Öykü

Sıradan Bir Çöl Rehberi

Sami, sıradan bir çöl rehberiydi. Hatta o kadar sıradandı ki çölü geçmek isteyen bir müşteri için kendisinin de aralarında olduğu on tane rehber, hayır beş tane rehber, hayır hayır sadece iki tane rehber yan yana dizilse yine de kiralanan ilk aday olmazdı. Uzun sayılacak bir boyu, hayli hatırı sayılır bir göbeği vardı ve hayattan beklentisi de tıpkı kendisi gibi çok sıradandı. Karnını doyurmak, fırsat bulursa içmek ve yeterli birikimi yaptığı zaman da evlenmek… Kum rengi bir şalvarı, göbeğine bağladığı kırmızı bir kuşağı, eskilikten tarihi eser sayılabilecek yeşil yeleği dışında yalnızca düğünlerde giydiği ama yıllar önce ikinci el aldığı pantolon ve gömleği haricinde başka hiçbir şeyi yoktu. Ha bir de belinden hiç ayırmadığı keskin kısmı ortalama bir el uzunluğunda hançeri ki kendisini savunmak için değil sadece adet yerini bulsun ve yemek yerken kolaylık olsun diye taşırdı. Çölü aşmak isteyen müşterilerine rehberlik ederken başına sardığı beyaz eşarbın altında kısa kıvırcık saçlar taşırdı. Her zaman saçlarını uzatıp hikâyelerdeki kahramanların yaptığı gibi savura savura etrafına çalım atmayı düşlese de bir çöl rehberi için uzun saç, alev gibi yanan güneşin altında işkence çekmek demekti ve kendine dair en çok özen gösterdiği şey ise dudağına oranla ince bıyığı ve çenesindeki seyrek sakalıydı. Her bulduğu fırsatta sakalını ve bıyığını düzeltmekten geri durmazdı.

Çöl ülkesi olarak bilinen Dyenar’ın Tarafsız Ovayla sınır olduğu Çöl Sınırı kasabasında ya da yol onu götürdüyse Dyenar’daki şehirlerden birisinde bulunduğu sırada rehber arayan hanlarda takılır ve müşteri beklerdi. Her ne kadar Dyenar’a başka yerlerden çokça tüccar ya da gezgin uğrasa da Sami’nin bazen bir haftadan fazla müşteri bulamadığı olurdu. Çünkü dışarıdan bakıldığında hantal ve iş bilmez bir etki bırakırdı insanların gözünde. Üstelik konuştuğu zaman da ne yazık ki kelimeleri yutarcasına, mırıldanmadan biraz daha yüksek bir sesle kendisini ifade ettiği için müşteriler başta kaybolmak olmak üzere çeşitli tehlikelerle dolu çölü onunla aşabileceklerinden şüphe ederlerdi. Ancak Sami bugüne kadar kimseyi yarı yolda bırakmamıştı ve onunla seyahat eden herkes aslında ne kadar iyi bir rehber olduğunu sonradan mutlaka fark ederlerdi. Çünkü o daha yürümeye başladığı andan itibaren tıpkı kendisi gibi rehber olan, yıllar önce kaybettiği babasıyla yolculuk yapmaya başlamıştı ki dedesi de bir rehberdi. Yani bu meslek aslında onun kaderiydi bir yerde. Sami’nin bu kadar erken yaştan itibaren yolculuklara başlamasının tek sebebi anne ve babasının ilk çocuğu olmasıydı. Kendisine yakın yaş aralıklarında beş kardeşi daha olsa da onun talihsizliği ilk doğmasıydı. Eğer bir gün babasına bir şey olursa ailenin idaresini büyük erkek evladın devralması Dyenar’daki yazılı olmayan kanunlardan bir tanesiydi.

Uçsuz bucaksız yer yer altın sarısı, yer yer kahverengi ve gri olan çöl, her ne kadar bilenler için aşılması nispeten kolay olsa da sürprizlerle dolu bir enginlikti ve yabancıların çölde bir rehber tutmalarının en temel sebebi ise aslında gidebilecekleri belirli bir yolun olmamasıydı. Bir yerde yol olması demek oraya aslında hakim olunduğunun ya da ele geçirildiğinin bir işareti anlamına gelebilirdi. En azından oraya söz geçirilebilindiğini gösterirdi. Mesela ormanlarda, uçsuz bucaksız ovalarda hatta dağlarda bile yollar olurdu. Ama bir çöle asla yol yapamazdınız. Çünkü çöl ele geçmeyecek, egemen olunamayacak kadar asi ruhluydu ve son sözü her zaman o söylerdi.

Her yeri kaplayan kum çöle yol yapmayı mümkün kılmıyordu. Bu da yabancılar için çölde tek başlarına seyahat etmeyi imkânsız kılıyordu. Mevsimsel olarak ya da bazen hiç beklenmeyen kum fırtınaları rehberler için bile çok tehlikeliydi. Bir an her şey sessiz sakin ve huzurlu görünürken bir sonraki an kendinizi nefes bile alamayacağınız kadar şiddetli bir fırtınanın içinde bulabilirdiniz. Bu eğer yol yaparsanız ertesi gün kumla kaplanıp silineceği anlamına gelirdi. Diğer yandan bir rehber sizi başka tehlikelere karşı da elinden geldiği kadar korurdu. Dyenar çölü çok tehlikeli hayvanlara ev sahipliği yapardı. Yanınıza kadar sokulana dek ve hatta sizi sokana kadar fark etmeyeceğiniz yılanlar, yılanlardan daha sinsi akrepler, çok daha derinlerde yaşayan, buldukları her şeyi yiyen üç metrelik kertenkeleler ve beyaz aslanlar bu diyarlarda hüküm sürerdi. Her ne kadar Dyenar kralı hırsızlara, yol kesenlere ya da soygunculara göz açtırmıyorsa da yine de bu hiç tehlike oluşturmadıkları anlamına da gelmiyordu.

İşte bir rehber tüm bu tehlikeleri bilerek ve hayatları pahasına bu riskleri alarak işlerini yaparlardı. Çünkü eğer yapmazlarsa her şeyden önce kendi canları tehlikeye girerdi. Rehberlik yaptıkları müşterilerin önlerinden gider, etrafı tararlar ve bir tehlikeye karşı sürekli tetikte olurlardı. Geceleri az uyur hem develeri hem de müşterileri ellerinden geldiği kadar korumaya çalışırlardı. Aslında tüm bunları alt alta yazınca Sami bir çöl rehberi olacak son kişiydi. Ne doğru düzgün dövüşmesini bilirdi ne vahşi hayvanlara karşı koymayı. Üstelik bu kadar yorucu bir işi yapmak onun gibi büyük göbekli birisi için hayli zahmetliydi de. Ama ne olursa olsun ailesine karşı büyük bir sorumluluğu vardı ve yerine getirmek için elinden geleni yaptığı kesindi.

Çölde çalışmak, içinde bu kadar risk barındırdığı için rehberler müşterilerden haklı olarak yüksek fiyat talep ederlerdi. Sami’nin ise bazen yarı fiyatına bile iş bulamadığı olurdu. Sırf bu yüzden kilo verip üstüne başına biraz çeki düzen vermiş olmayı daha önce denese de her seferinde zaten yeterince zahmete katlandığını düşünür ve yeme içme keyfinden vazgeçmezdi. Üstelik ikinci el olsa bile yeni kıyafet demek masraf demekti ve o tüm kazancını annesinin eline saymaktan mutluluk duyardı. Önemli olan ailesinin karnının doyması ve kimseye muhtaç olmadan yaşamasıydı.

Bazı yıllarda bir, bazı yıllarda iki defa mevsim geçiş zamanlarında çölün her yerine yağmur yağardı. Sanki hava tüm yılın acısını çıkartmak istercesine içinde ne var ne yok boşaltır, koca çölde sele neden olurdu. İşte böyle bir mevsim geçişinin arifesinde Sami Çöl Sınırı kasabasında, tabelası yıllar önce kırılmamış olsa üzerinde Kum Tanesi yazan handa oturmuş, bir yandan dalgın dalgın bıyığıyla oynarken bir yandan da bir müşteri bulma umuduyla kapıdan içeri girene çıkana bakıyordu. Burası gerçekten de çok pis bir handı ve ana salon her zaman adeta bir ahır gibi kokardı. Hancı Javid her zaman yeterince su olmadığından dolayı hanı adamakıllı temizletemediğinden yakınırdı ama asıl sebep temizliğin hancının umurunda olmamasından kaynaklanırdı. Zaten müşteri sıkıntısı çekmezken bir de temizlikle kim uğraşırdı ki?

Masaların üzerine serili örtüler kir içinde ve yer yer sökülmüştü. Zemindeki tahtalar o kadar yıpranmıştı ki hanın en kalabalık saatlerinde yerden gelen gıcırtı salonda çalınan müzik kadar yüksek sesle duyulabiliyordu. Köşeleri örümcek ağlarından adeta sanat eserleri gibi desenler oluşturulmuş tavan, tam ortasından kocaman avizeye yerleştirilmiş kandillerden çıkan isle simsiyah görünüyordu. Ancak tüm bu kir, eskilik, düzensizlik ve hatta hana takılan tekinsiz tipler Sami’yi rahatsız etmiyordu. Çünkü kasabadaki görece daha iyi olan Ar’ar adlı diğer handa konaklama daha pahalıydı ve orada kalmak Sami için düşünülemezdi bile. Üstelik handa kaldığı zamanlarda sadece kendisi için değil devesi Çiçek için de ödeme yapardı ve elinden geldiği kadar masraflarını kısmaya çalışırdı.

Salonun en uzak ucunda, köşede oturmuş müşteri beklerken bir yandan da kavurucu öğle sıcağının etkisini bir nebze olsun azaltmak için sirkeden hallice olan şarabını yudumluyordu. Tüm pencereler sonuna kadar açık olmasına rağmen içeriye giren umutla beklenen esinti değil herkesi canından bezdiren kara sineklerdi. Sıcağın ve şarabın verdiği mahmurlukla Sami oturduğu yerde başı önüne düşmeye başlamıştı -ki her bulduğu fırsatta uyumak onun için vazgeçilmez bir alışkanlıktı- hanın kapısından içeri bir yabancı girmesiyle birdenbire adeta ayıldı. Yılların verdiği tecrübeyle ne zaman potansiyel bir müşteri görse hemen tanırdı. Hızla ama sakar bir şekilde ayağa kalkarken yarım kalmış şarap kupasını da düşürdü ve yerdeki kire bir katkı da kendisi yapmış oldu. O daha içeriye giren yabancının yanına varmadan hancı Javid ve iki başka rehber adamın etrafını çevirmişlerdi bile. Sami neredeyse bir haftadır müşteri bekliyordu ve bir an önce bir tanesini bulup yola koyulmazsa kesesi bir hayli hafifleyecekti. Bir yandan müşterinin yanına giderken bir yandan da şansına lanetler okuyordu. Çünkü müşteriyi çevirmiş olan iki rehber tecrübe olarak olmasa da görünüş olarak ondan daha öndelerdi.

“Demek sınıra Elf ülkesine” dedi Javid düşünceli bir ifadeyle bir yandan da sivri sakalını sıvazlarken. “Ne dersiniz çocuklar yardımcı olur musunuz?” diye yanındakilere döndü.

Hancının bu yolculuk işiyle bu kadar ilgilenmesinin sebebi müşteriyi gideceği yere götürecek olan rehberden komisyon almasıydı. Rehber, handa daha ucuza konaklıyor ama eğer müşterisini o handa bulursa hancıya komisyon ödüyordu.

“Ben götürürüm ama biraz pahalı olur sınır çok uzak. Kişi başı on altın eder” dedi kel kafalı yaşlı ama demir gibi sağlam görünen rehber.

“Sen ne fiyat verirsen ben de aynısını veririm. İkimizden birini seç genç efendi” dedi daha genç olanı.

Kişi başı on altını duyan Javid mutlulukla gülümsedi ve tam o an yanlarına gelmiş olan Sami’yi fark etmeden beklenti içinde müşteriye baktı.

Buralardan olmadığı ama bir şekilde duruşundan kendine güvendiği her halinden belli olan mavi gözlü ve beyaz tenli müşteri herkese tek tek bakarken birden gözü Sami’ye ilişti.

“Ya sen dostum, sen beni ve iki arkadaşımı kuzeye çöl sınırına ne kadara götürürsün?” diye sordu yarım bir şekilde gülümseyerek.

Hiç beklemediği bu soru karşısında Sami bir an ne cevap vereceğini bilemedi. Delici bakışlara sahip olan bu adam onun rehber olduğunu nasıl anlamıştı ki? Javid ve diğerleri de dönüp ona bakınca heyecanı daha da artsa da altın kazanma dürtüsü daha baskın geldi ve bir yandan müşterisini tartarken bir yandan da “Hmmmm” diye mırıldanarak düşünmeye başladı. Aslında on altın çok yüksek bir fiyat değildi. Diğer iki rehber makul ölçüde davranmışlardı. Elf ülkesi en kuzeydeydi ve koca çölü geçmek epey yorucu olabilirdi. Ama diğer yandan o da aynı rakamı söylese muhtemelen işi alamazdı.

“Kişi başı yedi altına götürürüm ben” dedi fiyat kırdığı için utanarak.

Diğer iki rehber sinirli bir şekilde önce birbirlerine sonra da dönüp Javid’e baktılar. Ama hancı sadece omuz silkmekle yetindi. Bu yarışı kim kazanırsa kazansın o komisyonunu her türlü alacaktı.

“O zaman tamamdır” dedi mavi gözlü müşteri, iki elini birbirine vurdu ve diğer iki rehbere dönerek, “Teklifiniz için teşekkür ederim beyler” dedikten sonra boş bir masayı işaret edip Sami’yle beraber oturdular.

“Benim adım Maldric” dedi yabancı elini uzatıp.

“Bana da Sami derler” dedi rehber adamın elini sıkarken ve hemen ekledi, “Ne zaman yola çıkıyoruz? Ona göre hazırlık yapmamız gerekecek.”

