Öykü

Sığınak

Çizim: Erdal Gencer
Çizim: Erdal Gencer

Saatin kaç olduğuyla ilgilenmeden zaman geçirmek bizim tek sahip olduğumuz eğlenceydi. Henüz Fatih sayıları yeni öğreniyordu. Saçları kömür siyahı, yanakları al aldı. Bunu göz önünde bulundurursak, bazılarımız için zaman henüz yaratılmamış bir olguydu. Herkeste bulunan bir özellik değildi kömür siyahı saçlar, kumral uzun saçlarımı ve pembe tokalarımı çok sevsem de imrenirdim bu saçlara. Her zamanki gibi adaçaylarımızı yudumlarken, işte böyle bir zamanda ve aynen oturduğumuz yerde bizi ziyaretçiler rahatsız ederdi. Geldiklerini duyar, endişelenir, etrafı toplar, toparlanırdık. Fatih’in kömür siyahı saçları bozulurdu bu arbedede.

Ziyaretçiler dediğimiz kişiler genelde hep aynı kişilerdi, birinci ve ikinci ziyaretçi. En çok da birinci ziyaretçi bizi rahatsız eder, onun yüzünden sürekli kaçışırdık fareler gibi. Tüm ev onun devasa eşyalarıyla doluydu, takım elbiseler, pipo, sigaralık, çakmak, bozuk paralar, gümüş saat, ceketler, kravatlar. Kalın kemer tokasını yeri gelir masa niyetine kullanırdık. Ne yazık ki evimiz tek odaydı, neyse ki de kocamandı, dışarıya açılan devasa uzunluktaki kapıları kendi kadardı. Genişliğinden uzun yüksek tavanı vardı ve bu tavandan upuzun, birçok perde ya da perde görünüşünde elbiseler sarkardı. Dört kardeş rahatlıkla kaçışabiliyorduk bu devasalıkta. Sadece bizi üzen şey biraz kış olmasıydı bazen. O zaman sığınağımızda yaz boyu kullanmadığımız yünlüler en ihtiyacımız olduğu zaman kayboluyordu. Ziyaretçilerin işiydi çokları. Biz de birbirimize sokuluyorduk daha çok.

Maalesef fareler gibi yaşıyorduk kendi sığınağımızda. Canımı sıkan da buydu aslında, neden böyle yaşamak zorundaydık ki? Uzun saçlarımı tarayamıyordum, çoraplarımın dizleri yırtılıyordu bu yüzden. Abim Furkan hasta olduğunda daha bir sorularımı cevaplamaz olurdu. Tek dediği “bi git bi kızım”. Cevap çok basitti halbuki, uzun zamandır görmediğimiz halde hep orada bir yerlerde olduğunu bildiğimiz üç adam boyundaki kurşun gibi ağır, “L” şeklindeki demir yığınıydı. Aynı zamanda içinde gerçek kurşunlar olurdu. Belki de babam hep bu metal yüzünden gergin olur, annem de onu yatıştırmak için babamın üzerine titrerdi. Annemin adı Firuze, babamın adı Ahmet idi. Babamın hiç gamzesi yoktu, annem de nadiren gülerdi.

Bu metal yığını yüzünden kendimizi çok yumuşak, çok kanlı ve taze, çaresiz hissederdik. Annemin anlattığına göre en hızlılarımızdan da hızlıymış bu metalin dokunuşu. Ve dokunduğu yerden kırmızı mumun eriyişi şekillenir, çok geçmeden de acı içinde kabus dolu, uyanamayacağın bir uykuya yatarmışsın. Daha yetişkin bir dilden anlatmıştı bunu ama ben böyle anlamıştım.

