Öykü

Taş

“Misred’in bugünkü yönetimi halkını önemserken neden geçmişteki ağaları anmalıyız ki?” diye sorduğum anda üstüme çatılmış kaşlar çevrildi. Halkı zerre umursamadıklarını anlamak zor değildi aslında. Tek dertleri menfaatti. Bozuntuya vermeden konseyin sona ermesini beklemeye başladım.

Konuşulan konuyu takip etmeyi kesmiştim. Zaten bana bir soru yöneltecekleri de yoktu. O yüzden çadırın hemen dışındaki, mabet olarak kullanılan meydana, kulak kesildim. Birkaç dakika içinde bir genç nağmeli bir şekilde seslenmeye başladı. Gencin sesi çok güzeldi. Zaten bu yüzden topluluklarını ibadete çağırmak için seslenen o oluyordu. Ayrıca çağrısının tüm şehre değil de yalnız mabedin çevresine yayılmasından gayet memnundum, fakat bahsettiğim topluluk benimle aynı fikirde değildi. Bu topluluk konseyde çoğunlukta olduğundan, yakın zamanda böyle bir karar alınabilirdi.

Biz konsey çadırından çıkarken bu putperestler mabede doluşuyordu. Tabii onların yüzüne karşı böyle bir ithamda bulunamazdım. Onlar bize putperest diyordu, kendilerine ise yüce bir gücün elçileri. Benim ailemden de kimsenin bu duruma karşı çıkmayışını anlayamıyordum. Ailem bile bu insanların inanca saygı gibi şeylerin arkasına saklanmasına göz yumuyordu. Üstelik tarafsız olan herkes, bu kalabalığın önünde dikilip dua ettiği taşın bir tepeden uçarak inmiş olduğu gibi anlatıları yalanlardı. Fakat tabii ki beyni yıkanmış nesillerin böyle bir konuya tarafsız bakması zordu.

Evime doğru giderken kafamda bu düşünceler vardı. Neyseki pek düşünecek hâlde değildim. Çünkü güneşin yakıcılığı yüzünden şakaklarıma ağrılar girmişti. Mevcut rejim yüzünden de dışarıda istediğim gibi giyinemiyordum, eve varınca serinlemek için daha ince kıyafetler giyecektim. Ayrıca şu an üstümde olan entariyle rahatça döşeğime kurulacak olsam çadırın her yerini kum kaplardı.

Ben bunları düşünürken mabetten bir gürültü yükselmeye başladı. İlk başta bir patlama sesi gibiydi, ardından insanlar bağırıp çağırıyordu. Geçtiğim yolun kenarındaki çadırlarda yaşayan insanların, kafalarını dışarı çıkarıp o tarafa doğru baktıklarını gördüm. Ben de durup onlarla birlikte orayı izlemeye başladım. İnsanlar yavaş yavaş mabede doğru ilerlemeye başladı. Herkes neler olup bittiğini görmek istiyor gibiydi. Ben de ne kadar sıcaktan ve susuzluktan daralmış da olsam onların arkasından yola koyuldum.

Vardığımızda insanların diz çöktüklerini, yukarı bakıp yalvarıp yakardıklarını gördüm. Mabedin tam ortasında genellikle coşkulu insanlar görmeye alışkın olduğumdan bu sahne beni bir an için şaşırtmıştı. İnsanların doluştuğu yere doğru ilerlediğimdeyse Taş’ın durması gereken yerde durmadığını fark ettim. Çünkü patlamış ve etrafa saçılmıştı. Anlatılarda olduğu gibi etrafa sözler falan saçılmamıştı. Yalnızca parçalar vardı. Daha önce de buna benzer olayların olduğunu biliyordum. Fakat o olaylarda yalnızca birkaç çatlağı onardıklarını duymuştum. Sanırım bu seferki durum bambaşkaydı. Taş, defalarca onarılmaktan ve güneşin yakıcı sıcağından ötürü patlamış olmalıydı.

Yere, parçaların dağılışına göz gezdirmeye başladım. Parçalar birkaç metre uzağa kadar yayılmış gibi gözüküyordu. Bir parçayı aldım yerden. Öylesine bir göz gezdirmeye başladım. Fakat sonradan garip bir şey fark ettim. Ardından parçayı havaya kaldırıp seslendim. “Akik bu! Hey, baksanıza! Akik bu. Bakın, bilekliğimdeki ile aynı taştan. Göktaşı değil bu.” Bazı insanların ilgisini çekmiş gibiydi dediğim. Sonradan bilekliğimle taşı kıyaslarken aklıma çok ilginç bir şey daha geldi. Yanıma gelen adamlara doğru konuşarak: “Bu, zamanında yok ettiklerini söyledikleri büyük puttan gelmiş olabilir,” dedim. “Akikten yapılmış o eski insan heykelini parçalayarak yapmış olabilirler Taş’ı.”

Çok heyecanlıydım. Benim sayemde bu insanların üzgün olmalarına gerek kalmayacaktı. Bu kadar mühim olan putlarını koruyamayıp tanrılarını hayal kırıklığına uğrattıklarını düşünerek bu denli üzüldükleri anlarında onların yanında olmuştum ve onlara gerçeği gösteriyordum. Benim için bu kadar gurur verici olan bu anda, tam da dikkatlerini çektiğim insanlara görüşlerini sormak üzereyken bacaklarımın gevşediğini hissettim. Aşağı baktığımda belimden giren bıçağın ucunun karnımdan dışarı çıktığını gördüm. Herhangi bir şey söyleyemeden sırt üstü yere yığıldım.

İnsanların öfkeli sesleri kulaklarımı dolduruyordu. Fakat ne dediklerini anlayabiliyordum ne de onları görebiliyordum. Tek gördüğüm gökyüzüydü. Parmağımı yukarı doğru kaldırdım ve ardından insanların seslerinin geldiği yöne doğrulttum. Şahit olduğum son şey buydu.

Yakup Akgül