“Az önce de söylediğim gibi iki arkadaşım daha bize katılacak ve muhtemelen öğleden sonra buraya varmış olurlar. O yüzden ne zaman yola çıkmanın uygun olacağını sen söyle.”

“Hmmmm” dedi Sami bir süre düşünüp. “Eğer arkadaşlarınız gelirse hemen bugün kasabadan ayrılabiliriz. Bildiğim iyi bir rota var ve kuzeye yolculukta bize en az iki gün kazandırır. Peki deveniz var mı?”

Hayır manasında başını salladı Maldric, “Bütün yol hazırlıklarını yapman gerekecek dostum. Üç tane deve ve uzun yolculuk için gereken ne varsa” dedikten sonra öne doğru eğilip, “Eğer bize uygun fiyatlı deve ayarlayamazsan bu yolculuk iptal olur.”

Az öncesine kadar müşteri bulduğu için sevinen rehberin yüzü adeta bembeyaz oldu. Eğer bu fırsatı kaçırırsa uzun bir süre başka bir müşteri bulamayabilirdi. Çünkü bir sonraki gelecek olan müşteri az önce düşük fiyat vererek saf dışı bıraktığı rehberlere ait olacaktı. Ancak onlar müşteri bulup buradan ayrılınca ya da aynı anda birkaç müşteri birden gelirse tekrar bir şansı olabilirdi ki bu durum da pek akla yatkın görünmüyordu.

“Hmmmm. Tamam efendi Maldric, eğer sizin için sakıncası olmazsa develeri kiralamayı öneririm, sizi sınıra götürdükten sonra onları ben tekrar buraya getiririm. Böylece daha ucuz olur sizin için.”

“Anlaştık” dedi yabancı bu defa yüzünün tamamına yayılan bir gülümsemeyle.

Vakit kaybetmeden birkaç deve satıcısına uğradılar ve uygun fiyatlı develer olup olmadığını kontrol ettiler. Dyenar’da atlar da çok değerliydi ama asla bir deve kadar değil. Bu sevimli hayvanlar hem susuzluğa uzun süre dayanabiliyorlardı hem de kum fırtınası çıksa bile yollarına devam edebiliyorlardı. Çöl yolculuğu için çok ideal bir yapıları vardı. Bu yüzden de fiyatları pahalıydı. Neyse ki Sami buralarda hem çok eski hem de sevilen birisi olduğu için bu mavi gözlü müşterisine çok da yaşlı olmayan develer ayarlayabilmişti. Sami her ne kadar çok saf birisi gibi görünse de hem hayat tecrübesi hem de keskin gözleri sayesinde müşterisinin kesesinin bir hayli hafiflediğini fark etti. Hem develer için ödeme yaptığında hem de kendi ücretinin yarısını peşin aldığında yaptığı gözlem ve adamın deve satıcılarıyla yaptığı ölümüne pazarlıktan bu sonucu çıkarmıştı.

Kan ter içinde tekrar hana döndüklerinde bir şeyler içip serinlemeye karar verdiler. Maldric her ikisine de Sami’nin normalde içtiğinden daha kaliteli şarap ısmarladı. Sami’nin fikrine göre bu iyi bir adamdı ve bu kanıya varmasının sebebi iyi şarap ısmarlamasından değil yılların verdiği tecrübedendi. Bazı müşteriler rehberlere gerçekten çok küçük düşürücü davranırlardı ve insan onlarla yola çıktığına pişman olurdu. Ancak Maldric mesafeli olsa da sıcakkanlı birisiydi ve onda insana güven veren bir hava vardı. Ancak bir şekilde adam hiç rahat görünmüyordu. Sürekli etrafını gözetliyor ve sanki her an bir yerden bir şeyler bekliyormuş gibi görünüyordu. Bu durum ister istemez Sami’yi endişelendirmişti. Sırf yolcuların peşinde oldukları için rehberlerin öldürüldüğü de buralarda rastlanan bir şeydi. Ancak bu da işin risklerinden birisiydi ve Sami herhangi bir tehlike olmasından ziyade adamın belli etmemeye çalıştığı tedirginliğinin buralardan olmamasına bağladı.

“Dostum yanlış anlamazsan sana bir soru sormak istiyorum” dedi Maldric.

“Tabii efendi” dedi Sami yayıldığı sandalyesinden hiç istifini bozmadan.

“Hayatta insanın başına pek çok şey gelir. Çölü sensiz geçme şansımız yok. Ama sana bir şey olursa ne yaparız?”

“Umarım olmaz” dedi Sami gülerek, “Ama öyle bir şey olursa suyu ve yiyeceği idareli harcayın ve başka birilerinin karşınıza çıkmasını umut edin” dedikten sonra doğrulup kadehinden bir yudum aldı. “Ya da benim devemi takip edin o sizi eve götürür.”

Maldric bir kaşını kaldırıp sorarcasına bir açıklama bekledi.

“Burada develeri, kaybolurlarsa ya da sahiplerine bir şey olursa diye eve kendi kendilerine dönebilecek şekilde yetiştiririz. Pek çok durumda develer insanlardan daha değerli olabiliyorlar. Eğer bana bir şey olursa ki umarım devem hayatta kalır, o zaman onu takip edin. Sizi benim köye kadar götürür.”

Öğleden sonra Maldric arkadaşlarının gelip gelmediğini kontrol etmek için dışarı çıktı ve Sami de yol hazırlıklarını tamamlamak ve misafirler için alınan develerin ahıra yerleştirilmesi işlerini halletmek için masadan kalktı. Gerçi iki kadeh şaraptan sonra biraz kestirse iyi olurdu ama yapılacak işler buna engel oldu. Bir saat sonra her şey hallolduğunda önce hanın salonuna gitti ama misafirleri göremeyince odasına çıkıp biraz uyumaya karar verdi. Uykuya henüz dalmıştı ki açık penceresinden içeri dolan bağırışlarla gözlerini açtı. Pencereden uzanıp dışarı baktığından kasabanın ileri ucunda insanların yavaş yavaş toplanmaya başladığını gördü. Aynı yönden gelen çığlıklar orada bir sıkıntı olduğunu anlatıyordu. Hemen odasından çıktı ve hanın kapısına geldiğinde Javid’le karşılaştı.

“Ne oluyor?” diye sordu heyecan ve merak karışımı bir sesle.

Böyle durumlarda olay yerine yaklaşmamak gerektiğini iyi bilen hancı, “Bilmiyorum ama kasabanın diğer ucunda kan aktı diyorlar hem de baya bir kan.”

Bu arada hanın önünde de hatırı sayılır bir izleyici gurubu toplanmış herkeste heyecan, korku ve merak uyandıran bu haberi konuşuyor, kasabanın öbür ucuna gidip gitmemenin hesabını yapıyordu. Kasaba halkından bir kısım o tarafa doğru giderken bir kısım da o taraftan hızla kendi taraflarına doğru geliyordu. Kendi taraflarına doğru gelen insanların adımlarında korkudan kaynaklı bir acelecilik vardı.

Derken o kalabalığın içinden birisi Sami’ye seslendi. Çölü geçmek için onu kiralayan müşterisi ona el sallıyordu. Hemen arkasında bir kolunu omzuna attığı güzel mi güzel bir kıza destek olarak, yürümesine yardımcı olan uzun boylu gençten bir adam daha vardı.

“Ah Sami biz de sana geliyorduk, bak onlar sana bahsettiğim arkadaşlarım ve tavsiyene uyup hemen yola çıkacağız” dedi Maldric arka tarafı işaret edip arkadaşlarını göstererek.

“Hoş geldiniz efendiler” dedi rehberleri, mırıltıyla, konuşma arasındaki bir tonda. “Az önce büyük bir olay olmuş” dedi bir yandan da adamın patlamış dudağına bakıyordu.

“Hiç sorma dostum, yerel çeteler birbirine girdi ve biz de tam ortalarında kaldık” derken çevredeki meraklı insanlar da onları dinlemeye başlamıştı. “Korkudan arkadaşımız bayıldığı için oradan uzaklaşmakta epey sorun yaşadık” deyip siyah saçlı kızı işaret etti. “Hadi hemen gidelim belli ki burası hiç güvenli değil” derken gözleri korkuyla açılmıştı ve bir yandan da patlamış dudağındaki kanı temizliyordu.

“O zaman develeri hazırlayayım” diye cevap verdi Sami ve ona da bulaşan korkuyla hemen ahıra yöneldi.

Sami ahıra girip yolculuk için develeri hazırlarken üç arkadaş da onu takip ettiler ve kız yorgunlukla kendisini yere bıraktı. Uzun siyah saçları neredeyse beline kadar geliyordu ve zümrüt yeşili gözleri o kadar güzeldi ki insan adeta bakmaya doyamıyordu. Uzun boylu olan adam da kızın yanına çömelip matarasını çıkartarak kızın elini yüzünü yıkadı.

Kız en sonunda nerede olduklarının farkına varmış gibi garip garip develere bakmaya başladı. Yüzünde hem merak hem de korku karışımı bir ifade görülüyordu. Bütün yabancılar ne zaman bir deveyi ilk defa görse zaten hep böyle bakarlardı. Tabii ki korkacak bir şey yoktu. Bunlar çok uysal ve sevimli hayvanlardı. Ya da belki Sami’ye öyle geliyordu. Ama zaten bunun ne önemi vardı ki?