O metali görmeden geçen uzun zamanda, hayallerimizin köpürdüğü, neşemizin coştuğu zamanda, üstüne üstlük evimizin duvarına bir çivi daha çakıp babam anahtarlarını oraya taktığında bir şey oldu. Şu keskin soğuk, koca metal yığını yine yerleşiverdi antrenin kıyısına, halıların altına, kalın kalın halıların. Gömleklerden, iç çamaşırlardan oluşan halılar. Dokunmaya dahi korktuğumuzdan hiç birimiz yanına yaklaşamadık. Annem gözleri uzaklara bakarak otomatik bir sesle “Jacob Grimm okuduğun yeter, biraz da Jonathan Swift oku” deyiverdi, huzursuzluğunu sezdim, nefesindeki titremeyi. Babam çevirmeli tuşları olan ahizeyle konuşmasını bitirdiğinde ikisi de derin bir soluk aldı, ama rahatlamadan dolayı olmadığını biliyordum. Yeni başlayacak bir sıkıntıya hohladılar. En küçük kardeşim Âdem bu ses karşısında güldü ve elindeki lego parçasını salyalı ağzına götürdü. Kendi oyun alanına gömüldü.İki tavşan dişi vardı.  “Alkolik” lafını ilk o zaman duymuştum.              Babam tırnaklarını ısırırken, annem böyle çıtkırıldımdı. “Böyle” derken boynumu sağ omzuma doğru büküyorum. Üçüncü ziyaretçi de işte tam bu sırada göründü ve her şey bundan sonra başladı. Adem salya sümük ağlamaya başlarken onu zar zor sakladım süveterlerin arasına. Sığınağımız.             Üçüncü ziyaretçi, metal yığınını fark etmeden antrenin bir köşesine, içi kuru ot dolu dev bir çuval sıkıştırdı. Bu hareketinden dolayı artık sığınağımız farklı kokmaya başladı. Birinci ziyaretçi babam gibi yürüyordu, bunu fark ettim o sıra. Ve bir de ikinci ziyaretçiyi, annem gibi giyiniyordu. Üçüncü ziyaretçi kimseye benzemiyordu çünkü, belki biraz babama, ama çok az.

Tüm bunlar olup biterken ruhsuz ve tepkisiz abime değil de Fatih’e sığındım, Adem salyalarından ufak bir gölet kurmak için yeterince meşguldü zaten. Fatih’in de bihaberliğinden sıkıldım bu sefer, ona şöyle dedim,

“Artık büyüme vakti geldi Fatih, anlamanı istiyorum artık, bizi tehlikeli zamanlar bekliyor, üçüncü ziyaretçinin adı ‘baba baba’, annemle babam öyle diyor ve tehlikeli görünüyor, bizi burada görmemeli, gözünü dört aç”.

Fatih de şöyle dedi “bizim ne zaman robota dönüşen kamyon oyuncağımız olacak?”.

Kış günü orada yatan metal yüzünden daha çekilmez hale geliyordu. Bu metal etrafındaki tüm ısıyı yutarken, dışarıda da şiddetli bağrışmalar duyuyorduk. İyi ki evimizdeydik, sığınağımızdaydık. O bizi koruyordu. Eskiden olsaydı robota dönüşen kamyon oyuncak için hülyalara ben de dalardım, bağrışmaları duymazdım Fatih gibi. Üçüncü ziyaretçi geldi geleli istemeden büyüyüvermiştim. Resim de yapmaz oldum. Hatta gizlice arakladığım sigaralardan birini deneyesim geldi bir köşe başında. Çok fazla büyüdüğümü hissettim. Korktum. Bir haftada bu kadar büyümemeliydim.

Yine bağrışmaların olduğu ertesi gün sığınağımıza bulaşan o garip otun kokusu daha da kalınlaşırken ve ne hikmetse tüm ailenin sarhoş gibi sallandığı, sanırım adını bilmediğimiz bir gribe yakalandığımız sıra gürültüler bir şeyler ifade etmeye başladı, kelimelere bürünüp şekillendiler. İnsanmışçasına, sesi dalga dalga gür çıkan bedeni varmışçasına.

