Öykü

KÂŞİF-2

Bu keşif hepimizin hayatını değiştirecekti… Özellikle de benim.

Adım Yunus Nadir. Gazeteciyim. Daha doğrusu gazeteciydim. Ulusal bir gazetenin Pazar ekinde bilim, kültür sanat ve gezi yazıları yazıyordum. Ülkemde tanınıyor ve bol okunuyordum. Sevenim vardı, eleştirenim de, nefret edenim de. Bizim gazetenin tıklanma oranları yüksek olduğundan, dolgun bir maaş da alıyordum.

Bir gazetecinin kendini şanslı sayması için bunlar yeterlidir: Maddi ve manevi olarak emeğinin karşılığını almak. Ama benim için değildi. İçimdeki o büyüyen boşluk bir türlü dolmuyordu. Bu yüzden patron beni odasına çağırıp büyük haberi verdiğinde, bunu bir işaret olarak gördüm.

Galakside yaşam belirtileri taşıyan yeni bir gezegen keşfedildiğini biliyordum. Belirtiler vardı var olmasına, ama daha fazla bilgi toplamak gerekliydi. Bunun için de gezegene yolculuk ve yerinde gözlem yapmak gerekiyordu. Yolculuğu organize eden şirket, pek tabii Amerikalı bir para babasınındı. İşinin uzmanlarından oluşan bir keşif heyeti topluyordu. Bu uluslararası bir projeydi ve pek çok ülkenin uzay ajansı birlikte çalışıyordu.

Bizim gazete projeye katılmam için benim adıma gönüllü olmuştu. Her nasılsa, heyete katılmam uygun bulunmuştu ve şimdi, kimlik belgelerimi hazırlayıp valizimi toplamam isteniyordu.

Amerika’ya uçmadan önce Leyla’yı aradım. Ona olanları anlattım. Sesimdeki heyecan istemesem de kendini belli ediyordu. Her zamanki gibi beni dinledi. Mesafeli bir ses tonuyla kısa sorular sordu. Kapatırken “Yunus…” dedi ve duraksadı. Ben saniye hızında ne söyleyeceğini düşünürken, “dikkatli ol” demekle yetindi. Olsun, buna da razıydım. Boşanmış karı-kocaların pek azı hâlâ bizim gibi iletişim halindeydi. Açıkçası onu hâlâ seviyordum. Ama tekrar beraber olamayacağımızı biliyordum.

Bizi gezegene götürecek geminin adı Explorer-2, yani Kâşif-2 idi. Hafızam beni yanıltmıyorsa aynı şirkete ait olan Kaşif-1, yine bir insanlı keşif görevi için dünyadan ayrılmış ve kendisinden bir daha haber alınamamıştı. Olay o dönem dünya genelinde gündem olmuş, davalar açılmış ama sonra unutulmuştu. Daha doğrusu, birkaç Amerikalı gazeteci arkadaşıma göre şirket tarafından unutturulmuştu.

Eğitim ve toplantılardan oluşan süreç oldukça zorluydu. Bu süre boyunca Kâşif-1’e ne olduğunu ısrarla sorsam da hiç kimseden cevap alamadım.

Kaptan ve mürettebat hariç yolcular; bir doktor, bir hemşire, bir biyolog, bir jeolog, bir güvenlik şefi ve 10 adamından oluşuyordu. Hepsi de durumun ciddiyetinin, tarihi bir keşifte rol almanın öneminin farkında gibiydi. Yolculuk bize birkaç ay gibi gelecek ama dünyada bir yıl geçmiş olacaktı.

Uyku kabinlerimizde uyandığımızda sanki kısa bir şekerleme yapmış gibiydik. Kabin kapakları açılıp, vücudumuza bağlı kablolar söküldüğünde dalgın dalgın birbirimize gülümsedik. Biz uyurken otomatik pilottaki gemi gezegenin yörüngesine yerleşmişti.

Mekik iniş için hazırdı. Hemen pencerenin önüne koştum. Etrafımızda yavaşça dönen yıldızlarla dolu karanlık gökyüzünü izledim. Uzaktan gelen güneş ışığı yüzüme vuruyor, altından bir topa benzeyen gezegen davetkar bir halde beni bekliyordu. Bu ilk uzay seyahatim değildi elbet, ama daha önce hiç bu kadar heyecanlandığımı hatırlamıyordum. O an kendimi, Amerika’yı keşfeden Kristof Kolomb gibi hissediyordum.

Gezegene iniş yaptığımızda havanın solunabilir olduğunu hayretle fark ettik. Başlıklarımızı çıkarıp taze havayı ciğerlerimize çektik. Oksijen olduğuna göre bir yerlerde su da olmalıydı. Suyun olduğu yerde yaşam formlarının bulunması işten bile değildi!

Mürettebatın bir kısmı bizimle gezegene inmiş, diğerleri yörüngedeki ana gemide kalmıştı. Mekik birkaç modülden oluşuyordu ve söylediklerine göre hepimizi üç ay yaşatabilecek potansiyele sahipti. Radyasyona ve aşırı ısıya dayanıklıydı. Taşıdığı güneş panelleri sayesinde kendi enerjisini üretebiliyordu.

Uzmanlar her gün çemberi biraz daha genişleterek su, bitki ya da canlı yaşam formu arıyorlardı. Ben mi? Bense her zaman en iyi bildiğim şeyi yaptım. İnsanları gözlemledim. Birkaç gün içinde -burada günler Dünya’dan yavaş geçiyordu- herkesi az çok tanımış ve her yolcu hakkında belli bir fikir edinmiştim.

Doktorumuz Madam Modiano aslında bir psikiyatristti. Yuvarlak gözlüklü, küt saçlı, ufak tefek bir Fransız kadındı. Çok sigara içmekten olsa gerek, cildi bakımsız ve sesi çatallıydı. Benim yaşlarımda görünüyordu. “Merak etmeyin, ilkyardım eğitimim var.” demişti bana gülerek. Ben de ona “Umarım gerek kalmaz madam.” diye cevap vermiştim. Kocası Sınır Tanımayan Doktorlar’ın üyesiyken, Uzakdoğu’da kaptığı bir hastalık sonucu ölmüştü. Kadın, adamın ölümünü hâlâ kabullenemiyor gibi gözüküyordu. Bazen ondan bahsederken şimdiki zaman kipini kullanıyordu.

Hemşiremiz Han Jun-Seok, İki metrelik boyu ve güçlü gövdesiyle devasa bir adamdı. Buraya gelmeden önce şirketin Amerika’daki hastanelerinden birinde baş hemşireydi. Her daim güler yüzlü olmasına karşın, gözlerinde gizli bir hüzün vardı. Kuzey Kore asıllı olduğunu ve ailesini orada kaybettiğini şaşırarak öğrendim. Madam Modiano’yla ikisi görev süresince bizim ruhsal ve fiziksel sağlığımızdan sorumlulardı. Sürekli tansiyonumuzu ölçüyor, testler yapıyor ve bize vitamin takviyeleri veriyorlardı.

Biyolog Faruq Amiri İran asıllı bir İngiliz’di. Daha çocukken ailesiyle birlikte memleketinden kaçabilmişti. İran’da molla rejimi devrildikten sonra da geri dönmek istememişti. Uzun kirpikli, güzel yüzlü, kibar bir adamdı. Londra’da bıraktığı erkek arkadaşını özlüyor ve onun resmine bakarak iç geçiriyordu.

Jeolog Mark Bethesda ve Güvenlik Şefimiz Joe Smith Amerikalıydı. Yolculuğu organize eden şirketin çalışanlarıydı ikisi de. Bethesda’nın derdinin dağ, taş, toprak olmadığını hemen anladım. Eski çizgi filmlerdeki gibi, gözlerinde adeta dolar işaretleri vardı. Dünya’da işimize yarayacak bir maden bulmayı ve bu vesileyle kısa yoldan zengin olmayı düşlüyordu.

Eski bir asker olan Smith’e göre ise burası “sadece bir başka savaş alanı”ydı. Şimdilik ortam sessizdi. Ama belli de olmazdı. Görevi tehdit edebilecek hemen her şeyi -bizi bile- ortadan kaldırmaya hazırdı. İnsana sürekli yukarıdan bakan, ukala, sinir bozucu bir adamdı.

Uyurken tabancasını yastık altında saklıyor, her an savaşa girebilecekmiş gibi yaşıyordu. Amiri’nin anlattıklarına göre Suriye’de teröristlerle çatışırken bir sünnet düğününü basmış, çok sayıda sivilin ölümüne neden olmuştu.

Kaptanımız Ivan Rus’tu. Ama bu kadar çok içmesinin sebebi bence genleri değildi. Çözemediğim ve iletişim kuramadığım tek kişi oydu. Adamın yüzü gülmüyordu. Sessizdi. Topluluktan uzak duruyordu. Kendi mürettebatıyla bile iletişimi sınırlıydı. Büyük bir derdi vardı besbelli. Ve derdini buraya, dünyadan bilmem kaç ışık yılı uzaktaki bu ıssız gezegene kadar getirmişti.

Görevi tehlikeye atabileceği düşüncesiyle alkol, uyuşturucu ve sigara şirket tarafından yasaklanmıştı. Ama Ivan bu yasağı pek dinlemiyor gibiydi. Zulasını nereye gizlediğini merak ediyordum açıkçası. Bu yüzden bir gün, kamp alanında içerken yanına gittim. Oturdum. Bir süre sessizce karanlık gökteki parlak yıldızlara baktık. Ardından matarasını bana uzattı. “İçer misin?” diye sordu İngilizce. -İngilizcesi berbattı- İçtim. O akşam birlikte kafaları çekerken bana karısının hikâyesini anlattı.

Anlattığına göre kadının ruhsal bunalımları vardı. Ivan bunu biliyor, ama aldırmıyordu. Zamanla geçeceğini düşünüyordu. Daha doğrusu umut ediyordu. Ama ilişkileri çekilmez bir hal almaya başlamıştı. Kadın her fırsatta sorun çıkarıyordu. Ivan karısının durumu abarttığını, kendini acındırdığını düşünüyordu. Evden uzak duruyordu. Kendini işine veriyordu. Bir de içkiye… O zamanlar Ay’a turist götürüp getiriyordu. Bir gün yere indikten sonra karısının telefonunu açmamıştı. Bir bara gidip içmeye başlamıştı. İki saat sonra sarhoş halde eve geldiğinde, kadını küvette bilekleri kesilmiş halde bulmuştu. “O telefon…” demişti gözleri dolu bir halde, “o telefonu açsaydım, Polina’yı kurtarabilirdim!”

O gece yatakta zavallı Ivan’ı ve karısı Polina’yı düşündüm. Ekip olarak çoğumuzun geçmişinde acılar, pişmanlıklar ve travmalar vardı elbet, ama bence Ivan’ınki en kötüsüydü. Karısının intiharını önleyebilecek imkânı vardı. Büyük pişmanlığı da zaten bundandı. Daha sonra durumdaki ironinin farkına vardım: Hepimiz farklı milletlerden olmamıza rağmen birbirimizin duygularını, yaralarını nasıl da kolay anlıyorduk. Peki devletlerimiz neyi paylaşamıyordu? Aklıma “bir Alman, bir İngiliz, bir de Temel” diye başlayan fıkralar geldi. Güldüm.

Bu sırada kaptanla mürettebattan birkaç kişinin kaldığı yan odacıktan sesler gelmeye başladı. Kalkıp baktığımda Ivan’ın sessizce uzaklaştığını gördüm. Herkes uyuyordu. Kamp sessizdi. Dışarıda, Smith’in birkaç adamı kampın çevresinde nöbet tutuyordu.

“Ivan,” diye fısıldadım arkasından, “nereye gidiyorsun?”

Gözleri dehşetle açılmış halde bana döndü. Sanki hırsızlık yaparken yakalanmış gibiydi.

“Polina’ya…” diye cevap verdi. “Poliniçka beni çağırıyor.”

“Saçmalama Ivan, Polina burada değil. Polina öldü. Kötü bir rüya gördün herhalde…”

“Nyet! Anlamıyorsun yoldaş! Karımın sesini duyuyorum! Karım beni çağırıyor!”

Sesimizle insanlar uyanmış ve etrafımıza toplanmıştı. Ivan kararlı adımlarla mekikten çıktı. Yürümeye başladı. Gözleri ufuk çizgisinde tek bir noktaya takılmıştı. Sanki vücudunu başka bir güç ele geçirmişti. Ne kadar dil döksek de onu geri dönmeye ikna edemiyorduk. Birkaçımız onu durdurmaya çalıştıysa da, Ivan’ın bileği kuvvetliydi. Bu sırada elinde tabancasıyla Joe Smith belirdi. Silahı Ivan’a doğrultup “Orada kal kaptan!” diye bağırdı. Rus olduğu yerde durdu. Güvenlik şefi nişan almış vaziyette yavaşça ilerledi.

“Gemiyi en son kaptan terk eder, ‘yoldaş’… Öylece çıkıp gidemezsin! Benim görevimde olmaz!”

Hepimiz nefeslerimizi tutmuş neler olacağını bekliyorduk. “Tanrı aşkına, ona biraz zaman tanıyın! Besbelli kafası yerinde değil!” diye çıkıştı Madam Modiano, Ama Smith kadına aldırmadı. Bu sırada Ivan sakince döndü ve “O zaman vur beni Amerikalı.” diye mırıldandı, “Çünkü yolumdan dönmeyeceğim! Karım beni çağırıyor!”

Adamın gerçekten Ivan’ı vurabileceğini biliyordum. Bu yüzden müdahale edip “Onu bağlayalım.” dedim. Fikrim herkes tarafından kabul gördü. Onu içeri götürüp bir direğe bağladık. Bu sırada zavallı adam çırpınıyor, bırakmamız için yalvarıyor, kendi dilinde küfürler savuruyordu. Jun-Seok ona bir sakinleştirici iğne yaptı. Madam Modiano bunun bir çeşit sanrı olduğunu, Ivan’ın geçmişindeki bir travmanın canlandığını söylüyordu. Joe Smith hepimizin yatağa dönmesini emretti. Kendisi Rus’un başında nöbet tutacaktı.

Geceyi yatağımda huzursuzca dönüp durarak geçirdim. Sabaha karşı nihayet uykuya teslim olmuştum. Uyandığımda güneş gezegenin tepelerinin üstünde yükselmeye başlamıştı. Hemen Ivan’ı bağladığımız yere gittim. Rus kaptan ortada yoktu. Joe Smith ise baygın bir halde yerde yatıyordu. Kafası kanıyordu. Belli ki Ivan düğümleri çözmüş, güvenlik şefini bayıltmış ve kaçmıştı. Güvenlik personeli tam otomatik silahlarıyla onu aramaya gitti. Jun-Seok Amerikalının kafasına dikiş attı. Bir Rus tarafından etkisiz hale getirilmek Smith’in gururuna dokunmuştu. “Nasıl oldu?” diye sormamızı yasakladı. Ivan’ı o günden sonra bir daha görmedik. Artık yetki, yörüngedeki gemide bulunan ikinci kaptandaydı.

O günden sonra bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Nasıl olsundu ki? Keşif Heyetimizin üyeleri birer birer ortadan kayboluyordu. Önce Jun-Seok gitti. Ardından mürettebatın yer ekibinden ve güvenlik görevlilerinden birkaç kişi. Kayıplar genellikle geceleri gerçekleşiyordu. Gidenlerin, kampın etrafında nöbet tutan silahlı adamlardan nasıl kaçtıklarını merak ediyordum. Madam Modiano hâlâ, yaşananların bilimsel bir sebebi olduğunu, gidenleri ölü ya da diri bulabileceğimizi iddia ediyordu. Bense ne düşüneceğimi bilmiyordum.

Joe Smith kampta terör estiriyor, her gece bizi yataklarımıza bağlatıyordu. Buna rağmen, Biyolog Faruq Amiri’nin de kaçmasına engel olamadı. Mark Bethesda’yı vurarak durdurdu. Ama kurşun ana artere girdiğinden, adam hayatını kaybetti.

İkisinin de yokluğuyla görevin başarısızlığa uğradığı kesinlik kazandı. İkinci Kaptan Felix von Linde ve geriye kalan mürettebat dönüş hazırlıklarına başladı. Bu sırada Smith, kendisinden beklenmeyecek bir şey yaptı. “Duyduğu seslere katlanamadığını” söyleyerek intihar etti. Kendi tabancasıyla kafasına sıktı.

Yıllardan sonra ilk defa, o gece rüyamda Oğulcan’ı gördüm. Daha doğrusu sesini duydum. “Gel baba…” diyordu, “Korkuyorum, yanıma gel…”

“Geliyorum paşam! Geliyorum aslanım!” diye seslendim sevinçle. Ama onu göremiyordum. Gözümün önünde bir sis tabakası vardı sanki. Sisi dağıtabilsem yanına gidecek, oğluma sarılacak ve bir daha asla bırakmayacaktım onu. Ama yapamıyordum işte…

Sislerin arasında yürürken birden uyandım. Bu siktiğimin gezegeninde, Mekiğin içinde, yatağımdaydım. Sol elim yatağın demirine kelepçeyle bağlanmıştı. Rüyamda duyduğum ses hâlâ kafamın içinde yankılanıyordu:

“Hadi baba… Gel artık! Bırakma beni burada… Gel baba…”

Mutluluktan gözlerim dolarak fark ettim ki; bu gerçekten Oğulcan’ın sesiydi! Ve hayır, artık rüya görmüyordum. Tümüyle ayıkmıştım. Yine de oğlum hâlâ bana seslenmeye devam ediyordu!

Birden, vücuduma dolan titreşimle sarsıldım. İçime dolan güç ve inanç bana istediğim her şeyi yapabileceğimi söylüyordu. Kelepçeden kurtulmak için baş parmağımın kemiğini tek hamlede çıkardım. Askerde, komando olarak görev yaparken öğrendiğim bir numaraydı bu. Zerre acı çekmedim. Ayağa kalktım. Modülü terk ederken arkamda Madam Modiano’nun korku dolu sesini duydum.

“Mr. Nadir, ne yapıyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?”

Yatağında kelepçenin izin verdiği kadar doğrulmuş, dehşetli gözlerle bana bakıyordu.

“Oğluma, madam. Oğluma gidiyorum. Beni çağırıyor.”

“Mon dieu! Siz de mi Mr. Nadir? Lütfen, lütfen gelin buraya. Yatağınıza dönün!”

Kadını dinlemeyerek mekikten çıktım. Silahlı nöbetçiye arkadan yaklaşıp boynunu kıskaca aldım. Bir kişiyi bayıltmak için nefes borusuna hafif bir basınç uygulamak yeterliydi. Hava buz gibiydi. Çıplak ayaklarımla, sesin beni çağırdığı yöne doğru yürümeye başladım.

Belki bir saat, belki de üç saat bu halde yürüdüm. Zaman mefhumunu artık kaybetmiştim. Kumlu toprağın içindeki küçük sivri taşlar ayaklarımı yaralıyordu. Ama acı hissetmiyordum. Yoğun sisle kaplı bir bölgeye geldiğimde gün ışımaya başlamıştı. Oğlumun sesi sislerin içinden beni çağırıyordu:

“Babacığım, geldin mi? Buradayım baba, buradayım. Gel…”

Derin bir nefes alıp sisin içine daldım. Sahne tıpkı rüyamdaki gibiydi. Biraz sonra sis dağıldı ve karşıma engin bir deniz çıktı. Oğulcan başını sudan çıkarıp bana gülümsedi. Ağlamaya başladım. Onun bu gülüşünü tekrar görmek için veremeyeceğim hiçbir şey yoktu. Minik elini bana doğru uzatıp “Hadi gel baba!” diye seslendi.

“Demek böyle oluyor.” diye düşündüm. “Demek gezegen böyle çağırıyor insanları…”

Oğulcan’ın hastalığı bundan iki yıl önce onu hayattan koparmıştı. Onu toprağa verdiğimizde daha 12 yaşındaydı. Büyüyünce astronot olacaktı. Leyla’nın aksine ben, teselliyi unutmakta arıyordum. Ama aslan oğlum şimdi kanlı canlı buradaydı işte! Geri kalan her şey önemsizdi!

Sığ suya adımımı attığım sırada iki çift el kollarıma yapışıp beni geriye çekti. Belli ki Fransız kadın birilerine haber vermişti.

Beni oğlumdan ayırmamaları için çırpınmak, yalvarmak ve kendi dilimde ana avrat küfretmekten başka bir şey yapamadım.

Zekeriya Ünal

1988 yılının soğuk bir Ocak akşamında, ana rahmindeki yuvamı terkedip, Dünya'ya "merhaba" dedim. Ağzımdan çıkan ilk söz, çoğu insan yavrusu gibi "ınga" oldu. Sözcüklerle yolculuğum böyle başladı. Yıllar içinde resim, müzik, yazı, fotoğraf gibi farklı sanat disiplinlerinde kendimi aradım durdum. Sonunda, en iyi yapabildiğim ve yaparken en çok keyif aldığım şeyin yazı yazmak olduğuna karar kıldım. İlk gençlik yıllarımdan beri yazı yazarım. Bazı yazılarım yerel gazetelerde, fanzinlerde, e-dergilerde ve internet sitelerinde yayınlandı. 35 yaşındayım ve hala sözcüklerle serüvenim sürüyor.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Öykünün hangi zaman diliminde geçtiğini merak ettim. Sınır Tanımayan Doktorlar, Kuzey Kore, İran’daki molla rejimi detayları en azından 21. yüzyılda geçtiğini gösteriyor ama ötegezegenlere gidebilmemiz için teknolojik bir sıçrama geçirmiş olmamız lazım. Ya da öykü daha ileri zamanlarda geçmeli. Bu iki durumdan birinin olmaması anakronizme neden olmuş. Bunun dışında akıcı bir öyküydü.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for acimatriyarka Avatar for zekeriyaunal01

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *