraz kafa karışıklığı yaşarken senin sesini duydum. Silah gümbürtülerinden korkmuştun herhalde ki bir köşeye sinmiş ağlıyordun. Zaten normal şartlarda da niyetim seni alıp götürmek olduğundan, ailenin canlı olup izleyememesi canımı sıksa da planları değiştirmeyeyim dedim. Hem o sırada Ölüm eve giriyordu ve onunla katiyen karşılaşmak istemiyordum. Son derece gevezedir ve birini karşısında bulmaya görsün sürekli çene çalar durur. Sonsuz yalnızlığı çenesine vuruyor sanırım. Bu yüzden hemen seni alıp buraya diğer çocukların yanına getirdim. Tabi onlar artık yok, bir zamanlar senin yaptığın gibi büyüyüp ayrıldılar buradan. Fakat sen geri döndün. Sanrım Adalet’ten ötürü. Bir parçan onun huzursuz ruhunun burada olduğunu unutmamış olmalı.”

Başım dönüyordu. Buralara kadar çiftlik peşinde geldiğimi düşünürken, çocukluğumun büyük bir kısmını hep yetiştirme yurduyla bağdaştırıp hiç şüpheye düşmezken birden önüme serdikleri yeni geçmişim şu anda bana ağır geliyordu. “Huzursuz ruhu mu?” dedim cansız bir şekilde. Kadın da kafa sallayarak onayladı.

“Evet, onun ruhu şu an burada olmamalı fakat işlerimi yaptırabilmek için bunca zaman zorla alıkoydum Adalet’i. Gerçi o da pek mutsuz sayılmazdı başlarda. Çocuklarla ilgilenmek hoşuna gidiyordu. Ama sonra çocuklar azalmaya başladı. Çocuklarını benimle korkutan, beni hatırlayan pek az insan kaldı. Ben de onlara etki edemez oldum. Sen sonuncuydun. Buraya gelen gidenler seninle birlikte son bulunca Adalet de amacını kaybetti ve mutsuz bir hortlağa dönüştü. Ne yazık ki onu serbest bırakabilmem ancak ben de aynı sonla karşılaşırsam mümkün olacak. Ve sanırım sen de bugün buraya bunu yapabilmek içgüdüsüyle geldin. Seni fanilerin dünyasına gönderirken neredeyse tüm çocukluğunu ve bu burada geçirdiğin zamanı unutturmuştum halbuki. Fakat bir şekilde hatırladın ve geri dönmeyi başardın. Sahi burayı nasıl buldun tekrar?”

Boğazım zımpara kağıdına dönüşmüştü. İki üç kez yutkunarak “Çocuğu takip ettim.” dedim. “Rüzgar’ı.”

Kadın bu sefer gerçekten şaşırmış görünüyordu. Temkinli bir şekilde yavaşça konuştu. “Rüzgar’ı mı takip ettin? Ama Rüzgar sendin, buradayken sana öyle seslenirdik.”

Sanırım hep biliyordum. En azından her şeyi unutmamış o küçük parçam biliyordu. Küçüklüğümle oynadığım kovalamacadaki bütün o eşyalar… Hepsi benimdi. Bu yüzden bu kadar tanıdıklardı. Bu yüzden deli gibi o çocuğu arıyordum.

Artık hayal meyal duyuyordum kadının söylediklerini, aklıma büyük bir toz bulutu gibi uyku çöküyordu. Kafamda yankılanan tek bir soru vardı artık. “Ben Rüzgar’sam peki sen kimsin?”

Kadın o çarpık gülümsemeyle tekrar baktı suratıma. “E hadi ama, bu kadar ipucu verdim. Artık hatırlıyor olman lazım. Gerçekten bilmediğini mi söylüyorsun şimdi? Her şeyi tekrar ve temelli unutmadan önce hafızanı biraz daha zorla bakalım.”

Ben de tüm dünyanız başınıza yıkılırken göstermeye cüret edebileceğiniz türde ışıl ışıl bir gülümsemeyle baktım kadına. “İyi geceler Çarşamba.” dedim kafamı soğuk taş zemine koyarken. Adalet yengem de artık oradaydı, Çarşamba Karısı’nın arkasında durmuş gözlerimin içine bakıyordu şefkatle. “Bizi sonsuza dek unut küçüğüm. Bırak da gidelim. Bırak da çarşamba perşembeye korkusuzca varsın. İyi geceler.”

