İçeri girdiğinde afalladı çocuk. Bu kadar güzel bu kadar geniş ferah ve aydınlık bir mabet görmemişti. İçinde bulundukları yer öyle çok büyük veya çok süslü değildi ama insana huzur veriyordu. Dışarıdan bakıldığı zaman tabanı kare, yan yüzeyleri eğimli ve en yukarıda geniş bir boşluğu olan bir binadaydılar. Ortaya yakın bir yerde yukarıdaki geniş kare şeklindeki boşluğu taşıyan dört büyük sütun vardı. Bina dışarıdan bakıldığında eğimli yüzeylere sahip olsa da içeride duvarlar dikti. Bu da yapıyı sağlamlaştırmış oluyordu. Aslında binayı diğerlerin ayıran en büyük özellikte bu eğimli yüzeylerinin olmasıydı. Doğup büyüdüğü yer olan Vizart’ta ve üç ay süren yolculukları boyunca uğradıkları kasabalarda, kentlerde bu yapının bir benzerini görmemişti. Şu an oturduğu sandalyenin üzerindeyken yaşadığı hazzı aradan uzun yıllar geçse de unutmayacaktı, ama en çok da orada yaşananları.
Anakaranın değişik bölgelerinden gelmiş olan din uluları seçkin öğrencilerini getirmişlerdi Salerna’ya. Neredeyse her bölgeden kişi vardı. En arka sırada duvar dibine dizilen sandalyelere oturtulmuşlardı. Kuzeyden, güneyden doğudan gelenler vardı. Bunlar uzakta ve yakında kurulmuş manastırlara ve mabetlere bağlı din okullarının son sınıf öğrencileriydiler. İçlerinden sadece biri, Khıdara ufak tefek yapısı, kısa boyuyla bu öğrencilerin aralarında en genciydi ne de olsa diğerleri gibi seçme öğrenciydi. Üstelik de üstadı Bruball’a göre seçmelerin içerinde de gözde öğrenciydi. Khıdara’nın kollarına bacaklarına bakarsanız sanki bir zorlamada kırılacakmış gibi olduğunu görürdünüz. Bedenine göre kafası kocaman görünüyordu. Çok kısa kesilmiş saçları bu görüntüyü tamamlıyordu. Bazen arkadaşları kendisine koca kafalı deseler de o iç dolu olduğu müddetçe kafamın büyük olmasının bir sakıncası yok” derdi.
Karşı duvarın dibine yapılan yüksek bir alan konuşanların ve tartışanların dinleyiciler tarafından rahatlıkla görünmesini sağlıyordu. Khıdara, boyu küçük olduğu için diğerlerinin yanında kaybolmuş gibi dursa da konuşan din ulularını, hemen önünde oturan dinleyicinin sağından solundan bakarak görebiliyordu. Daha buraya büyük danışma toplantısına gelmeden konunun ne olduğunu söylemişlerdi kendisine. “Tek Tanrı her şeye yeter mi yoksa her ana başlık için bir Tanrı gerekir mi?” Rivayete göre bu toplantıyı uygar dünyada kendiliğinden oluşan inançları belli bir düzene bağlamak için Yüce Gudinn planlamıştı. Sahne gibi hazırlanan yüksek yerde toplantıyı yöneten efsanevi Rahip Âmâ Madekh’ti. Doksanı aşan yaşına rağmen kendisi için hazırlanan kürsüde oturuyordu. Görmeyen gözlerinin yerine gelişmiş olan sezgileriyle ve en çok da kendisine duyulan saygıyla hiç sorun yaşamıyordu. Madekh’in sağında oturanlar Tek Tanrı fikrini savunuyordu, solunda oturanlarsa Tek Tanrının yeterli olmayacağını her işi takip eden Tanrıların olmasının çok daha iyi olacağını savunuyorlardı.