“Peki bu ne? Peki bu ne?” anlamına gelen bağrışmalar. Herkes saklandığı delikten çıkamazken aniden kafamızda dans eden bir peri kızı dolaştı sandım göklerde, gök yerine askılıkların asıldığı tavan vardı, gözlerim kapanıp başım önüme düşüyordu ikide bir. Göz kapaklarımı çirkin ve kıskanç diş perileri aşağıya doğru çekiyordu da ben bu güce karşı koyup peri kızını görmeye çalışıyordum. Kısa yeleklerin ve uzun trençkotların arasında kaybolan bir peri kızı. Tehlikeli geliyordu kulağa vücut bulmuş sesler. Üçüncü ziyaretçi. Tükürükler saçan kocaman açılmış bir ağız. Açılmış sonuna kadar ve çıkamamış bir sersem. Kapı. Kaçamamış bir şekilde olduğu yerden. Kaskatı kesilen.

“Peki bu ne?”   Evin sallanan zemininden metal yığının ve içi ot dolu delik çuvalın kaldırıldığını anladım. Koku dalga dalga yayıldı avucuna aldığı küçülmüş gibi görünen çuvaldan ve korku da diğer avucundan, küçülmüş gibi görünen metal yığınından. O çuvaldı belli ki bizi hasta eden. Ben turkuaz bir gömleğin içine saklanmıştım. Gölgelerdi tek görebildiklerim. Annemin ağlarken çektiği iç sesleri geliyordu kulağıma.

“Sana soruyorum bu ne?”

Bir patlama sesi duyduk. Paaat diye.

Kulaklarımız çınladı hep, birkaç yıl çınladı, belki de Fatih’in donmuş gözlerinden dolayı zaman kömür karası bir lastik gibi esnedi, uzadı. Zaman aynaydı aynı zamanda, üzerimize sıçrayan kırmızı mum eriyiklerini gördük. Adem’in yerdeki salya birikintisine düştü bir damlası, karıştı, karışırken pembeleşti. Upuzun kapımız açık kalmıştı çünkü. Ardı sıra ağzımız da. Çıt ve güm. Ağır bir kütlenin yere düşme sesiyle uyandım girdiğim delikten. Birinci ziyaretçiyi severdik, klasikti, babam gibi kokardı; aksine yaşlı “baba baba” bir şeyleri değiştirmişti, kötü değişimlerdi yarattığı sessizliğe bakarsak. Yine de dev kalıbı ve elinde tuttuğu metal yığınıyla asla devrilmeyecek bir insan imajı çiziyordu.  Bir takım olaylar daha gelişti, hatırlayamadığım rüya gibi olaylar. Mesela annemin iç çekişlerinin annemden çıkması imkansız uğultulu haykırışlara dönüşmesi gibi. Helvadan yapılmış bir tabutun içinde Arapça bir şeyler okuyan cami hocası geliyor aklıma, şaka gibi.

Evi terk etmek zorunda olmak, devrilmeyecek insanı devirebilen evsizleri de getiriyordu akla… İki bin on iki model Mercedes’imizi de bırakıyorduk geride, içinde en nadide takımların, halıların olduğu lüks evimizi de. Perde gibi ceketlerin üzerine sinmiş kahve kokusunu unutamayacağım. Uzun kapısını, askılıklarla dolu tavanını. Evimiz sığınağımız olmuştu her daim ve şimdi gitmek istiyorduk. Babam o olaydan beri hiç gelmemişti zaten evimize. Alt katta, dev rugan ayakkabıların olduğu kata da baktım ama hiç göremedim onu, özledim çok.

“Baba baba” isimli bu adam ağlarken şöyle dedi;

“Oğlum, canım oğlum, nasıl oldu bu, nasıl yaptım bunu sana”.

Yalan tabi, biz öyle demiş olsun istiyorduk ama hiç öyle dememişti. Sus pus. Tepkisiz. Hiçbir şey olmamış gibi. Ondan ne ağlama sesi. ne de anlaşılır kelimeler duyduk dört kişi evimize ve sığınağımıza veda ederken. Hali de bir şey anlatmıyordu, birazcık süt dökmüş kedi havası hissetsem, boynunu bükse böyle, buna bile razı olacak, belki rahatlayacaktım. Annemin o zamanki titreyişleriydi belki de hala beynimde kıvranan artçılar…Ve üçüncü ziyaretçiden kıvranarak çıkmasını istediğim laflar… Sığınağımızda geçirdiğimiz kendini özleten, geri döndürülemez, izi sürülemez anıların boğulması gibiydi tüm bunlar… Saçlarım belime geliyordu, ne güzeldi, ama o gün kısaldılar…

Sığınak” için 12 Yorum Var

  1. Güzel bir düşünceyle başlamış hikayeniz fakat, o küçük ailenin – artık tahtakuruları mı.. bakteriler mi.. periler mi.. Neyi düşünerek yazdığınızı bilemeyeceğim.. – sürekli olarak, dolabın içinde yaşıyor olmalarını okuyucunun gözüne gözüne sokmanız beni rahatsız etti. En başından beri anlaşılan bir olguyu her paragrafta hatırlatmanız kaleminizin başarısını ve bütün olarak yazınızın kalitesini düşürmüş..

  2. “Birinci ziyaretçi babam gibi yürüyordu, bunu fark ettim o sıra. Ve bir de ikinci ziyaretçiyi, annem gibi giyiniyordu. Üçüncü ziyaretçi kimseye benzemiyordu çünkü, belki biraz babama, ama çok az.”

    Sevgili Menekşe, evet, başarısız ve kalitesiz bir yazıya harcadığın israf olan vaktin için yüzlerce defalarca özür diliyorum. “Dolap” ya da “gardırop” lafını kullanmadan yazılacak bir öykü tasarladım, hatalıyım, sayfanın en başında koskoca “gardırop” yazarken bunlar olmamalıydı. Oysa ben de tam olarak senin gibi olayları ince elemeye çalışmayan, üstünkörü okuyan karizmatik, zeki ve kalitenin, başarının ölçütlerini sonuna kadar bilen bayanlara atfen, gardırop olduğu anlaşılsın diye her paragrafta kasıtlı olarak bunun ipuçlarını verdim. Ne hikmetse tahtakuruları, bakteriler ya da periler kadar ufak bir aileyi ele almadığımı da anlayacağını düşürünürdüm böyle zeki ve dikkatli okuyucuların. Küçük bir kızın yaşadığı travma yüzünden hikayeyi farklı anlatması, oyun alanı olan gardıroptan izlediği aile portresini rüyalara karışık gibi hatırlaması ve kabullenemediği babasının ölümünü elbette anladığını biliyorum(!). Bazı yazılarda Anton Çehov’un akıcılığını, Mehmet Akif in netliğini ve Sabahattin Ali nin vizyonunu aramamak lazım gelir diye düşünen sakar bir yazar olarak Edgar Alan Poe’dan, Clive Baker’dan, Teoman Ali’den, Hasan Ali Toptaş’tan metinler okumanın da faydalı olacağına inanırım. Neyse, kötü öykümde anlaman gereken en önemli nokta şuydu, olay gardıropda geçmiyor!

    1. Şahsen okuyunca (ikinci okumamda) söylediğiniz anlamı çıkarmıştım ama Menekşe’nin yorumunu okuyunca “daha konusu ön planda, hiç olmazsa Kayıprıhtım ruhuna uygun fantastik bir eser çıkabilir” diye düşündüm… Keşke karafatmalar olsaymış başrolde… Ancak anlatım dilinizdeki karmaşa yüzünden gerçekten okurken zorlandım… Sözünü ettiğiniz yazarları okumadım belki ondandır, ama bence iyi bir yazar herkesin anlayacağı bir dille hitap etmelidir okuyucularına…

      betimlemelerinizi kısıp, konu, mekan ve kurguya daha çok önem verirseniz bu sorunun üstesinden geleceğinize inanıyorum… Ellerinize sağlık.

