Öykü

Ta ki Gök, Yere Değene Dek

ilham alınan eser

KARA KULE

Çizim: Serdar Burak Yıldız
Çizim: Serdar Burak Yıldız

Siyahlı adam veya bazı topraklarda bilindiği adıyla “büyücü” kaçıyordu. Silahşor da peşindeydi.

Sıcağın vurduğu yüzünde pul pul dökülmeler, yer yer kızarıklıklar vardı. Arada bir eliyle yanaklarını kaşırken iyice sertleşip parmaklarına batmaya başlamış olan sakallarının yanı sıra derisinin dökülmeye başlayan üst tabakası da takılıyordu eline. Açlık ve susuzluk hissetmediği halde vücudunun doğal tepkileriydi bunlar. Ne zamandır dur durak bilmeden yürüdüğünü karıştırıyordu, ayakları her an vücudunun geri kalan kısmına ihanet edecekmiş gibi hissediyordu.

Siyah, alnının önüne dökülmekte olan saçlarını eliyle geriye itip yürümeyi sürdürdü Silahşor veya bazı topraklarda bilindiği adıyla “son silahşor”.

Günün bir kez daha geceye döndüğü saatlerde, belki birazcık yorgunluk hissettiği için durduğunda fark etti orayı. Buz mavisi gözlerini daha da kısıp baktığında her şey netleşmişti: İleride, birkaç yüz tekerlek mesafede, bir köy(?) vardı. Veya başka türlü bir yerleşim yeri. Bir kaşı istemsizce kalkmıştı Silahşor’un. Dudaklarını yaladı, temposunu ne arttırdı ne de azalttı. Sadece görüş mesafesini dert etmeye başlayarak yürümeye devam etti.

Zamanın çarkından daha hızlıydı adımları, bu yüzden gün bir kez daha doğmadan, veya batmadan; artık hangisini kabul ediyorsanız, varmıştı uzaktan gördüğü yere. Köy denilemeyecek ancak artık bir yerleşim yeri de olamayacak bir kasabaydı bu. Terk edilmiş, virane. Büyük; birbirinin üstüne binmiş gibi görünen yapılar, terk edilmiş bir bar vesaire. Kasabada dolaşırken bir şey hissetseydi, bu kesinlikle ürperme olurdu. Elinin istemsizce belinde duran silahına doğru gittiğini, kendini güvende hissedebilmek için her an tetikte durması gerektiğini fark etmişti Silahşor. Gittikçe yavaşlayan adımlarına mukabil gözleri etrafındaki binaların çatılarında menzilenmiş olma ihtimali var olan yabancıları arıyordu. Ancak yoktu. Kimse yoktu. Terk edilmişti, harab olmuştu; bir zamanlar gençlerin -ve elbette, yaşlıların- sokaklarında dört döndüğü, kim bilir kimlerin kavgalarına ve aşklarına şahitlik ettiği bu kasaba.

Lüzumundan fazla büyük gözüken evlerden birinin önünde durdu, sanki evin önündeki direğe yaslanmış gibi görünüyordu ancak delici bakışları sanki kapının ve pencerelerin içinden geçip de binaya “girmek” istiyordu. O an, o kadar ilerlediği halde yeni fark ettiği için kendine kızacağı bir ayrıntıyla yüz yüze geldi.

Boydan uzunca görünen binanın girişinde, kapını hemen üstünde duran bir tabelada -ki o an hafifçe yana çevirdiği gözleriyle onayladı ki; her binanın kapısının üstünde vardı benzeri tabeladan- eski dönemlerden hatırladığı mezarlıklarda her mezarın üstünde bulunan ve ölülere (geride kalanların, kendince) duyulan saygı ifadelerinin yer aldığı taşlardakilere benzer yazılar vardı. İlk kez elini belinden uzaklaştırdı Silahşor büyük, devasa bir mezarlıkta olduğunu fark ettiği anda.

* * *

Önünde durduğu evin kapısına birkaç kez vurduktan sonra hiç ses çıkmadığını görünce belli etmeden etrafını süzmeye başladı. Bu bir tuzak olabilirdi. Daha önce karşılaştıkları gibi! Sessizce durup kulağını kapıya yasladı, gözleri hala geride bıraktığı yollarda olduğu halde. Ancak içeriden tek bir ses bile gelmiyordu… Ölüm bile susmuş gibi, diye içinden geçirdi Silahşor.

Ani bir kararla kapının koluna asıldı, açılmama ihtimaline karşın omzuyla da yüklenmeye hazır bir pozisyon almıştı ancak beklediği olmadı ve yaşlı görünen ahşap kapı ardına kadar açılarak silahşoru içeri buyur etti.

Artık iyiden iyiye belindeki silahın kabzasını tutarak içeri girdi Silahşor. En ufak bir tehdite karşı hazır ve nazırdı. Eski çağlarda (ne kadar eski?) ün saldığı ve karizmasının haşmetli bulunduğu topraklarda onun kadar hızlı silah çeken birisinin olmadığı söylenegelirdi. Roland, son silahşor. Yaşından beklenmeyecek bir şekilde ustasını yenen ve silahını kuşanan, bunu da bir lanet gibi hep yanında taşımak zorunda kalan Gileadlı Roland.

Ve şimdi, dışarıya nispeten karanlık olan ve dar görünen bir koridorda, sanki gözleri ışık saçacakmış veya olası tehdit unsuru kişiler -veya “şeyler”- bir anda önünde belirecekmiş gibi bakıyordu etrafına. Ancak dar, karanlık ve uzun koridoru geçince sadece bir merdiven belirdi önünde. En az omzuyla kırmaya hazır olduğu kapı kadar yaşlı ve onun gibi tahtadan yapılmıştı. Yukarı doğru uzanan basamaklarının git gide daraldığını en alttan bile görebiliyordu Silahşor. Basamakları çıktıkça gördüğünden daha dar olduğunu tecrübe etti… Öyle ki, bir yerden sonra elini belinden çekip sırtına doğru uzatmak zorunda kalmıştı vücudunun sıkıştığı duvarlar ve basamaklar arasında ilerleyebilmek için.

İlerledi Silahşor. Tüm basamaklar bitince karşısında bir kapı daha belirivermişti. Sinirle, alnındaki küçük ter tanelerinin ilacı olacakmış gibi, bir tekmeyle açtı kapıyı. Eliyle silahına davranarak içeri girmişti ki buna gerek olmadığını anladı. Oda boştu. Bomboş değildi ama bir yaşam emaresi de içermiyordu… Şimdiye kadar evde karşılaştığı tüm engeller gibi bu odanın zemini ve duvarları da tahtadan yapılmıştı. Odanın en ucunda, duvarın tam ortasındaki pencerenin yanına bir dolap konulmuştu. O ana dek ne kadar yavaş ilerlediyse tam tersi şekilde hızlı adımlarla ilerleyip dolabın kapağını açtığında aklında ne vardı veya dolabı açınca karşılaştığı şeye şaşırdı mı bilinmez ama dolabın içinde kapağının tam altına denk gelecek ve tüm dolabı kapatacak kadar büyük bir cam konulmuştu. Camın arkasında ise en az Roland kadar canlı görünen bir adam vardı. Dik bir şekilde yerleştirilmiş; elleri iki yandan bırakılmış ve gözleri kapalı bir şekilde öylece duruyordu. Silahşor, istemsizce cama birkaç kez parmağıyla vurduysa da karşısında duran adam uyanmamıştı. Emin olamayıp birkaç kez daha, bu kez daha şiddetli vurdu cama. Neden sonra, camı açmak için kulp benzeri bir yapı aramayı akıl etti. Ancak yoktu. Cam, dolabın iç kısmında yerleştirilmesi için uygun bir kesik veya kovuk gibi bir düzleme de tutturulmamıştı. Sanki böyle üretilmişti… Silahşor elini başına götürüp darmadağın olmuş saçlarını düzeltirken düşündü: Nereye gelmişti? Devasa ve garip bir mezar olabilir miydi bu kasaba? Ancak o zamana değin karşısına çıkan çoğu şeyin ilk başta görüldüğü gibi bir “şey” olmadığını çok kez deneyimlemişti.

Camdaki yansımasından ileriye, bir nevi tabut gibi duran dolabın içindeki adama dikti bakışlarını Roland. Üstünde tek parça, omuzlarından ayak bileklerine kadar uzanan simsiyah bir elbise vardı. Gri saçları özenle taranmıştı, yüzü hayli biçimliydi ve karakteristik bir burna sahipti. Bu haliyle bir yerliye benzediği söylenemezdi.. Elini cama götürüp adamın yüzüne denk gelen kısma dayadı Silahşor. Sanki adam canlanacak ve cama saldıracak gibi gelmişti… Dahası, elini orada tutması adamı uyandırabilir gibi hissetmişti! Bu hissin ayırdına varınca kendisine güldü. Tam o sırada, dışarıdan bir ses duyar gibi oldu; giriş kapısını açan birisi veya birileri içeri girmiş gibiydi. Eğilip kulağını yere dayadı Silahşor. Ancak ne kadar beklediyse de ses tekrarlanmadı. Zihninin bir oyun oynadığını düşünmeye başladı, bunu düşünürken yere uzanmıştı. Hiç hayat belirtisinin olmadığı devasa bir mezarlıktaydı; havanın gittikçe daha yoğun ve basık bir hal aldığını hissediyordu. Gözleri kendiliğinden kapanıvermişti…

* * *

Gözünü birden açınca önce kısa bir an içsel bir sorguya girişmişti ancak kapağı açık dolabın içindeki adamı karanlığa rağmen fark edince nerede olduğunu anımsadı Silahşor. Mezarlıktaydı. Ahşap evlerden, ahşap odalardan oluşan devasa bir mezarlıktaydı.

Dolabın kapağını usulca kapatıp yanındaki pencereden başını dışarı çıkardı. Zerre rüzgar esmiyordu, basık bir hava vardı ama farklı bir şey dikkatini çekmişti: Geldiği yönde bulunan ve bir zamanlar bu kasaba hayat doluyken muhtemelen meydan olarak kullanılmış olan geniş boş araziden bir duman yükseliyordu. Gecenin aldatıcı tadına karşın bir kez daha kontrol etti ve yanılmadığını gördü. Binalar engel olmasa, dumanın altındaki ateşin turuncu raksını da görürdü. Sahiciydi.