Buraya Kutsal adaya en yakın kent olan Selarna Kentine iki gün önce inmişlerdi. Kent hatta kent bile denemeyecek kadar küçük yer Khıdara’nın ve konukların çoğunun hoşuna gitmemişti. Ustası Bilge Druball’a, “bu insanlar neden bir saat ötedeki sahile değil de bu kırlığın ortasına yerleşmişler” dediğinde çok basit bir cevap almıştı “Çünkü bu kırlık yer onların karınlarını dolduruyor.” Karşılama komitesinin gösterdiği yerde hem dinlenmişler hem de son hazırlıklarını yapmışlardı. Toplantı için sabah saatlerinde buraya bu büyük salona gelmişlerdi. Önceleri ilginç gelse de konuşulanlar sonrada cümleler ve kelimeler birbirine benzemeye başlamıştı. “Tek bir Tanrının her şeye gücü yeter” diyordu bir taraf. Diğer tarafsa “Bir Tanrı nasıl olurda her işe yetişebilir. Üstelik öyle bir güç çok tehlikeli olur” diye karşı çıkıyordu. Bazen sesler yükselse ortam tartışma havasına girse de çoğunluğunun yaşlıların oluşturduğu konuşmacı kişiler tek düze anlatma şeklini tercih ediyordu. Bir zaman sonra Khıdara’nın canı sıkılmaya başlamıştı.
Sahnede oturanları inceledi bir süre. Kendisi ve tabii arkadaşları Tek tanrıyı savunanların arasındaydı. Üstadı, “her işe her olaya bakan bir Tanrının olmasının işleri karıştıracağını, aralarında rekabet hatta düşmanlıklar oluşacağını söylüyordu. Neredeyse göbeğine kadar inan beyaz sakalları ve en az sakalları kadar uzun saçlarıyla diğerlerinin yanında hemen fark ediliyordu. Bilge Druball ve küçük kafilesi kuzeydeki Orta Denizin kıyısında kurulmuş küçük bir kasaba olan Vizart’tan gelmişlerdi. Kendisini baba bildiği ve hayranı olduğu ustası şimdi orada konuşmacıların arasındaydı. Öyle çok söze girmiyor, kendini belli etmeye çalışmıyordu. Bu da kendisine gören herkes tarafından onaylanan ve takdir edilen bir hayranlık yaratıyordu. Bir an Druballa göz göze geldiler. Çocukta adamda gülümsedi.
Khıdara, diğer konuşmacılara baktığında birbirine benzeyen tipler gördü. Tipler birbirine benziyordu da kıyafetleri farklıydı. Bazıları soğuk yerlerden geldiklerini belli eden abalar içerisindeydiler. Sıcak yerlerden gelenlerse kolsuz gömlek giyiyorlardı. Kiminin üzerinde canlı ve tek renk giysi vardı. Kimileriyse daha renkli elbiselere bürünmüşlerdi. Örneğin Khıyan taraftarları ateş kırmızısı topuklarına kadar inen uzun giysiler içindeydi. Tanrı Okher’in rahibi Uzun Bonosep, oturduğu yerde bile diğerlerinden daha boylu görünüyordu Üzerindeki beyaz bir tunik saflığı temsil ediyordu. İlk bakışta belli olmasa da bir ton koyu bir kuşak belini sarıyordu. Taluyh’un iri yarı rahibi Citnals, koyu mavi bir şalvar ve üzerinde de dizlere kadar uzanan tunik benzeri gökyüzü renginde bir gömlek giyiyordu. Rahipler aralarında farklar olsa da birbirlerinden etkilendikleri belli oluyordu.
Sahnede konuşanlar sözlerini, bazen ses tonlarını yükselterek bazen hemen yanındakine fısıldar gibi sürdürüyorlardı. Delikanlı koca kafasını içinde oldukları salona çevirdi. Üst üste konmuş düzenli taşlardan duvarlar üzerinde yükseliyordu bina. Aslında binanın tamamı bu üst üste konulmuş taşlardan oluşuyordu. Duvarlar üç belki de dört adamın birbirlerinin omuzlarının üzerinde yükselince anca tavana değecek kadar uzundu. Üzerinde normal bir insanın belinden daha kalın kerestelerden oluşan tavan vardı. Onun da ötesinde mavi gökyüzü görünüyordu. “Yağmurlu havalarda ne yapıyorlar acaba?” diye aklından geçirdi. O böyle bakınırken birden salondan bir uğultu yükseldi.