      1. Yapıcı eleştiri için teşekkür ederim Immortal. Evet, kişisel olarak ifade edebileceğiniz “herkesin anlayacağı bir dilin iyi olması” genel geçer bir olgu olmamakla beraber, (alıntılar yaparak bu şekilde düşünen sadece ben değilim diyeceğim) Ahmet Telli nin savunduğuna benzer düşünüyorum, “yazar anlatmaz, herkesin kendine göre anlayacağı imgelemleri ortaya çıkarır”, ne kadar etkili imgelemler çıkarırsa o kadar etkili bir yazardır diye. Ben aslında kendimi “yazar” olarak dahi görmüyorum, sadece düşüncemi savunuyorum. Ve Kayıp Rıhtım’ın özüne aykırı bir öykü yazmak için değil de, öykü içinde öykü, fantastik içinde gerçeklik hissi ya da tam tersi bir şeyler kurgulayarak yazmamdan dolayı karmaşa oluşmuş sanırım. Ama bir gün kasıtlı olarak ifadelerime bir sis perdesi örtmekten vaz geçersem, savunduğum postmodern yazma şekli, imgelermlerin herkese göre değişmesi olayından da vazgeçmiş olacağım.

        Net, sade, anlaşılır şeyler de yazabilmek yürek ister, basit olan daha karmaşıktır aynı zamanda. Ama Van Gogh ya da onun benzeri modern resmi başlatanların da “net” ve “anlaşılır” olmaları konusunda çok baskı gördüklerini düşünürsek, bazen “anlaşılmasan da tarzının eleştirilmesine kulak asmamalısın” demek lazım. “Tarz” dediğimiz şey de zaten “olay”ın ta kendisi bu durumda.

  3. Eleştiriye kapalı kulaklarla önünü göremeyen, kendini beğenmiş, yazar olma yolunda ilerleyen biri için fazla iddialı laflar kullanıyorsunuz.. Hasan Ali Toptaş görseydi bu yorumunuzu emin olun sizden utanırdı. Başarı ve terbiye sizinle olsun. Özür dilerim siz zaten çok başarılısınız bay mükemmel. Affınıza sığınırak, haddimi aşarak tebriklerimi sunuyorum.. 🙂

    1. Estağfurullah, Hasan Ali Toptaş hiddetli yorumumu görse utanırdı elbet doğru diyorsun, benim gibiler de lazım diye düşünüyorum. Ağzı olanın konuştuğu bir yerlerde, bir şeyler yapmaya çalışanlara ükelaca yorumlar yazmanın eleştiri olduğunu düşünenler varken hele 🙂 Menekşe, senin yaptığın tek eleştiri “her paragrafta bir şeyleri gözümüze sokar gibi vıdıdı” demendi. Ben onun açıklamasını yaptım, ama diğer satırlar buram buram karşıdaki insanı zedelemeye meyilli kelimeler. Yol yordam diye bir şey var, üslup ve adap diye de bir şey var. Eleştirirken kimin samimi, kimin küçümseyici olacağını bilecek kadar olgun bir yaştayım. Yaşıma yakışmaz şekilde de çocuk gibi olmamdan dolayı eleştiriye kapalı görünüyorum. Hayır efendim, saldırsın okuyanlar, bilelim ne düşünürler. Sonra da atışalım, bu gayet normal benim için 😉

  4. Yorum yazmamayı düşünüyordum; ama üstteki yorumları görünce vazgeçtim. Ben de diğer arkadaşlara katılıyorum. Öykü dilinde karmaşa var ve bu durum, okuru epey zorluyor. Ben de öyküyü iki kez okumak zorunda kaldım. Şunu da unutmamak lazım, burada yorum yapanlar hem okur hem de (amatör veya profesyonel) yazar; yani öyküler daha ayrıntılı ve farklı bir gözle okunuyor. Bunun için, bence buradaki arkadaşlardan alınan yorum, eleştiri, öneri çok değerli ve yararlı. Son olarak, biz burada yarış içinde değiliz, gerilmeye gerek yok.