Emin ve güçlü adımlarla, çıktığı merdivenleri inip ateşe doğru ilerlemeye başladı. Elinin tekrar beline gittiğini duyumsayınca adımlarını yavaşlatıp kasabaya girdiğinde yaptığı gibi etrafı kolaçan ederek ilerlemeye başladı. İki konuda yanılmamıştı: Kasaba bir ölüden daha ölüydü ve meydanda (?) bir ateş yanıyordu. Ateşin başında üç tane adam, sırtları Silahşora doğru dönük bir halde oturuyordu. Biraz daha yaklaşınca Roland bu adamların ellerinde tuttukları şeyleri ateşe doğru uzatıp kızartmakta ve şarkı söylemekte olduklarını fark etti.

Bir mezarlıkta şarkı söylemek, diye içinden geçirirken sırtının üstünden geriye baktığında içinden çıkıp geldiği evin bulunduğu sokağın düşündüğünden daha uzakta kaldığını fark etti. Orta Dünya’da bu tarz şeyler normaldi. Zamanın kaç tekerlek hızında ilerlediğini, mesafelerin nasıl azalıp arttığını ve sevdiğiniz insanların ne kadar geride kaldığını bazen anlamazdınız. Bu hisler eşliğinde, adamların söylediği şarkıya kulak kabarttı Roland. Eski, belki de çoktan ölmüş bir aksan kullanıyorlardı ancak aralarda şaşırtıcı bir şekilde Gilead’da kullanılan lehçeden de sözler vardı. Bir süre sonra şarkıyı biraz çözmüştü Silahşor.

“En sonunda çağıracak/ Çağıracak bizi/ Ateşin küle döndüğü yerde bekleyen/ Tekrar yakmak ve üfleyip kül etmek için/ Can-Ka No Rey’in ötesinde bekleyen/ Yeni bir ateş doğacak/ Ve göğü kaplayacak/ Ta ki gök, yere değene dek”

Kasabaya girdiğinden beri ilk kez irkilmişti Roland. Şarkıda bahsedilen, Kızıl Kral’dı. Bunu anlamamak mümkün değildi zira Can-Ka No Rey, Kule’nin önündeki gül bahçesinin de dahil olduğu kısmın adıydı. Parmaklarının silahını daha sıkı kavramasına izin verdi. Her harekete hazırlıklı olarak biraz daha yaklaşmaya çalışıyordu ki yerde duran bir ot yığınını ezince çıkan ses ateşin başındakileri susturmuş, kendisine dönmelerine neden olmuştu. İçlerinden birisi ayağa kalkıp yarı gülerek yarı temkinli bir şekilde Roland’a yaklaşmaya başladı.

“Kimsiniz?” diyerek söze girdi aralarında birkaç adım mesafe kaldığında, bir yandan gözleri Silahşor’un kavradığı silahındaydı.

“Roland. Gileadlı Roland.” diyerek soğuk, kuru bir sesle karşıladı adamın yapay gülüşünü Roland. Beyninin içinde ters bir şeyler olduğuna dair bangır bangır bağıran bir uyarı vardı. Adamın gülüşü yüzüne daha çok yayılınca bir iki adım gerileyip etrafa kaçamak bakışlar attı Roland.

“Ah, Sai Roland. Biz de sizi bekliyorduk!” diyerek elini ateşin önünde duran ve hala kendisine bakmakta olan iki adama doğru uzattı.

“Nasıl, bekliyordunuz?” diyerek sorarken beynindeki uyarıcı artık başını ağrıtacak kadar şiddetlenmişti.

Sorunun tersliğinden biraz ürken adam da gerileyiverdi.

“Sizi gördük…” dedikten sonra ekledi; “… kasabaya girerken. Ancak seslenemedik, siz de geçip gittiniz ve Moi’nin evine girdiniz. Sizi uyaracaktık ancak arkadaşım, Stu, sizin birkaç dakikaya evden çıkacağınızı söyledi ve iddiaya girdik.”

“Eee?” diye sordu adamla arasındaki mesafeyi korumaya çalışan Roland.

“Eee’si, biz kazandık ve Stu’nun heybesindeki etleri yiyoruz şimdi!”

Karşısındaki adam bunu söyledikten sonra ateşin başındaki adamlar ellerini kaldırmıştı. Sivri ve kalın çubuklara saplanmış, pembeliğini yeni yeni kaybeden etler ateşin korunu kapmış parıldıyordu.

“Sizi aramıza davet etsem, hem bu etlerde sizin de payınız var… Bize eşlik eder misiniz?”

Davetkar bir gülümseme ve saygılı bir baş eğiş bu sözleri destekler biçimde vücut bulmuştu adamın yüzünde. Cevap vermedi Roland fakat hafifçe başını sallayıp adama doğru yaklaştı. Dönüp ateşin başına oturdular. Adamlar, pişirdikleri etlerden Roland’a kibarca ve saygılı bir sunuşla ikram ettiler; Silahşor, temkinli bir şekilde etleri ısırmaya başladı. Adamların zaten kendisi hakkında lüzumundan fazla bilgiye sahip olduğunu düşündüğü için soru sormalarına fırsat vermeden söze girdi.

“Bu kasabaya ne oldu böyle?”

Cümlesini kasaba kelimesini vurgulayarak ve mutlak, kaçamaksız cevap beklediğini anlatabilecek denli sert kurmuştu. Silahşor’u gizliden gizliye süzerek ellerindeki sivri çubuklardan söktükleri etleri yiyen adamlar duraksayıp önce birbirlerine, sonra da aynı anda Silahşor’a baktılar.

“Bir fırtına bu kasabayı vurmadan önce balıkçılık yapan, haftada bir barda içip karılarını aldatan adamlardık biz Sai Roland; bilirsin işte…” diye söze girdi Silahşor’u ateşin etrafına buyur eden adam, cümlesini bitirirken göz kırpmıştı.

“Sonra bir gün, bir kuraklık çöktü. Önce gölümüz kurudu ve gölde yaşayan yaratıklar kıyıya vurdu. Sonra bir kum fırtınası uzaktan gelip kasabayı sardı. Göz gözü görmeyen bir kum fırtınası çöreklendi kasabamıza ve uzun, çok uzun süreler kaldı üstümüzde… Kimimiz göç etti, kimimiz kalıp mücadele etmeyi seçti. Eh, kalanların büyük kısmı bir süre sonra hayat şartlarından yoruldu; bunaldı. İntihar etmeye başladılar… Önce kim intihar etmişti Stu?”

En sağda duran adam bir süre düşündükten sonra gözleri parladı.

“Yaşlı Oly…”

“Hah, doğru! Önce Oly intihar etti. Sanki daha önce kimse buna cesaret edememiş de birisinin işaretini beklemişçesine peşi sıra ölümler gerçekleşmeye başladı. Size bir şey diyeyim mi Roland; bence insanlar öldükçe fırtına daha da hafifledi!”

Adamın bu hararetli anlatımını ve tezini, yanındaki arkadaşları da kafalarını sallayarak onaylamıştı. Silahşor bir yandan dinliyor, bir yandan da etrafı süzüyordu.

“Çok az ama gerçekten çok az kişi kaldığında ise bir sabah kumlar dağılıvermişti. Sizi temin ederim ki bu söylediğim gerçek! Çok da uzun zaman geçmedi bunun üstünden…”

Silahşor bir yandan çiğnediği etleri yutmaya çalışırken bir yandan elini kaldırıp geldiği yönü işaret etti.

“Peki ya o evler?”

“Biz yaptık. Ölülerimize saygımızın bir göstergesi olarak.” diye cevapladı ortalarında duran, o ana dek hiç konuşmamış olan adam.

Roland’ın zihnindeki çınlama iyice artmıştı. Yalan söylüyorlardı. Bunu hissediyordu. Yemeyi bırakıp ayağa fırladı Silahşor. Bu hareketi, oturan adamları şaşırtmış ve refleks olarak biraz gerilemelerine sebep olmuştu.

“Peki ya etler? Hani gölünüz kurumuştu?”

Elini her an silahına davranabileceği bir konumda tutmaya gayret ederek adamların tepkilerini gözlemledi Roland. Kendisini yemeğe buyur eden adam, kaşlarını çatıp ayağa kalkmış

“Terbiyesizlik ediyorsunuz Roland! Siz her ikrama böyle mi yaparsınız!”

Adamın belli etmemeye çalışarak kendisine yaklaşmasına karşılık elini silahına götürdü ve kendi üstüne doğru atladığı anda silahını çekip ateşledi. Gürültülü bir ses çıktı, silahı titreyerek ateşlendi ancak sanki bu hiç olmamış gibi adam üstüne atladı ve Silahşor’u yere yıktı.

“Iskaladın!” diye bağırdı. Adam bağırmıştı ama ses sanki başkasından çıkmış gibiydi.

Böyle bir şey olamazdı. O silahşordu, ıskalamazdı. Iskalamadığına emindi. Bir tekme salladı, tutturamadı. Üstündeki adama karşı mücadele ederken diğerlerinden birisinin yaklaştığını fark etti. Gelen diğer adam uzanıp Silahşor’un kolunu tuttu ve atik bir hareketle eğilip ısırmaya başladı. Canı yanıyordu Roland’ın ve diğer elindeki silahını güç bela doğrultup ateşledi.

* * *

Acıyla irkildi.

Silahı ateşlenmiş fakat vurduğu şey karşısında duran dolap olmuştu. Kolundaki sızlamayı acıya dönüştüren ise iri bir böcekti. Kolunun omzuyla arasında kalan kısmından büyük bir ısırık almıştı. Silahşor tiksintiyle böceği ezip ayağa fırlayarak cama koştu. Gün yeni ağarıyordu.

Uyuyup kalmıştı. Rüya görmüş gibi hissetmiyordu hiç, camdan dışarı çıkarttığı yüzünü kaplayan basık hava tanıdık geliyordu… Ve ağzındaki et tadı. Dönüp yerdeki böceğe baktı. Sonra da kapağından vurduğu dolaba.

“Ölülerimize saygımızın bir göstergesi olarak…” sözü yankılandı zihninde. Dolaba bakarken, garip bir huzursuzluk hissetti ve ayakkabısının ucuyla kapağı ittirip kapattı. Uyurken böcek tarafından ısırılınca refleksle ateşlediği silahından çıkan kurşun, dolabın kapağının tam ortasını delip geçmiş ve arkasındaki duvara saplanmıştı. Kapak kapatılınca da delik tam ortaya denk gelmişti. Böceğin ısırdığı sağ kolunu birkaç kez kaldırıp indirdi. Zehirlenmiş olsa şimdiye hissizleşmeye başlardı… Bir fark hissetmiyordu. Havadaki elini uzatıp dolabın üstündeki deliğe dokundu. Sıcaklığı yeni kayboluyordu.

