Bir varmış, bir yokmuş. Masal masal içinde, üç tarafı denizle çevrili, içinde ateşten sular ve sudan ateşlerin bulunduğu göllerin, renkli kumaşlar ve kokulu baharatlarla örülmüş ülkelerin, parlak gemileri, silahları ve içkileriyle tuzlu sulara açılan denizcilerin, atları, kılıçları, miğferleriyle miğferlerinin içindekini kullanmadan savaştan savaşa atlayanların bulunduğu bir koskocaman kıta varmış. Kıtanın bir köşesinde bir diyarda, tatlı mı tatlı çiçeklerin açtığı, bahar vakti buzağıların oynaştığı bir ülkede genç bir kız ve babası yaşarmış. Bostanlarını eker, tarlalarını sürer ve karınlarını doyururlarmış, gözleri de öyle yükseklerde değilmiş açıkçası. Tek sıkıntıları padişahın koyduğu vergilermiş, zar zor ödedikleri vergileri gün gelmiş ödeyemez olmuşlar.
Babanın kesesinden kapıdaki askerlerin eline tutuşturulacak hiçbir şey çıkmadığı gün, padişahın emriyle sert yola başvurulmuş. Eğer kurallara uymuyorsanız padişahın gözüne görünmenize gerek yokmuş, aslında kimsenin gözüne görünmenize gerek yokmuş. Bu yüzden -uyumsuzluk eden diğer herkes gibi- köyün biraz dışına sürülmüşler. Orada bulunan tek eve kapatılmışlar. Eve adımlarını attıkları anda ise -uyumsuzluk eden diğer herkes gibi- varlıkları silinmiş. O güne kadar eve giren herkes gibi yumuşak halıda kalan ayak izlerinden başka bir şeyi artlarında bırakmayarak yok olmuşlar. Selefleri ile aynı kaderi paylaşıp uzay ve zamanın dokusundan buharlaşmışlar. Kral suyuna batırılmış altın gibi kararmış, büzüşmüş ve onları tanıyan herkesin hafızasından silinmişler.
Birinin hariç.
Birinin zihni unutmayı kabul etmiyormuş. Kafasında hâlâ cızırtılı görüntüler, şakaklarını ağrıtan sesler varmış. Çobanın oğlu kaç gündür hayatında bir eksiklik olduğunu fark ediyor, her gün yaptığı gibi birine selam vermek istiyor, bulanık görüntülü birinin selamını almak istiyormuş, hatta bundan evvel her gün sabırsızca beklediği şey o kişiyle görüştüğü anlarmış gibi hissediyormuş. Ama nafile. Öyle biri yokmuş ki artık. Sinir uçları tekrar birleşip ne o görüntüleri ne de sesleri canlandırabiliyormuş. Şöyle bir silkelenip zihnindeki kırıntıları dökmesi gerekiyormuş artık, yani çok sevdiği birini unutması lazımmış. Yavaşça kalkan eline karşılık veren yokmuş, yanına gelen ve rüzgârda uçuşan saçları ile onunla sohbet eden biri yokmuş sonuçta. Gülümsemesi ile ellerini terleten, yüzünü kızartan, kendisini tek bir kelimeyle sakar birine dönüştüren kız sonsuzluğa gömülmüşmüş.
Korkunç bir baş ağrısıyla köyün etrafında gezinirken başını kaldırıp uzaklardaki tekinsiz evi görmüş çobanın oğlu. O anda bir şeyi unuttuğuna eminmiş, dile getirmesi mümkün olmayan biz özlem duyuyormuş, ama neye? Ayakları onu çirkin, sarmaşık kaplı eve götürmüş yavaşça. Zihni iyice bulanmış, dibe batmış tortular havalanmaya devam etmişler, uğultu devam etmiş, ellerini kafasının arasına alıp evin önünde diz çökmüş oğlan. Beyni ondan ne istiyormuş ki? Düğüm düğüm olmuş görüntülerin arkasında kim varmış? Ne yapabilirmiş ki o, sıradan bir çobanın sıradan oğlu olarak? İyice delirdiğinden emin, dişlerini sıkarak tekrar ayağa kalkarken gözlerinden yaşlar dökülmüş. Ayağının dibindeki taşa tüm hüznü ve öfkesiyle vurmuş, taş yuvarlanıp evin içine girmiş. Taşı takip eden gözlerini ovuşturmuş bizimki, iki saniye sonra ortada bir taş yokmuş çünkü.
O anda kafasında bir şimşek çakmış, aynı köyde yaşadığı ve sevdiği insanların solgun yüzleri zihnini kasıp kavuruyormuş. Zihninden bir kere temizlenmiş tüm yüzler gözünün önündeymiş artık. Ama tüm yüzlerin içinde parlayan ve pembe yanaklarla ve beyaz dişlerle gülümseyen kızı seçmek zor değilmiş. Oğlan tekrar bilinçsizce eve yaklaşmış ve sarmaşık dallarına parmaklarını geçirerek tırmanmaya başlamış, evin üst katına çıkmış. Pencereden içeri, yere düştükten sonra kafasını ovarak ayağa kalkmış. Karanlık, ama pencereden giren tek ışıkta asılı kalmış tozlarla büyülü izlenimi veren kasvetli bir odaymış bu. İçerideki tek eşya kirli bir boy aynasıymış; oğlanın kafatasının içerisindekileri yansıtıyor, birbirine girmiş bir sürü yüz ve merkez de bambaşka –oğlan için bambaşka tabii!– bir yüz salınıyormuş.
Sonra aynanın arkasından kızıl mı kızıl bir tilki zıplamış, asil bir biçimde pencereden atlamış. Oğlan da onu takip etmiş. Sevdiğini ve tüm köyü kurtarmanın yolu tilkinin kuyruğunda gizliymişçesine takip etmiş. Aynı pencereden inmiş ve ağaçların arasında kaybolan tilkinin yolundan ilerlemiş. Sık ağaçlı ormanlardan, tek damla su bulunmayan çöllerden, deli krallı ülkelerden, camdan yapılma şehirlerden ve yelpazeleri ile fırtına çıkaran prenseslerin kentlerinden geçmişler. Sonra ufukta değirmen yükselen yeşil bir çayırlığa varmışlar. Tilki değirmene doğru koşmuş, oğlan da peşinden…
Değirmen çuval doluymuş, çuvallar da buğday. Tek gariplik buğdayların altından yapılma gibi parlamalarıymış. Oğlan sırtına bir küfe buğday almış, tilki de içine atlamış. Birlikte yelpazeleri ile fırtına çıkaran prenseslerin kentlerinden, camdan yapılma şehirlerden, deli krallı ülkelerden, tek damla su bulunmayan çöllerden ve sık ağaçlı ormanlardan geçmişler; köylerine varmışlar. Oğlan gördüğü her toprak parçasına buğdayları ekmiş, güneş batmış, oğlan ter dökmüş, ay çıkmış, oğlan eğilip kalkmış, rüzgârlar esmiş, oğlan hâlâ toprağa tohum gömüyormuş. Güneş doğmadan hemen önce oğlan durmuş, köyde buğday ekecek tek karış toprak kalmamışmış, hali hazırda gömülmüş olanlar ise şimdi oğlanın beline geliyormuş.
Güneş tüm gücüyle parlamaya başladığında altın buğdayların hepsi öyle ışıldamış ki önce herkes kör olmuş. Işık gözlerinin arkasına girmiş, orayı burayı kurcalamış. Sonra zihinlerinde gezmiş, herkesin kilidini unuttuğu bir odayı açmış. Tıpkı bir süre önce sevginin bir çobanın oğlunun zihnini açtığı gibi. Şaşkınlık ve özlemle birlikte insanlar tüm komşularını, fırıncıyı, terzi beyi, öğretmeni, postacıyı, bahçıvan hanımı, büyücüyü, büyücünün çıraklarını, hekimi, köyün yaşlılarını, köyün gençlerini ve daha nicelerini anımsamışlar, yani uyumsuzluk eden herkesi.
Uzaktaki evden iz kalmamış, şimdi ayak basanı yok eden toprağın yerinde bir insan boyu altın buğday varmış. Padişah o günden sonra hiç ortalıkta gözükmemiş. Çobanın oğlu ile bizim kız birbirlerini tekrar görmüşler, oğlan yine kızarıp bozarmış, yine onun yanında sakarlıklar etmiş. Köye geri gelen ve hallerinden memnun diğer pek çok kişi ile birlikte mutlu mesut yaşamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
- Tilki, Buğday ve Amnezi Masalı - 1 Mayıs 2020
Belki zihninizde karmaşık bir kurgu vardır, bilmiyorum. Samimiyetle söylüyorum; ben kim, nerede, neyi, niçin yapıyor? sorularına cevap bulamadım. Bunları anlamadığım için de öykünüzü sinematik olarak zihnimde canlandıramadım. Hikayenin ana fikrini algılamakta da zorlandım.
Bence haddinden fazla uzun bir cümle olmuş. Farklı fiiller kullanarak birden fazla cümleye bölebilirsiniz. Bu haliyle anlatım fazla karmaşık hale gelmiş.
Birlerin en azından birini çıkaralım derim. Hatta duruma göre ikisi birden yok edilebilir. Örneğin “Kıtanın köşesindeki bir diyarda.” gibi.
Teknik açıdan değerlendirirsek; tutuşturma eyleminde, karşı tarafın isteğine bakmaksızın ansızın verme girişimi vardır. “Genç adamsın, lazım olur.” sözünde olduğu gibi. Bu nedenle burada farklı bir fiile ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Benzer şekilde böyle bir birleşik fiil dilimizde yok. “Karşı gelmek, karşı koymak” gibi bir eylemi cümleye katmayı düşünebilirsiniz.
Diğer seçkilerde görüşmek üzere.
Merhabalar. Masal için çok güzel bir konu ama masalın içinde olmaması gereken çok kelime var. En basiti “sinir uçları” mesela. Bir masala uygun bir kelime değil. Koparıyor bizi. Bunun gibi bir kaç örnek daha var. Bir kaç okuma ile daha iyi olabilir. Elinize sağlık.