Mercan Aytuna

1986 yılında Tokat’ta öğretmen bir ailenin ikinci çocuğu olarak doğdu. 2008’de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema ve TV bölümünden mezun oldu. Ardından Uludağ Üniversitesi Sanat Tarihi bölümde öğretimine devam etti. Ağırlıklı olarak doğu mitolojileri üzerine çalışmalarda bulundu. Metin yazarı, senarist, okutman ve yardımcı editör olarak birçok projede yer aldı. Hayvan dostu birçok projeye destek verdi. Çeşitli öykü seçkilerinde kısa öyküleri yayınlandı. 2014’te “Atla” isimli çocuk romanı yayımlandı. Yazar, bazen İstanbul’da, çoğunlukla kendi hayal dünyasında kimi zamansa paralel evrenlerde ikamet etmektedir.

Beyza Taşdelen

1996 yılında İstanbul’da doğdum. Fransızca dilinde tamamladığım orta okul ve lise eğitimimin ardından kendimi Galatasaray Üniversitesi Karşılaştırmalı Dil Bilim ve Uygulamalı Yabancı Diller bölümünde Saussure ile didişirken buldum. Şimdilik sözcüklerin neden ve nasıl yan yana geldiğini incelemekten çok onları yan yana koyan kişi olmayı tercih ediyorum.

Salı Sallanır Çarşamba Beyaz Çarşafa Dolanır” için 6 Yorum Var

  1. merhaba, güzel bir öyküydü. özellikle gencecik yaşınıza rağmen kendini okutturan bir öykü kaleme almanız çok hoşuma gitti. Öykülemeyi, temayı sevdim yalnız naçizane şunu da eklemek istiyorum; belki işinize yarar. Cümleler biraz uzun, bir cümlede birkaç fiilimsi var. Bu elbette ifadeyi zenginleştiriyor ama birkaç cümle peş peşe bu şekilde olunca okuyuşu zorlaştırıyor. İki cümle uzun yazıldıysa ardındaki cümle onlardan daha kısa -hatta tek kelimelik bir cümle bile olabilir bu- olursa hem hikaye daha etkili olur hem de okur daha verimli bir okuma gerçekleştirir zira uzun cümleler yorucu olabiliyor.
    hikayede en çok “Adalet Yenge” karakterinin ismini sevdim; alegorik bir ifade olmuş.

  2. İnsanı içine çeken bir anlatım tarzınız var. Farklı bir tat ve his bıraktı bende. Hikayenin konusu ve özellikle finali hoşuma gitti. Ellerinize sağlık.

  3. Merhaba; öykünüzün kurgusunu, gizemini ve akışını çok sevdim. Ellerinize ve o gencecik yüreğinize sağlık. Sizi içtenlikle kutlarım.Bir noktada düşüncemi de eklemek isterim eğer kabul ederseniz. Benzetmeler çok yoğun geldi bana. Bu bir tarz da olabilir tabii ki.

  4. Yazarın üslubu yoğun ve boğucu. Uzun cümleler, yoğun benzetme çabası, kurgunun iyi koordine edilememesi, tutarsızlık, akıcılığın göz ardı edilmesi gibi faktörler genç ve deneyimsiz yazarların düştüğü hataların bir sonucu bence. Ancak öykü ilgi çekici ve metaforlar yerinde olmuş. Yazarın düzenli yazmaya devam etmesi sonucu üslubunun oturacağını, ortaya daha hoş öyküler çıkarabileceğini düşünüyorum.

  5. Merhabalar, hepinize yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Akıcılık ve betimlemeler konusundaki yapıcı eleştirilerinizi bundan sonra gözetmeye dikkat edeceğim. Vakit ayırarak okuduğunuz için tekrar teşekkürler.

  6. Merhabalar,

    Cok hos bir öykü kaleme almissiniz. Sonuna kadar kendini merak icinde okutturuyor. Benzetmelerin cogunda gulumsemeden edemedim. Hepsi kendi icinde cok anlamli olmus, ama konuya odaklanmayi guclestirmisler ara sira. Yine de elinize saglik 🙂

    Ben de bir Saussurezede olarak hayatta size basarilar diliyorum 🙂

    Sevgiler,

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *