Utfor, iki direkli ve on çift kürekli küçük ve hızlı bir yelkenli tekneydi. İnce uzun yapısıyla denizleri yara yara yol alıyordu. Sekiz gündür yoldaydılar ve sürekli gün batımı yönüne gitmişlerdi. Sabah oldukça erken, havanın aydınlanmaya başladığı ama güneşin ışıklarının lacivert sularda oynaşmadığı saatlerde kalkmıştı adam. Teknenin pruvasına yürüdü, orada kendi isteğiyle ekleme yapılmış yüksek bölmeye çıkmıştı. Gözlerini kıstı, arkalarından gelen yeni doğan güneşin ışıklarıyla ufku taradı. Bu güneşin ışıklarını arkaya alıp daha iyi görmek anlamına geliyordu. Bir anda içi kıpır kıpır oldu, denizin mavisinin ufkun mavisine karıştığı yerde kocaman bir leke vardı. Acaba karayı bulmuşlar mıydı? Biraz daha beklemeye karar vermişti ki kendisiyle birlikte uyanan ve ön direğin üzerine çıkıp bekleyen adamlarından biri çığlık çığlığa bağırmaya başlamıştı “Kara göründü, yolun sonuna geldik” diye. Küreklerinin başında ve sağda sola sekiz gündür uyuklayanlar canlandılar. Sesi duyan yanına gelmişti. Hemen bir adım gerisinde tanıdık bir ses duydu, “Sonunda geldik mi kaptan?” Kafasını çevirip baktığında o çok sevdiği torununu gördü.
“Nagavu, günaydın” dedi cevaben. “Ben yolcuyum, kaptan değilim biliyorsun. Karşısında yaşı otuza yaklaşmış gençliğin en verimli çağlarını yaşayan bir adam vardı. Babasına daha çok benzediği için biraz kısa boylu ve esmer tenliydi. Teknede yirmiden fazla adam vardı ve muhtemelen hepsinin beklentisi farklıydı. Yine de hepsi sarı madenlerden ve göz kamaştıran taşlardan çokça kazanmak için gelmişti. “Bilmem” dedi torununun yüzüne bakarak. “Ben, bir efsane hatta hayal peşindeyim.” Nagavu bu konuyu daha küçücük bir çocukken dinlemeye başlamıştı. Bu Gezgin Vesant’ın hikâyesiydi. İri yarı ve o kadarda Cesur Vesant, bir gurup adamla büyük bir sal yapmış ve batıya gitmişti. Aylarca kendisinden haber alınamamış ama bir sabah kıyıya yorgun bedeninin vurmuş halde bulunmuştu. Anlattıklarına kimse inanmasa da bir efsane halini almıştı. Nagavu dedesi Riken’e “sen kendisini gördün mü” diye sorduğunda O zamanlar küçük bir çocuktum, Vesant’ı hayal meyal hatırlıyorum. Bir süre ortalıkta serseri gibi dolandıktan sonra bir gün gene kaybolmuştu” demişti.
“Sence Vesant’ın adası burası mı” dediğinde “Bilemeyiz evlat” cevabını almıştı. “Biz doğru bildiğimiz yoldan geldik ama orasının bir kara olduğundan bile emin değiliz” dedi sözlerine ek olarak. Bakışları tekrar ufuk çizgisine kaydığında hâlâ karaltının kara mı yoksa fırtına bulutları mı olduğu belli değildi. Ama adamlar o belirsizliği aşmış gibi seviniyorlardı. Bir süre sessizlik oldu. Ardından ilk konuşan gene Nagavu oldu. Gizli bir soru soracakmış gibi dedesine yaklaştıktan sonra “burada, tam olarak ne bulmayı ümit ediyoruz” dedi. Güzel bir soruydu ve Riken, günlerdir hatta yıllardır zihnini meşgul eden düşünceleri nasıl anlatacağını düşünmeye başladı.