En sonunda yola çıkıp kasabayı yavaş yavaş geride bırakmış olsalar da Sami’nin aklı orada kalmıştı. Efendi Maldric’in dediğine göre yerel çeteler arasında çatışma çıkmıştı. Ama bu durum pek akla yatkın gelmiyordu. Çünkü böyle bir çatışma insanların yaşadığı yerlerden uzak, çölün engin derinliklerinde yaşanırdı. Böylece etraftan birilerinin araya girip olayı yatıştırmaları ya da muhafızların müdahale etmeleri engellenmiş olurdu. Ancak bir süre sonra bunları düşünmeyi bıraktı. Her ne olmuşsa yakında öğrenirdi zaten.

Müşterileri onunla aralarında epey bir mesafe bırakmış, kendi aralarında önemli olduğu belli olan bir şeyler konuşuyorlardı. Kulak kabartıp dinlemeye çalışmadı bile. Onun yerine tekrar çöle inmenin hissettirdiği sevincin keyfini çıkarmaya başladı. Çölü geçmek gerçekten zorlu, yorucu ve tehlikeliydi. Ama yine de çölde olmak ona iyi hissettiriyordu. Çünkü bakmayı bilenler için bu sonsuz kum deryası tıpkı tatlı bir büyü gibi insanı etkilerdi. Kahverenginin farklı tonlarında yumuşacık kum tepelerinin arkalarında ne gibi sürprizler barındırdığını asla bilemezdiniz. Çok susuz ve yorgunken bir tepeyi aşıp ileride sizi bir vahanın beklediğini görmek kadar insanın içini mutlulukla dolduran başka bir şey, akşam eve yorgun geldiğinizde kapıyı açarken, gelen siz olduğunuz için gözleri gülen karınızın sıcacık gülümsemesi olurdu herhalde. Ama şimdi kadınları düşünüp güzel hayaller kurmanın zamanı değildi. Bu sonsuz ve muhteşem boşluk kötü sürprizlerle de doluydu. O yüzden insanın gözünü dört açması ve hayallere dalmaması gerekirdi. Çölün kendine has güzelliği her zaman Sami’nin içini ısıtırdı. Belki de dedesinden, babasına, ondan da kendisine kadar gelen bir mirastı bu çöl sevgisi. Kulak kabarttığında rahatça duyulabilecek kendine has sesleri, üzerine uzandığında yumuşaklığından büyük bir keyif alınacak kumları, özellikle de tıpkı şimdiki gibi güneş batarken kumların turuncu ve kızıla boyanması kadar güzel bir manzarayı başka yerde hayal etmek pek mümkün değildi. Bir an sonra başını iki yana sallayan Sami tekrar tatlı hayallere daldığını ve çok önemli bir şey kaçırdığını fark etti. Henüz birkaç hafta olmasına rağmen rüzgâr doğudan esiyordu ve bu hiç iyi değildi. Çünkü bu mevsimde doğudan esen rüzgâr yağmuru getirirdi. Ama yine de moral bozmak için erkendi, bu belki de geçici bir durumdur diye düşünse de kalbinin derinliklerinde neyin yaklaştığını biliyordu.

Hava iyice kararmaya başlarken oldukları yerde kamp yapıp yola ertesi gün devam etmeye karar verdiler. Rüzgâr önemli ölçüde kesildiği için Sami’nin de keyfi yerine gelmişti. Hemen yanında getirdiği malzemelerden ateş yaktı ve hep beraber bir şeyler yedikten sonra tekrar üç arkadaşı yalnız bırakıp biraz daha öteye Çiçek’in yanına giderek çömelmiş olan deveye yaslandı ve etrafı gözetlemeye başladı ama uykuya çok çabuk teslim oldu.

Ertesi gün uyandıklarında her taraflarına kum girmiş olduğunu fark ettiler. Rüzgâr bütün gece esmiş, neredeyse hepsini kuma gömmüştü ve şimdi de şiddetini düşürmeden esmeye devam ederken tekrar yola koyuldular. Sami kendisini çok gergin ve endişeli hissediyordu. Korktuğu başına gelmişti işte.Hemen devesini diğerlerinin yanına yanaştırdı ve Maldric’e, “Bu gece, en geç yarın yağmur yağacak” diye hafifçe bağırdı. “Eski nehir yatakları üzerindeyiz ve yağmur yağdıktan sonra burası çok tehlikeli olur.”

“Hemen yola çıkmamızı öneren sendin” diye cevap verdi Maldric sinirli bir şekilde. “Niye bizi tehlikeli olabilecek bir yerden götürüyorsun?”

“Yağmurun bu kadar erken geleceğini düşünemedim efendi” diye cevap verdi rehber mahcup ama biraz da alıngan bir halde. “Buradan yarım gün uzaklıkta benim köyüm var oraya gidersek yağmur yağsa da sorun olmaz ve orada kalıp yola tekrar çıkarız. Elf sınırına tahmin ettiğimden biraz daha geç varırız sadece.”

Maldric yanındaki arkadaşlarına döndüğünde her üçü de kısa bir an için sessizce bakıştıktan sonra, her iki omzundan da birer kılıç kabzası çıkmış olan diğer adam başını olur anlamında salladı.

“Dediğin gibi olsun efendi Sami” dedi Maldric, tekrar rehbere dönüp.

Ellerinden geldiği kadar hızlı yol alarak öğlene doğru yağmur başlarken köye vardılar ve Sami rahat bir nefes aldı. Misafirleri hemen kalacakları yere yerleştirip kendi evinin yolunu tuttu. Evine varır varmaz annesine kesesini verdi ve ona baba gözüyle bakan en küçük kız kardeşinin o yokken köyde neler olup bittiğini anlatmasını dinledi. Tüm kardeşlerini çok seviyordu ama en küçük kardeşine karşı başka bir düşkünlüğü vardı. Çünkü o daha kundaktayken babalarını kaybetmişlerdi ve küçük kız baba sevgisinden mahrum kalmıştı. O yüzden Sami tüm kardeşler içinde en çok Zahri’ye vakit ayırıp ilgi gösterirdi. Takip eden birkaç gün boyunca hem yağmurların geçişini bekledi hem de misafirleriyle ilgilendi. Görünüşe göre bu beklenmedik aksama misafirler için de iyi olmuştu ve durumlarından hoşnut görünüyorlardı. Maldric’in arkadaşlarından kız olanın adı Janet, erkek olanın adı ise Manas’tı ve onlar da hem kibar hem de nazik kimselerdi. Sami ne zaman onları ziyaret etse her seferinde kendilerini ağırladığı için defalarca teşekkür etmişler hatta köyde kaldıkları süre için ücret ödemeyi bile teklif etmişlerdi. Sami tabii ki bunu kibarca reddetti. Misafir demek misafir demekti işte. Bir karşılık beklemeden kapınızı açar, sofranızı paylaşırdınız.

Misafirlerin şansına köyün düğün mevsimine denk gelmişlerdi. Zaten son bahar yağmurları demek köyde düğünlerin yapılması demek olduğu için ister istemez kendilerini büyük bir heyecan ve hummalı hazırlığın içinde bulmuşlardı. Sami sabaha kadar sürecek olan düğün yemeğinde de misafirlerin yanından ayrılmamış ve fırsat buldukça içmişti. Hatta iş öyle bir noktaya gelmişti ki düğünün ertesi günü kafasının içinde develer kavga ediyormuşçasına bir ağrıyla uyandığında annesi, sabaha karşı onu eve Maldric ve Manas’ın omuzlarında taşıyarak getirdiklerini söylemiş ve hiç mi utanması olmadığını sormuştu. İşte tüm bu macera Sami ve misafirlerini birbirlerine çok yaklaştırmış aralarında hoş bir dostluk kurulmuştu.

Tekrar yola çıktıklarında kuzeye kadar hiçbir sorunla karşılaşmadan kâh sohbet ederek kâh susarak develerini yan yana sürüp Elf ülkesinin sınırına yaklaştılar. “İşte geldik efendiler” dedi Sami yola çıktıklarının beşinci günü bir öğleden sonra ve karşı tarafı işaret edip, “İki dağın arasındaki yolu takip ederek yarım günlük bir mesafe daha gittiğinizde büyük ormanı göreceksiniz.”

“Dostum Sami,” dedi Maldric yarım bir gülümsemeyle, “Seni daha ilk gördüğümde doğru rehber olduğunu anlamıştım” dedikten sonra kesesini açıp ücretin kalanını verdi.

Develeri de teslim aldıktan sonra arkadaşlarıyla vedalaşıp tekrar gerisin geri yola koyuldu. Her ne kadar develer uysal hayvanlar olsa da binicisiz üç deveyi gütmek biraz zorlu olacağı için çok da hızlı bir tempoda ilerlemiyordu. Güneş turuncu ışıklarıyla çöl üzerinde ışık şöleni verirken en sevdiği şeyi yapıp bir kum tepesinin üzerine çıkarak oturdu ve yüzüne vuran ışıkların sıcaklığında geleceğe dair güzel hayaller kurmaya başlamıştı ki görüş alanına deve üzerinde üç kişi girdi. Ancak bu sıradan bir durum olduğu için o yine hayallerinde kayboldu. Bir süre sonra adamların ona doğru yaklaştıklarını fark edip ayağa kalktığında en öndekinin Javid’in hanındaki yaşlı rehber Ubbad olduğunu gördü. Arkasından gelen siyahlar için de yüzlerini sadece gözleri açıkta kalacak şekilde kapatmış adamlar nedense Sami’de anlık bir huzursuzluk uyandırdı.

“Sami bu arkadaşlar seni arıyorlar” dedi Ubbad, ellerini eyer kayışının üzerinde birleştirmiş rahat bir pozisyonda oturuyordu.

Adamlardan bir tanesi yere atlayıp Sami’ye yaklaşırken diğeri Ubbad’ın arkasında kıpırdamadan oturmaya devam etti.

“Merhaba dostum” dedi siyahlı adam, aralarında bir kol boyu mesafe kalacak kadar yaklaştıktan sonra. “Rehberlik ettiğin kişileri arıyoruz.”

Sami belayı gördü mü hemen anlardı. Hele ki bu bela tam karşısında durmuş korkutucu bakışlarını ona dikmişken kemiklerine kadar hissettiği ürpertiyi nafile bir çabayla bastırmaya çalıştı.

“Hmmmm, gördüğünüz gibi yanımda kimse yok efendiler” dedi mırıldanarak. “Onlarla yollarımız ayrıldı, geç kaldınız.”

“Onları nereye bıraktın dostum? Ayrıca bu geçirdiğiniz zaman içinde onların ne konuştuklarını ne planladıklarını duydun mu?” diye sordu adam sevecen bir dille.

Yılanların da sevecen bir dili olur ama gözlerinden niyetlerini anlarsın diye içinden geçirdi Sami. Bu adamın da gözleri bir yılanın ki kadar tehditkâr görünüyordu.

“Bu sizi ilgilendirmez” dedi Sami tüm cesaretini toplayarak.

“Yapma ama kardeşim” diye seslendi Ubbad oturduğu yerden. “Bu efendiler sadece bilgi istiyorlar ve dolgun keseleri var. Ne biliyorsan söyle, ödülünü al ve gidelim.”

‘’Sen de hiç utanma yok mu?’’ diye sesini yükseltti Sami sinirle. ‘’Müşteri mahremiyetine ne oldu? Ben babamdan bunu öğrendim ve bu konuda hiçbir şey söylemeyeceğim’’ dedikten sonra bir adım geri atıp arkasını dönecekken daha ne olduğunu anlamadan çenesine yediği yumrukla o çok sevdiği yumuşak kumların üzerine serildi.

“Lanet olsun siz ne…” derken Ubbad bir an konuşmasına devam edemedi ve ortalığı bir sessizlik kapladı. Sami başını kaldırdığında diğer adamın elinde kanlı bir hançerle onlara doğru ilerlediğini gördü.

“Konuş!” dedi ilk adam, o da eline bir hançer almıştı. “Yoksa sonun arkadaşın gibi olur.”

Ancak Sami konuşmadı, en azından kendi isteğiyle konuşmadı. Daha ilk anda hançerli adamların çok mahir birer işkenceci oldukları anlaşıldı. Suratına o kadar çok yumruk yedi ki bir yandan acıyla ağlayıp bildiklerini zorla söylerken bir yandan da arkadaşlarını ele verdiği için büyük bir vicdan azabı çekiyordu. Üstelik eve bu halle giderse annesinin fenalaşacağından korkuyordu ki kız kardeşi Zahri, Sami hastalandığında bile sanki kendisi hasta olmuş gibi yatağa düşerken neredeyse tanınmayacak hale gelmiş yüzünü gördüğünde kim bilir ne hissederdi…

En sonunda çekip gittiklerinde Sami gözleri yarı açık, parlayan gökyüzüne bakıyordu. O, geceleri kuma yatıp yıldızları izlemeyi de çok severdi. Yıldızlara bakıp hayal kurmak tıpkı batan güneşe bakıp hayal kurmak kadar güzeldi. Üstelik bazen kayan yıldızları da gördüğü oluyordu. Şu anda hissettiği tüm bitkinliğe rağmen ve hatta az sonra öleceğini biliyor olsa da içinde garip bir huzur vardı.

Bu belki gece göğünden kaynaklanıyordu belki de artık her şeyin bittiği bilincinin verdiği rahatlıktı. Zorlu çöl yolculukları, sırtındaki sorumluluklar, her şey bitiyordu. Yanı başında bir ses duyunca zorlukla başını çevirdi ve Çiçek’in hüzünlü gözlerle ona baktığını gördü.

Bu vedalaşma Sami’nin de gözlerini doldurdu. “Üzülme,” dedi fısıltıyla. “Eve git güzel kızım, git ki benden umutlarını kessinler.”

Çiçek bir defa hüzünle homurdandıktan sonra eğilip eski dostunun yüzünü yaladı ve eve doğru yola çıktı.

 

Kürşat HÜRMÜZLÜ

Kürşat Hürmüzlü