Sıcaklık düşüncesi rüyasında gördüğü, ateşin etrafında şarkı söyleyip et kızartan adamları hatırlattı Silahşor’a. Söyledikleri şarkıyı anımsaya çalıştı ama başaramadı. Bir tek Can-Ka No Rey’den bahsedildiğini anımsayabilmişti; onu da, duyduğu anda şaşkına döndüğü için netleştirmişti zihninde. Pencereden dışarı bakarken içini çekti.

Nasıl bir kasabadaydı? Kendisini dev bir mezara diri diri girmiş hissetmesi boşuna olmasa gerekti… Kasabanın “meydan” gibi görünen geniş boş arazisini geçince karşısına çıkan terk edilmiş barı anımsadı. Orası da mezar olamazdı ya! Çıktığı merdivenlerden geri inip kasabanın ürpertici sessizliğine inat, sert adımlarla yürüyerek bara doğru ilerlemeye başladı.

* * *

Ahşap, iki parçalı bir kapı ve üfleyince yıkılacakmış gibi görünen ahşap bir yapı. Barı tarif edebilecek tek ifade bu olurdu. İçeri girdiğinde bir süre kapının sallanıp gıcırdamasına katlandı Silahşor ancak kısa süre sonra bu ses kesiliverdi. Yan yana ve ard arda dizilmiş güdük masalar, masaların üstüne ters konulmuş sandalyelerle bar yeni kapanmış veya yeni açılmış bir izlenim veriyordu. Sağlı sollu masaların arasındaki koridor gibi yerden yürüyerek tezgaha geçti Roland. Tezgahın önünde dizilmiş, pek de sağlam olmadıklarını hissettiren taburelerden birine sıçrayıp oturdu ve tezgahın arkasında yükselen raflara gözünü dikti. Bazısı boş, bazısı yarı dolu ve bazısı da daha açılmamış irili ufaklı şişeler duruyordu.

Bir müddet sonra şişelerin içine değil, camlarındaki yansımasına baktığını anlayınca zihnini de serbest bıraktı Silahşor. Zihnini ve beraberindeki fikirleri bir at gibi; şüphe ve paranoya çayırına salıvermişti.

“Bu kasabaya ne olmuş böyle?” diye, sadece içinden geçirdiğini düşündüğü soruyu dalgınlıktan sesli söylemişti. Önce kendi sesinden irkildi, sonra başka bir sesin yankısı belirdi kulaklarında:

“Bir fırtına bu kasabayı vurmadan önce balıkçılık yapan, haftada bir barda içip karılarını aldatan adamlardık biz Sai Roland; bilirsin işte…”

Rüyasındaki, ateşin başında duran adam böyle açıklamıştı. Sonrasında birkaç cümle daha gelmişti ancak Silahşor hafızasını ne kadar zorlarsa zorlasın anımsayamadı sohbetin akıbetini. Bir tek, omzundaki sızıyla uyandığı an kalmıştı devamında…

Rüyasından kalmayan, zihninin de bir ürünü olamayacak kadar taze bir ses yükseldi tezgahın arkasından: Bir hıçkırık. Doğal olarak şüphe ile yaklaştığı bu melodik çığlık tekrarlanınca merakla başını uzatıp tezgahına arkasına baktı. En uçta, karanlığın ve duvarların gizlediği yerde diz çöküp dertop olmuş bir bedenden yükseliyordu ses. Omuzları inip kalkıyor, elleriyle duvara dönmüş yüzünü gizlediği belli oluyordu meçhul ağlak bedenin sahibinin.

Bir süre sessizce izledikten sonra ayak uçlarında ilerleyip tezgah üstünde kayarak yaklaştı meçhule doğru. Bunun bir tuzak olduğunu bağıran beynine itaat etmeyip belindeki silahına doğru uzanmayan kemikli, iri elleri tezgahın üstündeki kayışına destek olurcasına ilerliyordu ahşap yüzey üstünde.

En nihayetinde omuzları inip kalkan bedenin hemen üstünde duran kısma varmıştı Silahşor. Bir müddet, ağlamasını dinledi. Bir kız olduğunu saçlarının örülüp iki yandan salınmasıyla ve ağlayışındaki naiflikten anlamıştı Silahşor. Kaç zamandır çatık duran kaşları ve sıkılı yumrukları yumuşamıştı. Başına saplanan bir ağrının yadigarı kalan sıktığı dişleri dahi çözülüveriyordu neredeyse.

“Neyin var?” diye temkinli bir şekilde başını uzattığı tezgahın üstünden seslendi usulca.

Hıçkırıklar ve inip kalkan omuzlar kesildi. Hayret içeren bir durgunluktu bu. Akabinde de korku geldi: Ellerini yüzünden çekip başının üstüne koymuş, daha da dertop olmuştu.

“Lütfen! Daha fazla yapma! Canım yanıyor artık!” diye bağırdıktan sonra tekrar hıçkırığa boğulmuş olan kızın sözlerine cevaben önce barda başka birisinin oturup oturmadığını kontrol etti, sonrasında sözün kendisine söylendiğini anlayınca irkildi Silahşor.

“Ben o değilim hanımefendi, sizi temin ederim; daha önce sizi hiç görmediğime de yemin edebilirim…” diye karşıladı kızın yakarışını.

Tekrar kesilen bir hıçkırık sekansı izledi bu sözleri. Sonrasında ürkek bir şekilde, eller arasına alınmış kafası dönüp bir gözüyle Silahşor’a baktı. Koyu karanlıkta bile belli olan yemyeşil bir gözdü bu. Üstünde dolaşırken bakışı, ürperdi Silahşor. Eskide, çok eskide kalmış birisini anımsatmıştı. Belki de daha tanışmadığı! Kim olduğunu bilemedi.

“Sen o değilsin. Onlardan birisine de benzemiyorsun…” diyerek onayladı küçük bir kız olduğu bakışından daha iyi anlaşılan, ağlaması bir nebze kesilmiş olan meçhul kız.

Silahşor’un yüzü ‘Ben demiştim’ minvalinde aydınlanınca kızda da histerik bir gülümseme belirmişti. Bu gülümseyişten de cesaret alan Roland, uzattığı elleriyle kızı tezgahın arkasından çıkarmak istedi ancak birkaç saniyeliğine Silahşor’a doğru uzansa da tekrar duvarın dibine dönmüştü. Bu birkaç saniyelik yönelimden dahi kızın canını yakanın ne olduğunu anlamıştı Roland.

Kızın yüzünün yarısı parçalanmıştı. Belki bir yanıktı, belki de… Kolunu tutup ısıran adamı hatırladı Silahşor. Rüyası tamamen hayal parçalarının birleşmesi miydi yoksa gerçeğin ilamı mıydı? Hatırlayamadığı ayrıntıların çok önemi var mıydı; bilmiyordu!

“Sana ne oldu böyle?” diye sıcak ve yakın olmaya çalışan bir ses tonuyla kızın, kendisine odaklanmış tek gözüne dikti gözlerini.

Kız, eliyle saçlarını düzelttikten sonra çenesini hafifçe kaldırarak konuştu:

“Ne olmuş?”

O yaşlarda çoğu kızn hissettiği gibi kendisini bir prenses olarak hissediyor ve babasından başka herkese, hele Roland gibi yabancı bir erkeğe, karşı dirayetli bir duruş sergiliyor olmalıydı. Söze doğrudan giremeyeceğini anlayan Roland, taktik değiştirdi.

“Sizin gibi güzel bir hanımefendinin böyle bir yerde, hem de tek başına, ne işi var?” diyerek kızın gözüne bakmayı sürdürdü. Bu sefer kızın hoşuna gitmişti girişimi. Tekrardan kaldırdığı çenesine mukabil parlamış olan gözünü Roland’a dikti.

“Çünkü; öyle olması gerekiyordu!”

İlk kelimesinin sonundaki ü’yü uzatınca yaşı gereği sahip olduğu tatlı konuşma aksanı ortaya çıkmıştı. Yıpranmış , kimbilir eskiden ne renkte olduğu halde güneş görmemekten ve bakımsızlıktan iyice yağlanmış saçlarının alnına düşen bir zamanlar özenle bukle halinde tarandığı çok belli olan kısımlarını arada bir eliyle geriye doğru atıyor; yüzünün hasar görmüş olan kısmını karanlıkta tutmaya özen gösteriyordu. Bütün bu yabani tavırlarına karşın konuşması aslını ortaya koyuyordu: Küçük bir kızdı henüz!

“Niye böyle olması gerekiyormuş peki?” diyerek sorarken elini beline doğru götürdüğünü fark etti Silahşor. Kızın tavırlarında huzursuz edici bir şeyler sezmiş olmalıydı ki içgüdüsel olarak korunma ve savunma ihtiyacı duymuştu.

Kız bu soruya cevap vermedi. Başını hafifçe kaldırıp (tabii yüzünün görünmesini istemediği kısmını ustaca gizleyerek) Silahşor’a baktı. Gözü belindeki silahı görene dek saçlarından başlayıp aşağı kadar indi. Silahşor, yüzündeki her bir çizgide durduğunu görebiliyordu. Hepsinin hikayesini tek bakışta çözebilecek kadar güçlü bir süzüştü yaptığı hareketin Silahşor’un zihnindeki etkisi.

Vücudundaki yaraları görseydi onları da çözümleyene kadar oyalanırdı gibi gelmişti Silahşor’e. Silahına ve silaha doğru uzanmış eline gelince durdu gözbebeğinin hareketi. O an, tehlikede olduğunu hissettiren başağrısı tekrar peydah olmuştu Silahşor’un zihnine. Kızın, silahını görünce duran ve içten içe parlayan gözbebeği tehlike çanının ta kendisiydi.

“Ah… Sen, O’sun. Silahşor?” diyerek geri çöktü yükseldiği duvar dibine.

Başındaki ağrı had safhaya ulaşırken gece gördüğü rüyadaki tanışma anını anımsadı Roland. Kendisini beklediklerini söyleyen, güvenilmez görünen üç adam. Kendisini kasabaya girerken gördüklerini söylemişlerdi. Bir kaşı istemsizce kalktı Roland’ın.

“Sen beni tanıyor musun bakalm?” diyerek öne doğru eğildi hafifçe Roland.

Kız başını sallayarak onayladı.

“Evet. Seni kasabaya girerken görmüştüm…”

Bu, tamamen tanıdık bir diyaloğun başlangıcı gibiydi. Devamında neler geleceğini bilmiyordu ama acı hissini şimdiden duyumsamıştı. Omzundaki böcek ısırığı sızladı. Bunun gerçekten bir böcek ısırığı olup olmadığından şüphelenmeye başlamıştı. Tekrardan, kıza odaklandı.

“Önümden geçip gittin, Silahşor. Ben de seslenmedim, nasılsa dönersin diye…”

Cümlesini destekleme adına eliyle bar kapısını gösterdi; sonra da işaret ettiği elini bilekten aşağı eğip işaret ve orta parmaklarını kullanarak yürüyen bir adam figürü çizdi havada. Kızın sesinin ve hareketlerinin hipnotize edici bir etkisi vardı. Silahşor, dilini ısırıp kanattı ve kanayan kısmı emerek zihnini berrak tutmaya çalıştı.

Bunda çok da başarılı olduğu söylenemezdi. Kızın sesi kulaklarına dolmaya devam ettikçe gözüne önce siyah bir perde inmişti ancak bir süre sonra siyahlık kırmızılaştı ve gözünün önünde turuncumsu bir tona dönüştü. Renk parlaklığını kaybettikçe manzara belirginleşti ve Silahşor, bu kırmızı cümbüşün sebebinin içinde bulunduğu barın yanıyor olmasından kaynaklandığını anladı.

Gözü kızın üstünde olduğu halde etrafı kontrol etmeye başladı Roland. Bir nevi zihin oyunuyla karşı karşıya olmalıydı ama nedenini çözemiyordu: Bu bir tuzak mıydı, yoksa uyarı mı?

Aklı sorularla doluyken birkaç dakika önce ısırdığı dilini katlayıp boğazına doğru yuvarladı ve damağına hücum eden birkaç damla sıcak kan, tekrardan kızın sesine odaklanmasını sağlamıştı. Yakıcı olmayan bir alevin içinde, gözünü ve kalbini tamamen karşısında duran kıza yöneltmişti. Bir şarkı söylüyordu yeşil gözünü Silahşor’a dikmiş olan kız:

“Göğün yere değdiği yerde duracak/ Ve göğü üstümüze yıkacak/ Laneti dağıtıp külleri üfleyecek/ Üstümüzdeki laneti/ Avuçlarının içinde unufak edip/ Üfleyecek/ Ta ki yer göğe değmeyene dek”

Ayak bileklerinde bir acı hissetti Roland. Karşısında duran kızın etrafını sarmış olan alevler kendi üstüne de sıçramıştı. Dilini birkaç kez daha ısırmasına karşın ne acı geçti ne de görüntüler; kız şarkısını bitirince sanki şarkı süresince etrafında yavaşlayan zaman ve mekan döngüsü, yavaşladığı süreci telafi etmek istercesine göz açıp kapayıncaya dek tüm vücudunu alevlerle sarmalayarak nihayete ermişti. Tüm görüş mesafesi önce kızıla bulanıp sonra kararırken son gördüğü şey ayağa kalkıp ellerini iki yana açmış ve alevlerce kuşatılmış olmayı sorun etmiyormuşçasına, gülümseyerek kendisine bakan küçük kız olmuştu. Gülüşünde farklı birşeyler vardı…

Bunun bir tuzak değil de bir uyarı ve hatta bir yardım çığlığı olduğunu o an anladı Silahşor ve acıyla sarsılarak, başını kollarının üstüne yasladığı bar tezgahında uyanıverdi. Acıya yol açan şey, sokağın yukarısındaki evde omzunu ısırana benzer bir böcekti. Paçasından içeri girmiş ve bileğinden dişlemeye başlamıştı. Ayağını sallayınca düştü, fakat Roland onu ezemeden kaçıverdi.

Birkaç saniye boyunca nerede olduğunu anımsamaya çalıştı, en sonunda bara girdiği ana dönebildi. Sonrasında tezgahın arkasında duran kızla yaptığı konuşmanın kalıntıları üşüştü zihnine. İstemsizce başını kaldırıp tezgahın köşesine bakmaktan kendini alamamıştı.

Orada gerçekten de bir karartı vardı…

Atik bir hareketle bar tezgahının arkasına geçip köşeye doğru ilerledi ve karartının yanına vardığında çürümüş ahşap kokusunun bile gizleyemediği bir kokuyla karşı karşıya kaldı: Çürümüş ceset kokusu. Duvara dayanmış duran, iki büklüm vücudu kaldırıp kendisine çevirdi Silahşor.

Bu, rüyasındaki kızdı. Alevler yaratan. Gizlediği yüzünün ardından bilgiç bir şekilde yüzüne diktiği yeşil gözüyle bakan kız.

“Ah… Sen, O’sun. Silahşor?”

Kızın, yüzünün yarısını neden gizlediğini şimdi daha iyi anlıyordu Silahşor. Böcekler veya başka bir şey/kişi tarafından parçalanmış; derisinin altındaki kafatasının kemikleri belli olacak denli soyulmuştu. Ateşin başında duran adamların kızarttığı etler aklına gelince, damağında kalan tattan neden iğrendiğini anlamıştı Roland.

Kızın söylediği şarkı kulaklarına tekrar doldu. Ancak bir farkla: Bir önceki gece gördüğü rüyadaki adamların şarkısı da eklenmişti bu kez… Melodiler uyuşmuş, sesler üst üste binmişti:

“En sonunda çağıracak/ Çağıracak bizi/ Ateşin küle döndüğü yerde bekleyen/ Tekrar yakmak ve üfleyip kül etmek için/ Can-Ka No Rey’in ötesinde bekleyen/ Yeni bir ateş doğacak/ Ve göğü kaplayacak/ Ta ki gök, yere değene dek/ Göğün yere değdiği yerde duracak/ Ve göğü üstümüze yıkacak/ Laneti dağıtıp külleri üfleyecek/ Üstümüzdeki laneti/ Avuçlarının içinde unufak edip/ Üfleyecek/ Ta ki yer, göğe değmeyene dek”

Bar tezgahının arkasında, kollarında 13-14 yaşlarında bir kızn yarısı yenmiş cesedi dururken; Kızıl Kral’a yazıldığı belli olan ve kızın bahsettiği laneti çözmesi muhtemel şarkıyı tekrar tekrar dinledi Silahşor. Ağlayabilseydi, yapardı.

* * *

Ölümü bile kaçıran bir adam geçmişti bu topraklardan.

Şimdi etrafta kol gezen ve insanı ısıran rüya-hayaletlerini bırakıp da tüm kasabayı yerle yeksan eden bir adam. Uzaktan bakınca veya rüyalara biraz daha güçlü dalınca hala hayat sürdüğüne yemin edebileceğiniz bir kasaba yaratan bir adam.

Büyücü. Siyahlı adam. Veya bazı topraklarda bilindiği adıyla Randall Flagg.

Sadece kendisine bir tuzak olsun diye bunu yaptığına inanmıyordu Silahşor. Eğer bunu istese, daha güçlü bir set kurardı önüne. Bunu yapmıştı, çünkü canı böyle istemişti. Veya barda içkisi geç gelmişti, ya da başka türlü şeyler. Neticede kasabanın bir kısmını öldürüp, mezar olarak tasarladığı evlere yerleştirmiş; diğer kısmını ise rüyalarda kullanılabilecek birer katil yapmıştı. Belki yamyam.

Ürperdi Silahşor. İki gündür tek bir rüzgarın bile esmediği sokaktan minik bir meltem geçmişti sanki. Bir tutam tütünü ağzına atıp çiğnemeye başladı. Hem dilini ısırmaktan daha kesin bir çözümdü hem de bir önceki gün dilinde açtığı yaralar henüz geçmemişti.

Kasabaya veda etmeliydi artık. Yoluna devam etmeliydi. Peşinde bir lanet bırakmadan sürmeliydi büyücünün izini. Tütünü ağzında döndürürken kasabaya son kez baktı ve birbiri ardına dizilmiş devasa mezarlara olabildiğince saygı duyduğunu ifade etmek için gözlerini yumup başını hafifçe öne eğdi.

Avuçlarının içinde döndürüp durduğu çakmağını yakıp yere fırlattı. Önce cılız bir kırmızılık yerden fırladı, ilerledikçe hem gür ve büyük hem de turuncu bir hal almıştı. Tüm gece boyunca barın arkasındaki depoda bulduğu fıçılar dolusu arpa suyunu kasabanın iki yanına ayrılan mezar-evlerin önüne dökmekle uğraşmıştı ama şimdi gördüğü manzara, buna değdiğine inandırıyordu Silahşor’u.

Kasabayı bir anda saran devasa alevler yolun iki yanını duman altına almış, siyah ve turuncu karışımı bir renkle göğe yükselmeye başlamıştı. Yukarı çıktıkça incelen ve gittikçe küçülen dumanlar bir kasaba dolusu ölüm büyüklüğünde bir kule şekli ortaya çıkarmıştı. Gök, yere değiyordu.

Roland’ın ayağının biraz ilerisinde başlayan ve cılız kaldığı için kızıl rengini muhafaza eden alevler de Kara Kule’nin önündeki gülleri andırıyordu. O kadar sahici bir görüntüydü ki, Roland ayağını uzatsa bahçeyi geçip Kule’ye girebilecek gibiydi.

Bunu yapmadı.

Sırtını dönüp, yüzünün yarısı yenmiş veya yanmış kız sayesinde kurtardığı; çektiği acılar son bulan ve taşıdıkları lanetin yükü fazlasıyla uçup giden kasaba halkının küle dönüşecek bedenleri için dua ederken saygısızlık olmasın diye dilinin üstünde acımsı bir tat bırakan tütünü tükürmeyi ihmal etmedi Silahşor.

Ve yoluna devam etti.

SON

(not: Bu öykünün Stephen King’in “Kara Kule” evreninde kronolojik olarak yer alması gerekseydi 1. ve 2. kitapların arasına denk düşerdi. Tabii bir de; okuyacak kadar sabırlı olan herkese teşekkürler – A.Kaya)

Alper Kaya

1990 yılında Ankara’da doğdu. Orada hiç yaşamadığı hâlde, Ankara’yı çok sevdi. BirGün ve soL’da spor yazıları yazdı. Halen Evrensel’de cumartesi günleri maç yazısı olmayan futbol yazıları yazmaktadır. 2010 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden “Yılın Spor Köşe Yazısı Övgü Ödülü”ne layık görüldü.* Yedi romanı yayımlandı, on kolektif kitapta yer aldı. Yazar, kendisi gibi yazar olan eşi Gizem Şimşek Kaya ve beş kedileri ile birlikte İstanbul’da yaşamaktadır.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *