Yaşken dönen dümenin kuruyunca alıcısı çok olurmuş.
Kudretli bir ağacın bir dalı olma düşüm vardı benim. Sıska, kuru dönemsel çiçeklenen biri olmak istememiştim hiç. Alabildiğince uzanan dağların kenarlarında, Tuluat’ın bir ucundan diğer ucuna uzanan kudretli bir ağaç olmayı dilerdim. Gün ve gün bunun düşü ile yatıp bununla uyanırdım.
Hayali bile güzeldi.
* * *
Ağaçtım ben. Kudretli bir çam ağacı.
Ruhum vardı sanki.
Canfes diye ruhumu okşuyorlar, ben de onlara cana can katar, canlılara nefes veriyorum. Gaia’nın beni kuytularında, derinliklerinde sakladığını hissediyorum. Bu his ile öyle kuvvetleniyorum ki dallarım göğe değiyor adeta. Kollarımı uzattıkça göğe erişebilmenin verdiği mutluluğa karışan bin bir duygunun hakimiyeti ile dökülmek bile istemiyorum. Döktüğüm tomurcuklar, ehemmiyeti ile uzuyor, beni benden daha büyüten bir hal alıyor.
Herkesin gözü üzerimde, belki de hissediyorlar, güzeller güzeli Pitis olduğumu. Toprak Ana’nın yakarmalarımı duyup beni sonsuzluğa kavuşturma çabasını fark etmişlerdir. Gün ışığı ile yayılan kokunun, dallarımdaki ağdalı sıvının, dökülen her bir tanem ile yine bu toprağa minnetimin sonsuz olduğu…
İçlerinden biri sesleniyor bana. Dönüp bakabileceğim, savrulup rüzgâra kapılabileceğim kadar naif ve zayıf değilim. Uzanıp tutamayarak acı içinde kıvranırken ne göreyim, hayatımın adanmışlığında benim canıma kasteden bir avuç insanoğlu… Koskoca gölgemin ehemmiyetine güvenle sarılacağını umut ettiğim, beni kökümden yok etmeye güç bulan yine insan…
* * *
Sabah güneşi ile yollara dökülen bir defne yaprağıyım ben.
Yüzyıllardır koşuyorum, yoruldum der, Gaia’ya sığındığımda beni dönüştürdüğü her uzvumla mutlak kurtuluşa inandım. Kaçtığım yere kök salmak koşup tökezlemekten daha evladır dedim. Ama gel zaman git zaman, kök salmak nedir bildiğim vakit, içimde gitme hevesini bir türlü dindiremedim. Ayaklarımın köklendiği bu toprak benim bağım olmaktan çıkıp beni tutsak hale getiren bir yer oldu. Eskiyi, o uçuşan gövdemi özlemeye başladım. Çareyi bulmam, uzanıp giden, rüzgâra karşı direnen, saçlarımı savurmamla başladı. Toprak Ana’nın beni dönüştürdüğü bu saçlarım, bire bin veren yapraklarım artık özgürdüler.
Gün ışığı ile yollara düşüyorum. Rüzgârı kendime menkul bir şekilde kullanıp, havalandırıp diğer ağaçların hayatlarını dinlemeye gidiyorum. Bir yaprak olmayı hiçbir zaman dilememiştim, ama özgür olmanın hafifliğini anca bu şekilde erişebiliyordum. Hiçbir kudretli ağaç, bir defne yaprağı ile sohbet etmek istemiyordu. Hayatlarını büyük emekler ile yücelterek yaşarken bağlı oldukları hayatın süregelmiş zindanlığının farkında bile değillerdi. Artık kendime daha sıcak, daha farklı bir arkadaş bulmalıydım. Geldiğim büyük çınarlar, çeşitli çamlar beni mutlu etmiyordu.
Ertesi sabah gün doğarken yollara döküldüm. Tuluat’ın berisinde kalan sıska otların arasındaki bir kulübenin yanında soluklanmak için durduğumda, sarı çiçekleri ile kara kuru ama toprağa sıkıca tutunan bir bitki gördüm. Onu gördüğümde etkilenmiştim, ama konuştuğunda hayat hikayesini duyduğumda çok daha fazla etkilendim. Uzunca yoldan gelmiş benim gibi, ama çok yokluk görmüş, Mısır’dan buralara düşene kadar rüzgarın savurduğu yerlerde sürünmüş durmuş, sonunda Midilli açıklarında Tuluat’a varmış da Sultan Ana’nın yanına düşüvermiş. Beslemiş, büyütmüş çoğaltmış onu Sultan Ana. Koskoca ailesi olmuş. Sesi soluğu çıkmayan, başkalarına şifa dağıtmak için çırpınan bu kadın, yapraklarının ona yük olduğunu hissettiğinde hemencecik gelir, kurumuşları koparır canını ferahlatırmış. Üzülmek bir yana koparılan bu kuru yapraklarından yapılan şifa merhemlerini gören Cassia daha büyük bir gurur ile yaşarmış.
Gitme vaktim yaklaşmakta, ama ben Cassia’yı hiç bırakmak istemiyorum. Bana bu hayatta kudretli olmanın, güce sahip olmanın hatta ve hatta özgürlük uğruna kaybolmanın ucunda bile başka birine yardım etmenin o dayanılmaz hafifliğini öğrettiği için hayrandım ona…
Rüzgâr esmeye başladı, beni uçuşturarak evime, özgür ama tam olarak istediği mutluluğa erişememiş hayatıma geri götürüyor…
* * *
Yakıcı güneşin altında rüyadan uyandım.
“Ah benim yavrularım nasıl da susuz kaldınız, bekleyin ben size akşamüstü hafif gölgelenince su vereceğim,” diyen Sultan Ana’nın sesi ile irkildim.
O an bu hayatı sevdiğimi anladım. Senna’dım ben, Cassia derlerdi de buralarda başka deyiş varmış dedi Sultan Ana’m.
Bir gün heybetli bir ağaç olmayı umup, özgürlüğü bir yaprak olmakta bulan bir defne ile değil, şifası ile tüm insanlığa şifa sağlayan bir mutluluktu benimki.
Olsun.
Tuluat’ın düşü de güneşi de çok olur…
- Tuluat’ın Düşü - 1 Mayıs 2020
- İmbroza - 1 Aralık 2019
- Sultan Ana - 15 Mayıs 2019
- Öz’e Kavuşmak - 15 Mart 2019
Sevgili @bilimhatunu
Mitoloji okumayı mı seviyorsun yoksa özellikle bu tema için hikayendeki kahramanları seçtin bilmiyorum ama Gaia ve Pitis bence de doğru seçimlerdi. Çok güzel bir şekilde yerleşmişler öyküye. Bununla beraber ne olduklarına bakmak için öykünü durdurdum, google’ladım. Belki okuyucuya kolaylık olması için küçük bir dipnot eklenebilirdi diye diye düşündüm. Alışık olduğumuzun ötesinde bir bilgi.
Bununla beraber Sultan Ana ile nasıl bir bağlantı kurduğuna dönüp tekrar bakmam gerekti. Orada bir bağlantı vardıysa da benim için çok dolaylıydı. İnternete bakmama rağmen çözemedim. Aynısı Cassia içinde geçerli (kına mı çin tarçını mı hangisini kast ediyor yoksa sıradan bir isim mi) noktasında kendimle çeliştim.
Ancak, mitoloji ya da bitki/doğadaki canlıların hikayedeki kullanımında sanki biraz benzer yerlerde olabilir miyiz diye düşündüm. Bu ay yazdığım öykü de bu hissiyat çok yok ama Benim Adım Ne öyküsünde gürül gürül doğanın kişiselleştirilmiş hali var. Yani kendimce öyle olduğunu umut ediyorum.
Bunların ötesinde yazım dilinizi sevdim ve hakimiyetinizi başarılı buldum. Daha nicelerini okuyalım.
Elinize ve düş gücünüze sağlık
Sevgiler
Dipsiz
Merhabalar. Çok beğendim. Bu kadar.