Kafasını hafifçe kaldırıp diğer bakışların odaklandığı yere çevirince salonun sağındaki yüksekçe bir kısımda oluşturulan açıklığı fark etti. Herkesten yukarıda bir veya iki kişinin sığabileceği bir boşluk bırakılmıştı. Çok hafif dışarı taşan bu boşlukta genç bir kadın belirmişti. Hafif uzun yüzü, zarif çenesi ve bukleli, gece siyahı saçları vardı. Küçük burnu ve gülümseyen dudakları aralandığında ışıldayan bembeyaz dişleri yüzünü aydınlatıyordu. Beyaza yakın bir sarı teni zarafetini arttırıyordu. Önce sahnede duranlar ayağa kalktı ve hafifçe eğildiler. Khıdara o zaman övgüsünü hep duyduğu ismin salonu dolduran herkesten büyük bir saygıyla söylenildiğini duydu; Erthil. Hemen ardından bir kadın daha göründü yüksek boşlukta. Daha çocuksu bir yüze sahip kısaca boylu kısa saçlarıyla erkek çocuğu havasında olan biriydi. Yüzünde alaycı bir gülümseme vardı sanki. Bu defa kalabalık ‘İesun’ diye mırıldandı. Bütün salon balkona çevrilmiş ve saygı ile eğiliyordu. Khıdara fazla beklemeden Tanrıça Gudinn soyundan gelen bu iki kişinin önünde eğildi.
Toplantıya katılanlar yukarıdan kendilerini izleyen iki kişiyi gördükten sonra daha da terbiyeli konuşmaya başlamışlardı. “Böyle bir şey kabul edilemez” dedi konuşan Kalın ve gür sesli konuşmasıyla Nulaksa. Sesi oldukça öfkeliydi. “Ne demek hepimizi yok saymak ve nereden geldiğini ve nerede olduğunu bilmediğimiz bir Tanrıya tapmak.” Durdu önünde sıralanan ve konuşma tarzından dolayı korktukları belli olan dinleyicilere baktı bir süre “İşte ben buradayım. Güçlü Tanrım Yüce Khıyan’ı temsil ediyorum. O bizleri düşünüyor, o biz kulları için çalışıyor.”
“Ben yıllarımı bu tür araştırmalara veren ve yüce Gudinn’le birkaç defa karşılaşma bahtiyarlığına eren biri olarak tüm dünyayı var eden tek bir Tanrı’ya inanıyorum. O kimdir derseniz bu kirli ve kavgacı dünyayı düzene sokan, bizleri armağanlarıyla yücelten Gudinn’dir. Eğer o olmasaydı bizler hâlâ mağaralarda yaşıyor, taşlarla, sopalarla av peşinde koşuyor olurduk” Rahiplerin çoğundan daha genç olan Markase’ydi konuşan.
“Dünyayı bilmem ama güzellikleri yaratanın kim olduğunu biliyorum. O dünyayı ve tabii bizleri kurtaracak olan güzellikler Tanrıçası, yüceler yücesi Erthil’dir.” Araya giren Markase’ye itiraz eden başka bir rahip olmuştu. Önce yukarıya kendi özel yerlerinde oturan Tanrıçalara baktı. Belli olacak bir şekilde eğilip selam verdikten sonra “Hangi tanrı bu kadar güzel ve alımlı olabilir” dedi. Erthil’in dudakları zorlukla gülümsedi. Yanında duran kuzenine dönerek “Neden beni böyle bir işe alet ettin” dedi. Tabii söylediklerini sadece yanında duran İesun duymuştu. Bu arada rahip Sistfal mesajını vermiş olmanın mutluluğunu yüzünde gülümsemesiyle belli ederek yerine oturdu.
“Ya Tanrılar birbirleriyle anlaşamazlarsa” dedi o ana kadar sessiz kalan bilge. Yüzler konuşan kişiye, Druball’a döndü. Her yerden öfkeli homurdanmalar geliyordu.
“Tanrılar birbiriyle anlaşamaması diye bir durum olmaz, olamaz.” Nulaksa, ayağa kalkmış kendisinden bir hayli yaşlı Druball’a dönüp adeta ağzından tükürükler saçarak konuşuyordu. “Böyle bir şey olması mümkün değildir. Tanrılarımız birbirlerini tanırlar ve severler. Asla düşman değillerdir.” Kısa bir an suskunluk oldu ve Madekh, elindeki asayla yere vurarak düzeni sağlamaya çalışıyordu. Nulaksa, âmâ rahibi sertçe kenara iterek sözlerini sürdürdü.
“Eğer düşman olsalardı o zaman benim Yüce Tanrım Kıyan, adaleti sağlardı. Çünkü o en güçlü olandır. İstediği anda buraya girebilir ve kendisine itiraz edenlere ölüm saçar.” Son cümlesi adeta bağırarak çıkmıştı ağzından. Başını kaldırdı ve yukarıya tavanın olması gerektiği yere baktı. İşte o zaman boşluktan aşağıya kalın urganlar indi. O saniye yukarıda urganların üzerinde savaşçılar belirdi. Üzerlerini sımsıkı saran kırmızı elbiseler her yerlerini örtüyordu. Tek elleriyle kalın ipi tutuyor diğer elleriyle küçük bıçakları sağa sola savuruyorlardı. İlk bıçaklardan biri bu sözleri sarf eden Nulaksa’nın göğsüne saplandı. Adam olduğu yere yığıldı.
“Neler olduğunu anlamadan iki bıçak özel bölüme atıldı. Ama özel bölme nereden çıktığı belli olmayan kalın perde ile kapanmış, özel bölümde olanları korumuştu. Kısa bir şaşkınlık yaşamış olsalar da kendilerini çabucak toparlayan adamların fırlattığı bıçaklar hedeflerini buluyor ortalığı kan gölüne döndürüyordu. Orada olan herkes, rahipler ve dinleyiciler afallamıştı. İlk şaşkınlıkları geçer geçmez kaçışmaya başladılar. Khıdara, olduğu yerden felaketi izliyor ama bir şey yapamıyordu. İkinci veya üçüncü bıçağın üstadına atıldığını görünce hiç düşünmeden ileri atıldı. Kargaşada herkes dışarı kaçmaya çalışırken o sahneye ustasına ulaşmaya çalışıyordu.
İlk şaşkınlık geçer geçmez muhafızlar ortaya çıktı. Salonun sağında ve solunda bulunan kapılardan giren okçular havada asılı gibi duran dört suikastçıya oklarını fırlattı. Önce sendeledi suikastçılar. Ama katliamlarına devam ediyorlardı. Birkaç adım geriye çekilmiş olan Madekh’in ayaklarının dibine saplandı bıçaklardan biri. Okçular kendilerine gelen bıçaklara aldırmadan yağdırdığı oklarla baskını bir süre sonra durdurmuştu. Dört kızıl fedai yere düştüklerinde yedikleri sayısız ok yüzünden çoktan can vermişlerdi.
O zaman zarfında sahneye fırlayan genç çocuk gördükleri yüzünden afallamıştı. Az öncesine kadar konuşan, fikirlerini düşüncelerini beyan eden adamlar yerde kanlar içerisindeydi. Kimi hareketsizce yatıyor kimileri de yaralarından dolayı kıvranıyorlardı. Ustası Druball’ın yanına varan Khıdara zorlukla nefes alan yaşlı adamı kucakladı. Adam son sözleri olarak “Seni seçtim çünkü sen bu dünyaya düzen getirecek iki kişiden biri olacaksın” dedi ve son nefesini verdi. Genç adamın gözlerinden akan yaşlar baba gibi sevdiği adamın yüzüne damlıyordu.
- Mürşit - 1 Eylül 2024
- Sarm’ın Sonu - 1 Temmuz 2024
- Maratondan Kopmamak - 23 Mayıs 2024
- Küpe Bağları - 1 Şubat 2024
- Garip Bir Rüya - 1 Kasım 2023
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.