Riken konuşmadı bir süre, uzun bir sessizlik oldu. Aslında bu konuyu anlatmak istemiyordu. “İşte bende bunu merak ediyorum.” Dedi ve ardından ekledi. “Sarkaata’da oturmaktan sıkıldım o yüzden bir yolculuğun iyi geleceğini düşündüm.” Bu cevabı bunca yıllık eşi Khao’ya da vermişti, işin aslıda buydu zaten. “Üstelik Khao’nun adına uygarlık dediği ve bizleri geliştirecek öğretileri de yaymaya devam etmiş olacağız.” Torun Nagavu, “dede bunlara sen bile inanmıyorsun değil mi?” dedi ve devam etti. “Uzun zamandan beridir bu geziyi planladığını biliyorum. Bu yelkenlinin yapılması için özel gayret gösterdin. Adını bile Utfor koydun. Başkaları bilmese de Utfor kelimesinin kadim kuzey dillerinde ‘Kâşif’ anlamına geldiğini de biliyorum.” Riken, somut bir cevap yerine gülümsemekle yetindi. O ara Kaptan Baduy, yanlarına geldi.
“Az önce yukarıya direğin üst kısmına çıktım. Nöbetçinin gördüğü bulut falan değil, kara. Ama bir ada mı yoksa büyük bir anakaranın uzantısı mı anlamak zor” dedi. Teknenin en yaşlı adamıydı Riken, uzun parmaklı elleriyle rüzgârın dağıttığı saçlarını düzeltti, belli etmemeye çalışsa da heyecanlanmıştı. Efsanelerde anlatılan yoldan gelmişlerdi. Diğerlerine anlatmadıkları aklına geldi. Daha küçücük bir çocukken Gezgin Vesant’la defalarca görüşmüştü. Kimse onu ciddiye almadığı zamanlarda bile konuşmuşlardı. “Orada değerli parlak taşlar var” demişti. “Kimi yeşil kimi kırmızı bazıları sarı ama hiç birine gözlerini kamaştırmadan bakamayacağın kadar parlak taşlardan söz ediyorum” demişti. Adamın anlattıklarını kimse ciddiye almıyordu. Toplumdan iyice dışlanınca Versant, bir sal çalmış ve gitmişti. Onun her sözüne inanan o çocuk yani Riken salına su, şarap ve yiyecekler taşımıştı. Versant, yola çıkacağı sabahın erken saatlerinde Riken’e adaya vardığında dikkatli bakarsan tepelerde toprağa saplanmış gibi duran dümdüz bir kaya göreceksin, duvar gibi. İşte o kayanın dibine gömmüştüm topladığım taşları.” Ya adam yalan söylediyse ya o zaman duyduklarını yanlış hatırlıyorsa. Soruların cevabını alabilmesi için az zaman kalmıştı.
Bir zaman sonra iyice yaklaşmışlardı karaya. Çok büyük bir yer olmadığı belliydi. Ve kuvvetle muhtemeldi ki bir adaydı. Gözleri durmadan araştırıyordu. “Canlı var mıdır acaba?” dedi hemen sağındaki Nagavu. “Asıl soru taze yiyecek ve içilecek su var mı? Olmalıydı” dedi diğer yandan Baduy. “Ada olsa bile oldukça büyük. Hatta Nyks adasından da büyük. Su da vardır yiyecek de meyvede ve bize taze et sunacak olan av hayvanlarıda. Asıl yaşayan birileri var mıdır?” Kaptan Baduy, ufak ve tıknaz bedeninden umulmayacak çeviklikte koşar adımlarla dümene geçti. Dümen yeri yüksek olduğu için boyunun kısalığının zararını görmemiş oluyordu. Nagavu, ön direğe tırmandı ve çıkabileceği kadar yükseğe çıktıktan sonra dümenin olduğu yöne bakarak. “Yelkenleri indirelim yanaşacak yer görünmüyor” dedi. Baduy telaşlandı. Koşarak burna geldi ve gördüğü manzara karşısında okkalı bir küfür savurdu. Adamlarına dönüp. “Yelkenleri indirin ve boşta kalan herkes küreklere geçsin” dedi. Yukarı bakarak “Nagavu sen yerinde kal” dedi.
Karanın görünen kıyısı kayalıklarla kaplıydı. Kimi duvar gibi yükseliyor kimi yatayda ilerliyor suyun altına uzanıyordu. Ama her durumda ne birinin üzerinde yürümesine izin verirdi ne de bir salın veya teknenin yanaşmasına. Baduy, adamlarına emir verdi ve tersine kürek çekerek teknenin yavaşlamasını sağladılar. “Nagavu, ne tarafa” diye bağırdığında yukarıdaki adam sağ kolunu kaldırarak nereye gitmeleri gerektiğini söyledi. Soldaki kürekler durdu sağdakiler çalışmaya devam etti. Kayalara iyice yanaşmışlardı. “Riken Usta sende öne geç ve su altındaki kayalara dikkat et” dedi Baduy. O yaşlı halinden umulmayacak bir hızla Riken öne geçti. “Devam” dediğinde kayaların açığından ama kıyıya paralel bir şekilde kuzeye doğru yol almaya başlamışlardı.
Uzun süre bu şekilde devam ettiler yavaş ve dikkatli. Güneşi sağ yanlarına alıp gittiler bir süre. Ardından Utfor, burnunu ağır ağır sola çeviriyordu. Kıyıda uzanan kayalar bazen yükseliyor bazen alçalıyordu. Ama aradaki güvenli arayı korumayı başarmışlardı. Tayfa, uzun zamandır bu şekilde kürek çekmediği için yoruldukları belli oluyordu. Neden sonra Nagavu’nun sesi “ileride küçük bir kumsal görüyorum” dediğinde biraz olsun rahatlamışlardı. Yorgun kollara rağmen dar bir koridoru geçip geniş bir koya vardılar. Tayfalardan biri “bakın” dedi suyun üzeri balık kaynıyor.” Aşçı, merakla gelip baktığında bir el iriliğinde sayısız balığın denizin içerisinde birlikte hareket ettiklerini görünce memnuniyetle gülümsedi. Aşçıyı gören Yardımcı kaptan Karyant gülerek, sekiz gündür bize balık yediriyorsun yetmez mi?” dedi. Aşçı kel kafasını kaşıyıp ne cevap vermesi gerektiğini düşündükten sonra “Lezzetliydiler ama” dedi.
Kıyıya vardıklarında derin bir oh çektiler. Utfor’un burnu sert kumlara değer değmez kürekçiler yere atlamış el birliğiyle teknelerini çekebildikleri kadar yukarıya çekmişlerdi. İpin ucunu iri bir kayaya bağladıktan sonra tüm personel aşağıya inip kimi kayalara kimi de biraz daha yukarıdaki çayırların üzerine atmıştı kendilerini. Uzun bir süre öylece bekleyip dinlendiler.
İlk ayağa kalkanlardan biri aşçı olmuştu. Yardımcısına seslenip “Biraz odun topla ateş yakalım” dediğinde genç delikanlı isteksizce yerinden doğruldu ve ileriye karanın içlerine doğru yürüdü. O arada yerde oturmakta olan Baduy, hemen yanındaki Riken’e “sanırım bir adadayız” dedi. Riken, içinde tuttuğu sevinci belli etmemeye çalışarak “Evet” dedi. Yıllardır birbirini tanıyan iki kişinin birbirinden saklayacak duygusu olamazdı. “Bu ada o ada değil mi?” dedi. Riken, yerinden doğruldu ve sırtını denize dönerek üzerinde bulundukları kara parçasını gözleriyle taradı. Yukarıda ağaçların bitip alçıların başladığı tepede görünen dümdüz kaya, yıllar önce Vesant’ın sözünü ettiği duvar kayası olabilirdi. Sesine sakinlik vermeye çalışarak “Bende burasının bir ada olduğunu düşünüyorum. Onca yol kaydetmemize rağmen deniz çepeçevre. Burası muhtemelen de Vesant’ın sözünü ettiği ada.” Aklına birden gelmiş gibi “Çevreyi biraz dolanalım” dedi ama aşçının sesi kendi alanında otoriten sesiydi. “Yemek yemeden kimse bir yere gitmiyor” Riken, kenarda duran iki kişiye seslenerek “Gençler, siz bir dolanın bakalım taze et bulabilecek misiniz” kendilerine işaret edilen iki denizci yerlerinden kalktı silahlarını düzelttikten sonra adanın içlerine doğru yöneldi. Baduy, arkalarından seslendi “Fazla uzağa gitmeyin, nasıl bir yerde olduğumuzu bilmiyoruz” dedi.
İki genç Riken’in kendilerini seçtiği için hayıflanıyorlardı. “Ben sana defalarca söyledim öyle orta yerlerde görünmeyelim dedim” dedi. Seslerinin duyulmaması için kamp yerinden uzaklaştıktan sonra konuşma cesareti göstermişlerdi. “Yapacağımız bir şey yok” dedi diğeri. Bir saniye sonra yanında yürüdüğü arkadaşının omzuna vurarak “kim bilir belki de Vesant’ın Taşlarını biz buluruz. Ne dersin?” “Ha ha, bak işte şu ağacın dibinde seni bekliyor, koş al” dedi ve ileride irice bir ağacı gösterdi. İkisi de gülmeye başladılar. Birden bir durdu “şşş” dedi arkadaşının sessiz olmasını sağlayarak. Ardından sol yandaki uzun çimenlerin arasında duran ve bir kediden daha büyük görünen hayvanı gösterdi. Beyaz uzun tüylü kısa kulaklı sevimli bir hayvan arka ayakları üzerinde dikilmiş kendilerini seyrediyordu.
“Eti yenir mi acaba?” dedi gençlerden biri.
“Yense iyi olur çok acıktım” dedi öteki. Ardından devam etti, “Üstelik denemeden bilemeyiz” dedi. Usulca yaklaşmaya başladılar hayvana doğru ama hayvan kıpırdamıyordu bile. Birkaç adım sonrasında hayvanın kendilerine doğru geldiğini gördüklerinde şaşırmışlardı. Hemen yanında bir tane daha ortaya çıktı. Avcılardan biri eğildi sevimli hayvanı kucağına aldı. Diğer avcı da ötekini kucakladı. Yumuşak beyaz tüylerini okşarken “Bırakalım nasıl pişirileceği konusuna aşçı karar versin” dediler ve kamp yerine dönmek için yürümeye başladılar.
“Burada çok kalır mıyız?” dedi Baduy, yanında duran Riken’e. Riken, yaşının gereği çizgileri derinleşmiş yüzüyle adama baktı. ‘Bu adam eskiden beridir böyle az konuşur ‘ diye aklından geçirdi Kaptan. Riken bulundukları yere çepeçevre bir kere daha baktı. Ortada güzel bir ateş yanmıştı. Kendilerini buralara kadar getiren tekne biraz ilerilerinde yarısı suda yarısı kumda öylece duruyordu. Aradığı adanın burası olduğuna emin olmakla birlikte küçük bir ihtimalde olsa yanılabilirdi. “Güzel bir yere benziyor” dedi ilgisizce. “Biz birkaç gün burada kalacakmış gibi hazırlık yapalım” diye sözlerini tamamladı. Baduy, yerinden doğruldu ve etrafta dolanıp sağa sola emirler veren adamlardan birine seslendi “Karyant, birkaç gün buradayız ona göre hazırlıklarınızı yapın” dedi. “O zaman Tekneyi suya geri salalım” dedi iri yarı kaptan yardımcısı. Baduy, “Neden” dediğindeyse “İçimde beni rahatsız eden bir şeyler var” dedi. Baduy’un cevabı kararı adamın kendisine bıraktığı yöndeydi. “Sen bilirsin, yeteri kadar derinlik varsa olur” dedi. Kaptanına, “koyun dibi kumsal, Utfor’a bir şey olmaz.” Dedikten sonra adamlarına seslendi. Kendisi tekneyi bağladıkları halatı çözerken toplanan kalabalıkta koca tekneyi suya doğru itmeye başladılar. Utfor, yüzmeye başlayınca Nagavu’da birkaç tayfa ile tekneye çıktı.
“Aşçı başı, bak bakalım bunlardan iyi yemek olur mu?” Aşçı, sesin geldiği yöne döndü. Az önce giden iki avcının bu kadar çabuk dönmesine şaşırmıştı. Kucaklarındaki iki hayvanı görünce yüzü gülümsedi. Lezzetli şeylere benziyorlar ama bu kadar adama yetmez” deyince iki adam arkalarını göstererek “İstemediğin kadar var” dediler. O zaman sağda sola kalan birkaç kişi yerlerinden doğrularak neredeyse ayakaltına kadar gelmiş olan hayvanlardan bir kaçını kucakladılar. Birbirleriyle şakalaşıyorlar gülüşüyorlardı. O ara Riken yerinden kalktı, Baduy’a dönerek “hadi biraz dolaşalım” dedi. Kaptan Baduy, biraz isteksizdi ve aşçıya dönerek “Yemek hazır olduğunda bize seslenin” dedi.
“Sen bu hayvanların bu kadar uysal olmalarına ne anlam veriyorsun” dedi Riken. “İnsan denilen canavarı tanımadıkları belli. Başka düşmanları da olmamalı ki bu kadar rahatlar” Gülümsüyordu, eliyle biraz ötelerde kendilerini gözleyen ve saklanma ihtiyacı bile göstermeyen irice ceylanı göstererek “sadece onlar değil başkaları da var” dediğinde ceylanın yanına bir başkası daha gelmişti. “Garip çok garip” dedi Baduy kendi kendine konuşur gibi. “Rıkan Usta bilirsin seni severim. Hiçbir şey yokken Koca Sarkaata’da iki halk yani sadece Repsa’lar ve biz varken de severdim seni. Hatta seni kendime bir önder bir lider gibi kabul etmiştim.” Riken, sözün nereye varacağını merak etmeye başlamıştı. “Sözün özü, ben bu adadan hiç hoşlanmadım. Korkak diyebilirsin ama şimdi hemen geri dönelim” derim” dedi ama daha sözlerini tamamlar tamamlamaz nereden geldiği belli olmayan tiz bir ses duydular. Sesin nereden veya kimden geldiği belli değildi. Acıcı bütün adayı kaplayan bir çığlıktı duydukları. İnsan sesi değildi ama bildikleri hiçbir hayvanın sesine de benzemiyordu. Ne olduğunu anlamaya fırsat bulamadan az önce ayrıldıkları kamp yerinden de çığlıklar gelmeye başlamıştı. Ama ne çığlıklar, acı doluydu hepsi… Hiç düşünmeden geri döndüler.
Kamp yerine varmaları bir dakikalarını almamıştı ama gördükleri karşısında afalladılar. Adamlarının çevresi sayamayacakları kadar çok beyaz hayvanlar sarmıştı. Sevimli beyaz tüylü hayvanlar minik şeytanlara dönüşmüştü. Bir kişinin üzerinde birden fazla bulunuyorlardı. Kimi bacağına sarılıyor kimi adamların üzerlerine tırmanıp sırtından, kollarından bacaklarından ısırmaya çalışıyorlardı. Kanlı ağızların içindeki keskin dişler yapıştıkları her şeyi ısırıyor yerinde kanlı boşluklar bırakıyorlardı. Koca koca adamlar çığlıklar atarak kendilerini savunmaya çalışıyorlardı. Bir saniye sonrasında Riken, nasıl bir mezbahada olduklarının farkına varmıştı. Yanına yaklaşanlardan birine tekme attı. Savrulan hayvan ileride yere düştü ama o saniye tekrar Riken’in üzerine doğru koşmaya başlamıştı. Baduy’un gür sesi duyuldu “Herkes denize, suya girin suya” Adamlardan bazıları iyice yaralanmıştı. Ama koşacak veya yürüyecek gücü olanlar yönlerini birkaç adım ötelerindeki denize doğru çevirmişlerdi.
Riken ve Baduy dâhil herkes suya girmişti. Beyaz masum görünüşlü şeytanlar ön ayakları suya giresiye kadar gelebilmişlerdi kıyıya. Sudan çekindikleri belliydi. Denizin içerisinde kargaşa yaşanıyordu. Ağlayanlar, acı içerisinde bağıranlar, küfredenler vardı. Adamlar bir yandan da birkaç kulaç ötedeki tekneye yüzmeye çalışıyorlardı. Yaralılardan akan kan çevrelerini kırmızıya boyuyordu. Kimi yüzerek kimi yüzen arkadaşlarına yardım ederek yelkenliye ulaşmaya çalışıyordu. Teknede olan birkaç kişi dehşetle olanları izledikten sonra bulabildikleri ipleri atarak arkadaşlarını yukarıya almaya çalışıyordu. Nagavu dedesini araştırıyordu o kargaşa içerisinden. Ne de olsa Annesi Sifal kendisine emanet etmişti Diken’i. “Deden iyice yaşlandı Ona göz kulak olmalısın” demişti. Yaşına göre iyi yüzüyordu. İşte o an geride kalan tayfalardan biri bağırdı. Yukarıda teknede olanlar bakışlarını o yöne çevirince denizi üzerinde kıpramalar olduğunu gördüler. Adam, imdat diye bağrışırken her yanının küçük el kadar balıklarla çevrelendiğini gördüler. Sadece birkaç nefes alacak kadar dayanabildi adam. Kısa bir sürede kemiklerine kadar yenmişti. Su içerisinde yüzmeye çalışan diğerleri arkadaşlarına olanları görünce hızlandılar. Ama balıklar daha hızlıydı geride kalanları teker teker yakalıyorlardı. Önce çevresini sarıyorlar ayaklarından başlayıp küçük ısırıklar ve büyük acılarla yiyip bitiriyorlardı. Allah’tan Utfor fazla açıkta olmadığı için yetişmeleri ve yukarı tırmanmaları zor olmadı. Nagavu dedesi Riken’i yukarı çektiğinde yaşlı adam nefes nefeseydi ama belirgin bir yarasının olmamasına sevinmişti. Yine de birkaç denizci balıklara yem olmuştu. Yaralılar yüzünden tekne kan içerisinde kalmıştı. Son Tayfa’da yukarı çıkınca Baduy, yardımcısı Karyant’a seslendi “Bir an önce Tanrı’nın Belası bu cehennemden defolup gidelim.” Kimsenin buna itiraz edeceği yoktu.
Onlar gitmek istiyordu ama ada onları bırakmak istemiyordu sanki. Önce sert bir rüzgâr çıktı denizden karaya doğru. Yelken açma hazırlıkları yarım kaldı böylece. Herkes küreklere geçti ama denizdeki koya doğru olan akıntıyı aşmak mümkün değildi. Tayfanın kolunda kuvvet kalmamıştı ama sabah girdikleri dar boğazdan çıkamıyorlardı. Öyle ki dümeni Riken’e bırakan Baduy bile küreklere yardım ediyordu. Belki bu kadar güçlü kürek çekmeseler çoktan başladıkları yere küçük koyun iri taneli kumsalına döneceklerdi. O ara bir ses duydular. Rüzgârın ters esmesine rağmen Karadan geliyordu. Bir yardım çığlığıydı sanki bir yalvarma. Dümenin başında duran Riken sağına soluna bakındı. Teknenin içinden Baduy’un tayfasına güç vermek için övgüler düzüyordu yüksek sesle. Rüzgâr alabildiğine esiyordu denizden karaya doğru. Ama teknenin en yaşlısı olan Riken adının seslendiğini duymuştu yine de. Kafasını çevirip karaya baktığında yeşil elbiseler içerisinde bir hayalet gördü. “Kızım” kelimesi döküldü dudaklarından.
“O senin kızın olamaz” dedi yanı başında duran Nagavu. “Senin kızın yani benim annem Sarkaata’da tam sekiz günlük yolda” Kürekçileri yardımcısına emanet eden Baduy da gelmişti yanına. “Hayır, annen Sifal değil Teyzen Rifaes. O benim Rifaes’im” Nagavu “Mümkün değil” dedi Rifaes Teyzem de Sarkaata’da” Riken iyice hırçınlaşmıştı. Size O diyorum, neden anlamıyorsunuz.” Eliyle az önce panik içerisinde kaçtıkları sahili gösteriyordu. “Kızım orada, ben bunu hissediyorum” dedi gözleri nemli.
Nagavu dedesinin baktığı yöne baktı, hiç kimse görünmüyordu. “Dede kendine gel, orada kimse yok” dediğinde “Sen göremezsin, babalar görebilir ancak” dedi sert bir tonda. “Yavrumu orada tek başına bırakamam.” Dur yapma etme diyesiye kadar Riken kendini denizin maviliklerine atmıştı. Baduy, yılların kaptanı ne yapacağını bilemeyecek durumdaydı. Ama cevabını suların içinden beliren baş söyledi dalgaların hırçın uğultusuna karışmış halde. “Siz gidin, ben başımın çaresine bakarım.” Rüzgâr yavaşça şiddetini azalttı. Utfor, yorgun birinin harekete geçmesi gibi ağır ama düzenli bir hızla, burnu yönünde hafifçe yol almaya başladı. Baduy, “Biraz yavaştan alın” dese de lanet rüzgâr kendileriyle oyun oynuyordu sanki. Şimdi denizin dalgaları adadan dışarıya doğru oluşuyordu artık.
Ne kadar süre geçtiğini bilemiyordu Kaptan ama Yaşlı adamın karaya çıktığını gördü. Yanında kimsecikler yoktu. “Onun kendi tercihi” dedi kendi kendine. Tatlı tatlı esen rüzgâra baktı “Yelkenleri açın” dedi tayfasına. Her iki yelken rüzgârla dolunca uzun zamandan beridir zincire bağlıymış gibi duran Utfor ileri atıldı. Burnunu bu defa doğuya çevirmişti. Baduy, dümende duruyor teknenin düz olarak seyretmesini sağlıyordu ama gözleri o küçük koyda kalan Riken’deydi. Bir süre sonra adamın sahilden yukarıya doğru yürüdüğü gördü. Ya da gördüğünü zannetti. Kafasını kaldırıp güneşe baktığında daha henüz öğlen olduğunu fark etti. Biraz ilerisinde duran yardımcısı Karyant’a dönerek “Biz bir kâbus mu gördük” dediğinde Karyant başını olumsuzca salladı. “Tam sekiz arkadaşımızı kurban verdik kaptan, böyle kabus olamaz” dedi. Aşçı, dolabından koca bir testi şarap çıkarmış adamlara ikram ediyordu. Bir ara “Üzgünüm ama bir süre daha balık yemeğe devam edeceğiz” dedi. Kimsenin gülecek hali yoktu.
- Mürşit - 1 Eylül 2024
- Sarm’ın Sonu - 1 Temmuz 2024
- Maratondan Kopmamak - 23 Mayıs 2024
- Küpe Bağları - 1 Şubat 2024
- Garip Bir Rüya - 1 Kasım 2023
Güçlü bir öyküydü. Hem ruhsal hem de dışsal betimlemeler dengeliydi.
Adanın şeytaniliği hayran bırakacak bir tüyler ürperticilikteydi. Küçük beyaz sevimli hayvanlar, evlat sevgisi gibi her insanın yelkenleri indireceği yerlerden manipüle etti kâşif gemisinin tayfasını. İnsan doğasını iyi gözlemlenmiş olduğu belli. Okurken oldukça zevk aldım, emeğinize sağlık.
Okurken keyif aldığım nadir öykülerden biriydi.
Emeğinize sağlık.
Bana dünyaları bağışladınız, teşekkür ederim.