    1. Evet, eleştiriler değerli benim için. Ben yazdıklarım iki kere okunsun, iki okumada da farklı imgelemler sunsun diye yazdım. Bu durumda -okuyucuyu sıksa da- amacıma ulaşmışım. Ama ilk okunduğunda, hiç bir şey anlaşılmıyor, hiç bir şey hakkında fikir vermiyor, ve acaba böyle mi diye sordurtmuyorsam, o zaman amacıma ulaşamamışım.

      Gerilmeye gerek yok tabi, “başarı” ve “kalite”nin ne olduğunu bilircesine yazılan yorumlar haricinde.

  5. dili yoğun kullanmanın okuyucuda yarattığı karmaşadan; hatta karmaşadan ziyade kafa karışıklığından zaten bahsedilmiş. ben kendi halinde bir okuyucu olarak edebiyata böyle yaklaşılmasını eleştiremem. bu tarz benzer kelimeleri defalarca farklı yapılarda kullanarak bilinçaltına bir tema, bir konsept gönderen eserler benim için okuması zor ve uğraş dolu eserlerdir. bu eserleri yazmak büyük risk gerektiriyor, işte sıkıntı da burada doğuyor. bu temayı bir şekilde okuyucuya ulaştırmak temel amaç olduğu için ulaştıramayan ya da kendi istediği şekilde ulaştıramayan yazarlar başarısız bulunuyor. senin başarın bize gardırop içinde yaşayan insanların yaşadığı hüznü veya duyguyu aktarabilmendir diye düşünüyorum. bu açıdan bence gayet başarılı bir yazı. böyle yoğun harç kullanılarak yapılan eserler; müzik, edebiyat, görsel sanatlar… sanatı alan insanların zevkine göre eleştirilmez. dinlediği müzikteki birikimle giden ve benzer bir dizilimle takip eden ezgileri seven insanlar böyle öyküleri de seveceklerdir. tool kafasında, pink floyd kafasında bir öykü olmuş. amatör olduğun için o grupların adını verdim. eline sağlık. kafa çalıştıran, yoran, yoğun bir öykü olmuş.

  6. Arkadaşlar bence abartmışsınız. Menekşe açık bir şekilde sert olmamış ama yazarın bam teline bastığı belli. Bence yazar haklıda. öykünün altına patavatsızca başarı düşmüş dememeli insan. Yazar sizin gibi açık ve net olmak zorunda değil. Bence gayet iyi yazmış.

  7. Başarı her zaman için en iyiye ulaşmaktır diye düşünüyorum. Kendisinin en iyi olduğunu savunan birisi zaten benim gözümde başarısızdır.
    O benim fikrimdi, seçkideki çoğu hikayeye göre kaliteli ama kıyaslama yapmıyorum, tek başına hikayeye bakıyorm. Ki ben zaten Erdal Bey’e kaleminin iyi olduğunu, fakat sürekli okuyucunun gözüne bir şeyleri sokuşturmasının hoş olmadığını, yazının kalitesinin önüne geçtiğini söyledim. Bunda kötü ne var? Ağır bir eleştiri mi yapmışım, saygısız mı davranmışım da sevgili yazarımızın bam teli çınladı, bana o ağır lafları kullandı. Hikayeyi de bir kez okudum. Ben de Erdal Bey’in anlatmak istediklerini yorumlarında okuyup da tekrar okusaydım belki öyküsünü tam olarak o şekilde anlayabilirdim ki bana verdiği cevaptan sonra “demek ki bunu düşünmüş” dedim.
    Hikayenizi küçümsemedim Erdal Bey -ne haddime!- siz eleştiriye kapalı bir insansınız, bu yüzden yaptığım yorumda gözünüze sadece “başarınız düşmüş” kısmı görünüyor ve bağırıyorsunuz bana ağır ithamlarda bulunarak .. Bakınız .. Yaptığım yorum sayesinde bir çok insanın dikkatini çekti öykünüz ve okuyup yorum yaptı insanlar,buna mutlu olmanız gerekirken, yani öykünüzün okunduğuna ve öykünüze kafa yorulduğuna, bana yaptığınız yakıştırmalar hiç hoş değildi.
    Yolunuz açık olsun. Söylenecek başka söz yok.

  8. Anlatım tarzı belki biraz ağdalı ve okuyucu açısından bakıldığında ancak her cümle tekrar tekrar okununca resmin tamamını görmek mümkün oluyor. Okurken beni de zorladı ama bu bir tarzdır. Beni zorlayan bir tarz da olsa bu anlatımı beğenen insanlar da mutlaka var. Zaten tarz renk gibidir. Bana güzel gelen kırmızı başkasına gözü yoran bir renk gibi gelebilir. Tamamen kişisel tercihler söz konusu. Ben de okurken tekrar tekrar her cümleyi okumayı sevmem ama bazı yazılar vardır ki buna değer. Sinema için de aynısı geçerli. Christopher Nolan’ın anlatım ve çekim tekniğini sevmem. Bana göre onun çektiği filmleri izlemesi zor olan filmlerdir. Filmin yarısında defalarca bir önceki sahneyi geriye alıp tekrar izlemek isterim. Karakterlerin diyologlarını tekrar görmek zorunda olduğumu hissettiğim için adamın çekim tekniğini genel çerçevede sevmem ama kaliteli işçiliği sebebiyle filmlerini severim. Bana göre filme başladın mı zaman nasıl geçmiş anlamamak, o filmi çeken yönetmeni beğenmem için en önemli kıstastır. Buna rağmen Nolan gibi istisna yönetmenlerin eserlerini de mutlaka izlemek isterim. Çünkü anlatımları için kasten oluşturdukları karmaşayı aktarış şekilleri cezbedicidir. 2006 yapımı The Prestige böyle bir filmdir. İzlemek zorlar ama buna değer.

    Bu noktada önemli olan sevmediğiniz bir tarzda kaleme alınmış bir eseri biraz daha olumlu eleştirebilmek ve bu tarza gelen eleştirileri de yazarın olumlu karşılayabilmesidir. Yani yorumcular için de yazar içinde karşılıklı söylenenleri olumlu algılayabilmek ve olumlu yanıtlayabilmek gerekli. Sağlıklı fikir alışverişi ancak bu ortamda olur.Diğer türlü karşılıklı sataşmaya dönük yorumlar yazmanın yeni fikirler edinme yolunda olumlu bir katkısı olmayacaktır. Ben yazarın emeğini ne kadar önemli görüyorsam eleştirmenlerin yorumlarını o kadar önemli görüyorum. Bence hoş olmayan ve tartışmakdan çok sataşmaya dönen bu mesele artık uzatılmayıp, karşılıklı saygı çerçevesinde son bulmalı.

    Yazara yazısı için yorumculara da değerli eleştirileri için teşekkür ederim. Tarayıcımın yerimlerine site adresini daha önce eklemiştim ama yazıları ve yorumları okumaya fırsat bulamıyordum. Ama bu sayfanın çok değerli fikirlerin değiş tokuş edildiği, güzel bir ortam olduğunu görüyorum.Bundan sonra her hafta münkün olduğunca öyküleri takip etmeye çalışacağım. Herkese iyi günler dilerim.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *