Öykü

Sonsuzluk Oteli

Henüz dün yirminci yaşını kutlayan Okan, bir kıyı şehrindeki otel odasında kalp krizi geçirirken yapayalnızdı. Banyoda diş fırçasının yanındaki cep telefonu yıldızlar kadar, odanın kendi telefonu ise Gobi Çölü kadar uzaktı.

Yumruk yaptığı sol eliyle gömleğinin kalbinin üstüne gelen bölümünü yırtarcasına sıkıp öksürmeye çalışıyordu. Boğazından incecik iniltiler çıkıyordu, kalbindeki yoğun ağrıya, kanının damarlarında donakaldığı hissi ekleniyordu. Konuşmaya takati olsaydı “Neden?” diye bağırırdı. Sigara bile kullanmaz, beslenme ve sporuna dikkat ederken sonunun nasıl böyle olduğunu sorardı.

Gözbebeklerine yansıyan son manzaranın beyaz tavan, çiçek oymalı alçıpan, spot lambalar değil de masmavi gökyüzünde pamuk gibi bulutlar olmasını isterdi.

“Hayır.” diye düşündü Okan. Çok erken, pek zamansızdı. Dudağındaki köpüğü hissetti. Ağrısı kederle karıştı. Sanki kendi ölüsünün başında yas tutuyordu.

Tüm bu duygular, düşünceler, hayaller kısacık bir zaman diliminde gerçekleşmişti. Kumsalda güneşlenirken sırtı ağrımaya başlamıştı. Şezlonga örtü sermediği için ağrı çektiğini düşünüp havlu almaya yukarı çıkmıştı ve kalbinde çıkan yangın onu yatağa bile erişemeden yere sermişti. Kalp krizi geçirdiğini anlasa da artık çok geçti.

Derken bir kabustan uyanır gibi apansız kendine geldi. Bilinci bir an için kapanıp tekrar açılmıştı, göz kırpar gibi. Sırt üstü yatarken doğrulup oturdu ve hızlı hızlı solumaya başladı. Yataktaydı. Kalbindeki ağrı dinmiş fakat kafası karışmıştı. Gerçeği hülyalardan ayıran sınır buharlaşıp gitmişti.

Otel odası boş ve düzenliydi. Yataklar topluydu ve ortalıkta hiç eşya yoktu. Gün çoktan yerini geceye bırakmıştı. İçeride yalnızca eşyaları hayal meyal görmeye yarayan gümüşi loş ışık vardı.

Hazır gece olmuşken yatıp uyumak istedi fakat bedenindeki uyku arzusu da ağrılarla birlikte yok olmuştu. Yakın arkadaşını arayıp yaşadığı tuhaflıkları anlatmak için yataktan kalktı. Ay’da yürür gibi hafif hissediyordu. Banyoda, lavabo musluğunun hemen yanında duran telefon dahi sanki ağırlığını yitirmiş, tüy gibi avucuna konmuştu.

Kilit açma tuşuna bastı fakat ekran aydınlanmadı. “Hayda… Şarjı da vardı.” diye mırıldanan genç, telefonu yatağın üstüne atıp eşyalarını aradı. Yataktan kalktığında odanın görevlilerce toplandığını düşünüyordu, oysa dolaplar da boştu; çantalar toplanmamış, ortalıktan kaybolmuştu. Telaşla dahili telefona sarıldı. Ahize o kadar sessizdi ki sağır olduğunu sandı.

Herhalde elektrik kesilmişti. Peki gri ışık nasıl yanıyordu? Okan tavanda şöyle bir göz gezdirip ışığın kaynağını ararken güç kesintisi durumunda jeneratöre bağlı olarak yanan bir lamba olduğunu düşündü. Yoksa beyaz, sarı ve parlak olurdu; her otel odasında olduğu gibi.

Çalışmayan cep telefonunu ve oda kartını yanına alıp koridora çıktı. Koridor da tıpkı odası gibi sönük ışığın hâkimiyeti altındaydı. Duvar kağıdının desenleri, asansörün önündeki ahşap koltuk belirgin olsa da renkleri kaybolmuştu. Her şey siyah beyazdı. Okan elini kaldırdı ve ten renginin bile gri olduğunu fark etti. İçine tekinsiz bir his girdi. Derhal odasına dönüp kapıyı kapattı. Kartı birkaç kez yerine takıp çıkardı ki elektrik gelsin.

Banyo ışığını açıp kapatmayı denedi. Hiçbir değişiklik olmadı. İçerisinin karanlık olacağını düşünmüşse de burası kaynağı belirsiz sönük gri ışıkla aydınlanıyordu. Her şeyin rengini çalan o ışıkla… Okan, yüzünde ve teninde külden yapılmış gibi gri olmaları dışında bir farklılık yakalayamadı. Saçlarına, yanaklarına, ensesine dokundu. Elleri hafifçe uyuşmuştu. Başka her şey normaldi.

Odasını bir kez daha aradı fakat çantalarından iz bulamadı. Resepsiyona inmek üzere hızla dışarı çıktı. Kapı arkasından yumuşak bir şekilde kapanıverdiğinde kartı almadığı aklına geldi. Tedbirsizliğine kızarak, kilitli olacağı beklentisiyle kapı koluna elini attı ama odanın kapısı rahatça açıldı. Derken Okan’ın aklına bir fikir geldi.

Yan odanın kapısını tıkladı. Ses gelmeyince kapı kolunu çevirdi. Bu bölmenin kapısı da hiç kilitlenmemiş gibi aralandı. Okan koşarak karşı odayı ve iki tarafta gözüne çarpan kapıları diğer denedi. Hepsi açılıyordu, tümü de boş ve düzenliydi; hepsi, o garip ışıkla aydınlanıyordu.

Ne yapacağını bilmez halde koridorun ortasında durup sağa sola baktıktan sonra komşu odaya girdi. Buranın numarası kendi odasından bir gerideydi. Yatağın dağınıklığını ve yarı devrilmiş çantalarını görünce şaşırdı. Diz çöküp eşyalarını bir bir kontrol etti. Kimse odayı toplamamıştı. Hatta tek bir kıyafete bile dokunulmamıştı. Kumsaldan döndüğünde nasıl dağınıksa öyleydi. İşin açıklayamadığı yanı bu odanın yan oda olmasıydı. Tuttuğu oda değil.

Çantasını karıştırıp otelin fişini buldu. Hatırladığı ve burada da yazdığı üzere 102 numaralı odayı tutmuştu. Koşarak çıkıp kapıya baktı. 101… Geri dönüp fişi okudu. 102… 102’ye geçerek yatak örtüsündeki düzensizlikten biraz önce orada olduğunu teyit etti. 101’e döndü ve eşyalarına dokundu. Safa ile Merve arasında koşan hacılar gibi birkaç kez iki hedef arasında gelip geldi. Akıl bunu nasıl izah eder, şu iş hangi bilimsel kanuna sığardı?

Okan’ın kafasına bildiği ve alıştığı dünyada olmadığı dank etti. Neredeydi? Berzah âleminde mi yoksa misal âleminde mi? Ruhu bedeninde miydi hâlâ? Yoksa, çoktan uçup gitmiş miydi? Şortunun lastiğine, çantasının fermuarına dokundu. Diğer dört duyuya inat dokunma duyusu hâlâ her şeyin normal olduğunu söylüyordu ona. Derin bir soluk alıp ayağa kalktı, cama yürüdü, perdeyi tutup bekledi. Bir anda çekip sonuna kadar açtı.

Dışarısı safi siyahtı. Ne otel bahçesi ne sokak lambası ne de yıldızlar görünüyordu. Camı açıp kolunu uzattı, parmaklarını oynattı. Kendi uzvunu görebiliyordu ama başka bir şey değil. Ayrıca rüzgâr ve geceye özgü serinlik de yoktu. İçerisi ve dışarısı arasında hava ya da ısı alışverişi olmadı.

Okan camı kapatıp eline hohladı. Nefesini az buçuk hissedebiliyordu. Ellerini yumruk haline getirdi, sonra parmaklarını gerdi. Kapıyı kapatmadan çıktı odadan. Asansör çalışmadığı için merdivenle indi.

İşte! Karşısında bir şeyler sorabileceği bir insan vardı. Resepsiyon görevlisi yakasında isimliği, şık kıyafetiyle yerinde bekliyordu. Okan yaklaşıp “İyi günler,” dedi.

“Buyurun.”

Görevlinin yüzü nötrdü. Ne gülümsüyor ne de surat asıyordu.

“Ben 102 numarada kalıyordum ama odamdan taşınmış gibi görünüyorum. Daha doğrusu eşyalarım taşınmış.”

“Eşyalarınıza kimse dokunmadı,” dedi görevli.

“Biliyorum,” dedi genç. “Evet, dokunmamışsınız ama odanın tabelası değişmiş sanırım. Çünkü eşyalarım 102’deydi ama şimdi 101’deler.”

“Uyuyordunuz, sizi taşımak zorunda kaldık,” dedi diğeri.

“Fakat ben 102’de uyandım. Taşınan ben değilim gibi görünüyor.”

“Sayılara takılmayın, 101, 102 fark etmiyor. Bu otelin oldukça fazla odası var. Ne var ki müşterilerimiz de bir o kadar çok. Geçen bir müşteri gelince ona yer açmak için herkes bir sonraki odaya taşındı. Siz uyuyordunuz, sizi biz taşıdık.”

“Nasıl fark etmez?” diye sordu Okan. Kafası durulacağına daha da karışıyordu. “Siz ruh hastası mısınız?” diye bağırdı. “Herkesi taşıyacağınıza boş odayı müşteriye versenize?”

“Ama bütün odalar doluydu.”

Okan gülmeye başladı. “Galiba beynim durdu. Bütün odalar doluydu ve herkes bir sonraki odaya taşınınca yer açıldı, öyle mi?”

“Evet,” dedi resepsiyoncu. “Beyniniz o kadar da durmamış. Aynen bu şekilde oldu.”

“Bu otelin en yüksek oda numarası kaç?”

“Bunu söyleyemem.”

“Mesela 9 kat olsun. Son oda da 910 olsun. 910’daki müşteri boşa çıkacak çünkü 911 numaralı oda yok ki oraya taşınsın.”

“911 var, oraya taşınabilir,” dedi görevli, olanca sakinliğiyle.

“Oh, ne güzel!” dedi Okan. “Madem 911 var derhal arayıp bir ambulans çağırmak istiyorum. Yahu,” isimliğine baktı, “Batuhan Bey, ben sadece örnek veriyorum. 911 numaralı bir oda olabilir fakat atıyorum 122023 numaralı bir oda yoktur, değil mi?”

“O da var,” dedi Batuhan.

“O nasıl oluyor?”

“1220. kat 23. oda, demek.”

Okan, Batuhan’ın onunla alay ettiğinden emin oldu. Zira dünyadaki en yüksek bina olan Burç Halife’nin bile 163 katı vardı. O da alaya katılarak “Rica ediyorum, beni 1220. kata götürür müsünüz?” dedi. “Asansör çalışmıyor. Merdivenden de o kadar katı çıkamam.”

“Asansör çalışıyor,” dedi Batuhan. “Işıklarını görmeyince, kapalı zannetmişsiniz. Buyurun, size göstereyim.”

Asansörün içi dünyevi bir yapıya sahip olan tek yerdi, zira altın rengi gayet kuvvetli bir ışıkla aydınlanıyordu. İçerisi beyaz mermer ve kızılımsı bir tür ahşapla döşenmiş olup renkler, desenler oldukça belirgindi. Panonun üstünde 0’dan 9’a kadar rakamlar, sağ ve sol ok işaretleri, ince bir ekran, üzerinde onay işareti olan bir düğme, lobiyi ve bodrumu ifade eden L ve B harfleri, ne işe yaradığı belli olmayan bir R harfi, kapıyı açıp kapatmak için düğmeler ve alarm vardı.

“İstediğiniz katın numarasını girip onaya basın,” dedi görevli. “Yalnız dikkat edin, ekran 50 haneden fazlasını göstermiyor. 50 basamaktan daha büyük bir sayı girdiyseniz, ok işaretlerini kullanarak sayı içerisinde gezinebilirsiniz.”

“50 basamaktan büyük bir sayı derken…” dedi Okan. “Bu binada kaç kat var?”

“Söyleyemem,” dedi Batuhan.

“Niye? Gizli bir bilgi mi?”

“Hayır,” dedi diğeri. “Bu otel şu kadar kattan oluşur diye bir şey yok. Hangi sayıyı düşünürseniz bir yukarısı var.”

Okan, asansörün otomatik olarak kapanmasını engellemek için elini kapıya koydu. “Bir saniye…” dedi yutkunarak. “Bu otelde sonsuz kat mı var?”

“Evet,” dedi Batuhan. “Bu nasıl oluyor, diye mi soracaksınız şimdi de? Nasıl mümkün olduğunu bilmiyorum ama öyle. Burası Sonsuzluk Oteli.”

“Yani…” dedi müşteri. Boğulacak gibi hissediyordu. “Buraya rastgele 1 milyon tane rakam girsem, karşıma öyle bir kat çıkacak.”

“Evet ama neden bu kadar şaşırdınız ki?” dedi resepsiyoncu. “Öldüğünüzde böyle acayip şeyler görmeyi hiç beklemiyor muydunuz?”

Okan kelimelerin ağırlığıyla sarsılırken Batuhan’ın gömlek yakasından görünen ve şah damarlarının üzerinden geçen kıpkırmızı çizgiyi fark etti. Çığlık atarak geriye çekildi ve asansörün kapısı kapandı.

Telaşla düğmelere sarılan genç, kapı açma düğmesi yerine yanlışlıkla R’ye bastı. Mekanik bir “Rastgele modu açıldı. Asansör, rastgele bir kata gidecektir,” komutundan sonra ekrandaki sayılar akıl almaz bir hızla değişmeye başladı. İçerideki ise bembeyaz olmuş ve bir köşeye sinmişti. Aradan çok geçmeden asansör 13406122. katta durdu.

Bu katın fazlaca yüksekte olması hariç Okan’ın kendi katından hiçbir farkı yoktu. Aynı ahşap koltuk ve aynı duvar kâğıdı, aynı renksizlikteydi. Rastgele bir odaya kapı çalmadan girdiğinde içeride şişmanca, çizgili pijamalı bir adamın uyumakta olduğunu gördü. Homurdanarak uyanan adam anlamadığı dilde bir şeyler söyleyince Okan bildiği tek yabancı dil olan İngilizceyle özür dileyerek çıkıp kapıyı kapattı.

Derinden bir ses duyar gibi olunca gözlerini kapatıp odaklandı. Hayır, yanılmıyordu. Bir kapının arkasından tatlı mı tatlı bir piyano sesi geliyordu. Bu ses, asansörün ışıklarından sonra dünyanın güzelliğine sahip olan tek şeydi. Kattaki ikinci odanın kapısına yaklaşan Okan sesi bir süre dinledi. Akan bir nehir imgeledi zihni, üzerinde kayıklar, kıyısında ağaçlar… Biraz sert olsa müziği incitecekmiş gibi bir dikkatle kapıyı çaldı.

Piyano sustu. İnce bir kadın sesi “Si,[1]” dedi.

Okan içeri girip utangaçça “Şey…” dedi. Saçlarını toplamış ve tel toka yardımıyla arkaya doğru iyice germiş buğday tenli genç bir kadın bir piyanonun başındaydı. Siyah kumaş üzerine beyaz puantiyeli elbise giymiş, koyu kırmızı -adam, kadının dudaklarının koyuluğundan bunun koyu kırmızı olduğunu tahmin etmişti- ruj sürmüştü.

“Buona sera,[2]” dedi kadın.

“Türkçe bilmiyorsunuz, değil mi?” dedi genç, çaresizce. Çünkü içinde yüzdüğü duygular denizinde zaten zayıf olarak bildiği yabancı dili hatırlamıyordu.

Kadının yüzüne kocaman bir gülümseme yayılmıştı. “Tabii ki biliyorum, hem de ana dilim gibi,” derken baskın bir aksanı vardı ve yavaş konuşuyordu. “Dayım İzmir’de yaşardı. Ben de bir dönem onun yanında kaldım. Türkiye’nin birçok yerini gezdik. Siz Türk müsünüz?”

“Evet,” dedi genç, gülümsedi ve birkaç adım yaklaştı.

Tanıştılar. Kadının adı Giulia’ydı. Henüz 21 yaşındaydı, yani Okan’dan bir yaş büyük. Milano’da bir yem fabrikası sahibinin kızıydı ve İkinci Dünya Savaşı’nda bir bomba yüzünden ölmüştü. Ölümünden, piyano ve kahveyi ne kadar sevdiğini anlatırken kullandığı ses tonuyla bahsetmişti. Üstelik aynı neşeyle bir de sormuştu “Özel değilse, siz ne zaman öldünüz?” diye.

“Yani,” dedi Okan. Dudaklarını ısırdı. Eğer bu ölümse ısırığı nasıl hissediyordu? “Kalp krizinden öldüm dün, doğum günümde.”

“Yazık, ne kadar da gençmişsiniz. Ölüm ne yazık ki bizim gibi gençlere de uğruyor.” Giulia içini çekti. “Hayatı severdim. Dünyaya dair merak ettiğim birçok şey vardı.”

Okan kendisinin dünyaya dair neleri merak ettiğini düşündü. Bu sırada diğeri “Hangi yıldaydınız?” diye sordu.

“2023.”

Kadının göz bebekleri büyüdü. “Vay be! Son yaşadığımız tarihlerin arasında tam seksen yıl var. Dönemi anlatsanıza,” dedi ellerini birleştirerek. “Uçan arabalar var mıydı?”

“Maalesef,” dedi 21. yüzyılın insanı, tebessümle. “Gelecek, sandığınız kadar güzel bir yer olmadı. Hayallerinizi bozmak istemem.”

Giulia hüzünle “Oh, che peccato,[3]” dedi. “Uzaya çıktık mı?”

“Çıktık ona,” dedi Okan. Nihayet çağıyla övünebileceği bir konu bulmuştu. “Ay’a çıktık, Mars’a ve Venüs’e araç indirdik, Plüton’un bile fotoğrafını yakından çektik.”

Genç kadın sevinçle ellerini çırptı bu kez. Sohbet ederken -doğru tabir buysa eğer- saatleri devirdiler. Bir süre sonra taze ölü Sonsuzluk Oteli hakkında sorular sormaya başladı.

“Buraya nasıl geldin, Giulia?”

“Bilmem,” dedi dudaklarını büzerek. “Babam iş seyahatlerine beni de götürürdü. Venedik’te bir otele yerleşmiştik. Lobide piyano olduğunu görünce havalara uçmuştum. Oturmuş çalıyordum ki önce yüksek bir ses işittim, parlama gözlerimi aldı ve bombanın savurduğu bir demir parçası karnıma girdi. Acı içinde kendimi kaybettim.”

Kadın yüzünü buruşturmuştu, tekrar o acıyı yaşıyor gibiydi.

“Derken tıpkı bunun gibi odada hiçbir şey yokmuş gibi uyandım. Acı dinmişti. Elbiselerim üzerimdeydi. Tuhaf bir ışık vardı, şu an olduğu gibi…”

“Evet, ben de aynı şeyi yaşadım,” dedi Okan. “Eşyalarını farklı bir odada mı buldun?”

“Eşyalarımı bulamadım fakat odada piyano vardı. Başta hastanedeyim sandım ama biraz dolaşınca bir otelde olduğumu anladım.”

“Affedersin, teknoloji tarihini çok iyi bilmiyorum,” dedi adam. “Sizin devrinizdeki telefon nasıldı? Odadaki telefonu görünce şaşırdın mı?”

Giulia gülerek “Oh, mio amico[4], kadar da ilkel değiliz,” dedi ve komodindeki telefonu gösterdi.

O şaşırmamış olabilirdi fakat Okan şaşırmıştı. Çünkü buradaki telefon çevirmeliydi. Belli ki 1940’lardaki bir modeldi. Birkaç adım geri çıkıp kapıya baktı. Anahtar deliği ve büyük, demir, eski tip bir anahtar gördü. Kart yoktu.

“Neye baktın?” diye sordu kadın.

“Resepsiyona indin mi?” dedi Okan.

“Tabii ki… Başka türlü, Sonsuzluk Oteli olduğunu nasıl öğreneyim? Aşağıda bana…”

“Kim vardı resepsiyonda?” diyerek kadının sözünü kesti adam.

“Tanımadığım biri.”

“İsmini sormadın mı?”

“İsmi üniformasında yazıyordu,” dedi kadın. “Hatta öldüğümü de o şekilde anladım. Çünkü resepsiyon memurunun göğsünde büyük bir yara vardı ve çok korktum. Daha sonra onun da Birinci Dünya Savaşı’nda öldüğünü öğrendim. Adı Carlo. Napoliliymiş.”

Okan kapıdan anahtarı söküp getirdi. “Giulia, bu işte bir yanlışlık var,” dedi. “Biz devrimizdeki otellerde bu anahtarları artık kullanmıyoruz. Bunun yerine kartlar var. Ayrıca telefonun tasarımı da daha farklı. Sen bu odada mı uyandın?”

“Yok,” dedi kadın. “Gece gündüz olmadığı ve uyumadığımız için zamanı ölçmek zor ama yaklaşık olarak iki günde bir oda değiştiriyoruz. Otele gelen yolculara yer açmak gerekiyor. Ben eski bir ölüyüm. Dünyada yaşadığımdan çok daha uzun zamanı burada geçirdim. Oda numarasına bak, on haneli. Belki binlerce oda değiştirmişimdir. Piyanomu kendim taşıdım, bak, tekerlekli.”

“Bu binlerce odadan herhangi birinde karta ya da tuşlu telefona rastladın mı?”

“Hayır.”

“Peki, telefonsuz ya da senden de eski devirlerde yapılmış gibi duran bir odaya?”

“Hayır,” dedi tekrar Giulia. “Biliyor musun, daha önce bir ölüyle de sohbet etmedim ben. Oda değiştiren kalabalıklar gördüm ama resepsiyon memuru hariç kimseyle konuşmadım.”

“Oda değiştirenler tıpkı senin gibi 1940’larda mı ölmüş görünüyordu?”

Diğeri, üçüncü kez olumsuz cevap verdi. “Aksine, çok çeşitliydi. Komik, renkli gömlekler giyip saçını yukarı diken adamlardan,” 80’ler modasını tarif ediyordu, “Büyükannem gibi giyinen kadınlara… Her devirden ölen insanlardı onlar. Her milletten kişi vardı. Uzak Doğu, Orta Doğu, Amerika…”

“O halde karşına çıkan odaların da bin bir çeşit olması gerekir, değil mi? Oysaki sen sadece kendi devrine uygun bir tasarıma rastladın.”

“Doğru! Bu gerçekten tuhaf.”

“İkimiz de otelde öldük. İkimiz de kendimizi yaşadığımız devre uygun bir odada bulduk. Ben Türk bir resepsiyoncuya rastladım, sen İtalyan. Bunun olasılığı kaç?”

“Belki melekler gideceğimiz odayı zevkimize uygun olarak değiştiriveriyordur,” dedi kadın. “Sonuçta burası fiziksel kısıtlamalara tabi değil. Biz aşağı inerken de dilimizi konuşan bir memur resepsiyondaki yerini alıyordur.”

Piyanoda kalın bir tuşa birkaç kez bastı.

“Ölümü henüz kabullenemediğim günlerde ben de senin gibi sorguluyordum ama faydası yok. Ben her canım istediğinde piyanomu çalmaktan mutluyum. Sen de bırak… Huzurlu bir ölü olarak buna yaşamak denirse, yaşayıp gidelim. Belki de burası cennettir.”

“Cennette her istediğin olur. Burada da oluyor mu?”

“Evet.”

“Çikolatalı pasta istedin mesela,” diyen adam kollarını bağlamıştı.

“Yeme içme ihtiyacı duymuyorum. Huzur istiyorum, o da bolca var. Düşünsene Okan, hiçbir sorumluluğun ve endişen yok. İnsanların senden beklentileri yok. Başarı, tahsil ya da evlilik kaygısı yok. Bütün gün ya uzanıp düş kuruyorum ya da kendimi müziğe bırakıyorum.”

Okan bu işte bir nuhuset olduğundan emin bir şekilde yatağa oturdu. “Dışarı çıkmayı hiç denedin mi?”

“Hayır.”

“Peki, çıkalım mı?”

Giulia mütereddit bir şekilde önce piyanosuna, sonra Okan’ın yüzüne, en son da boşluğa baktı. Ardından başını salladı.

Asansör beklerken Okan, ona ölülerin bir Sonsuzluk Oteli’ne gitmesini anlamsız bulduğunu çünkü dünyanın kuruluşundan bugüne dek dünyada 109 milyar insan yaşadığını söyledi. “Eğer benden sonra yaşayanları dahil edersek sayı oldukça büyüyebilir ama yine de sonsuza ulaşmayacaktır. Çünkü evren sonsuz değil.”

Evrene dair en modern teorileri bildiğince ve dilinin döndüğünce anlatırken lobiye indiler. Asansör dünya şartlarında deneyimlenemeyecek derecede hızlı çalışıyordu. Resepsiyonda yine Batuhan vardı ve bu sefer karanlığa doğru uzanan bir kuyruk otele kayıt yaptırıyordu. Okan kuyruktaki insanları gözüyle saymaya çalıştı fakat pes etti. Binlerce de olabilirdi milyonlarca da…

“Ben de tam anons yapacaktım,” dedi Batuhan, Okan’a bakarak. “Bütün mevcut misafirlerimizin oda numaralarının iki katı olan odaya taşınmaları gerekecektir. Bu durumda siz 204’e gidiyorsunuz. Giulia Hanım, siz de 26 milyon…” Kaşlarını çattı. Sayıyı hesaplarken kafası karışmıştı. Bir kâğıda yazarak verdi. “Bu odaya taşının.”

“Neden taşınıyoruz? Boş odaları verin onlara,” dedi Okan.

“Okan Bey size anlatamıyorum galiba,” dedi sinirliliğini gizlemeye çalışarak. “Boş odamız yok. Sonsuz odamız var ve hepsi dolu. Dolayısıyla kuyrukta bekleyen şu sonsuz sayıda yeni müşteriye yer açmak için taşınmanız lazım.”

“Siz çocuk mu kandırıyorsunuz?” Taze ölü, resepsiyona yaklaştı. “Sonsuz sayıda insan diye bir şey yok yok.”

“Var ya işte,” dedi Batuhan, kuyruğu göstererek. Saygı dilini bir tarafa bıraktı. “İnanmıyorsan, git say! Kuyruğun sonunu ara. Ne yaparsan yap ama çekil şuradan, işimi zorlaştırıyorsun.”

Okan, her müşteriye kendi ülkesinden bir resepsiyonistin dek gelip gelmemesinin bir tesadüf olup olmadığını sordu.

“Bu otelde ihtiyacı karşılamak adına sonsuz sayıda resepsiyon görevlisi çalışır,” eski profesyonel ses tonuna geri dönmüştü. “Bu görevliler her ülkeden olabilir. Şimdi lütfen taşınmanızı tamamlayın.”

“Taşınmazsam ne olur?” dedi genç, agresif bir şekilde.

“Sonsuz sayıdaki güvenlik görevlilerimizden ikisi gelerek sizi kaşır, pardon, taşır,” dedi Batuhan. “Zorluk çıkarmayın.”

“Dışarı çıkıp bahçede dolaşmak istiyoruz.”

“Otelimizin bahçesi yok.”

“Dışarı çıkacağız.”

“Otel kurallarına göre dışarı çıkmanız yasaktır.” Batuhan bir müşteriye daha anahtar verdikten sonra Okan’a doğru eğilerek “Zaten isteseniz de çıkamazsınız,” dedi. “Çünkü lobi sonsuz genişliktedir. Kapıyı bulursanız çıkın.”

Giulia huzursuzca kıpırdanıyor, bir an önce odasına çıkıp piyanosunu taşımak istiyordu. “Tamam,” dedi Okan. “Kurallara uyacağım.”

“Ha şöyle,” dedi resepsiyonist başını ağır ağır sallayarak. “İyi konaklamalar.”

Kadın ile asansöre seğirten Okan, içeride ona piyanosunu taşımasına yardım edeceğini söyledi. “Lütfen sen de bana yardım et,” dedi. “Bir sorun var Giulia. Bizim bu otelden bir şekilde çıkmamız lazım, anlıyor musun?”

Eski müşteri yanıt vermedi. Öbürü, piyanoyu sürükleyerek asansöre götürdü ve ekrana 26812244 yazdı.

“Camdan atlayalım mı?” dedi.

“Ne?” diye tiz bir çığlık attı elini köprücük kemiklerine koyan kadın. “Delirdin mi? Biz bu yükseklikten atlarsak…”

Okan kahkaha atmaya başladı. “Ölür müyüz yoksa?”

“Aslında…” Kadın da gülmeye başlamıştı.

“Hiçbir şey kaybetmeyiz.” Bu sırada kata varmışlardı. Kattaki dördüncü odanın kapısını demir anahtarı çevirerek açtılar. Perdeler, telefon, mobilyalar 1940’ların tarzındaydı.

Delikanlı derin bir soluk alıp yatağa oturdu. “Öldüğüne emin misin?”

“O nasıl soru?”

“Bombanın sesini duyup ışığını gördüğünü söyledin. Eğer bomba kaldığın otele düşseydi bunları algılamaya vaktin olmadan paramparça olurdun. Yakınlarda bir yere düşmüş olmalı.”

“Dedim ya,” dedi kadın, “Beni öldüren şey karnıma saplanan şarapneldi.”

“Ya ölmediysen?” dedi ayağa kalkarak. “Hayatta kalma olasılığın yok mu? Ben de bir otel odasında tek başına kalp krizi geçiriyordum ama birisi beni bulup hastaneye kaldırmış olabilir. Çünkü ben burada ruhumuzun hapsedildiğini sezinliyorum. Biz hayattayız, Giulia. Burası da sonsuz falan değil, daracık, sürekli tekrarlayan bir yapı. Lanetli bir fraktal. Bedenimiz asıl dünyada bizi bekliyor.”

“Bence hâlâ ölümü kabullenemedin,” dedi kadın, koyu gri gibi görünen kırmızı rujuyla gülümseyerek yatağa uzandı. “Yanında kendini oyalayacak hiçbir şeyin yok mu, kuzum? Sana piyano öğretmemi ister misin?”

Okan camı açarak sonsuzmuş gibi görünen karanlığa baktı. “Hadi,” dedi kadına.

“Sahiden atlayacaksın.”

Kalktı ve tereddütle Okan’ın elinden tuttu. Camın pervazına çıkan adam, kadının da kendisini yukarı çekmesine yardım etti. Karanlıktan gözlerini kaçırdı, odadan yansıyan loş gri ışığa dikti.

“Üç deyince. Bir… İki… Üç…”

Boşluğa atlamak tuhaftı. İlkin korkuluydu, derken beyin bir yere çakılmadığını fark ediyor ve aşağı ivmelenişinden haz duymaya başlıyordu. Okan ve Giulia da tıpkı Alice’in kedisi Dinah ile Harikalar Diyarı’nda bir yerlere düşerken konuşması gibi hızla düşerken sohbet etmeye koyuldular. Yaklaşık bir saat boyunca düştükten sonra ağlara takılmalarıyla birlikte yolculuk bitti.

Okan zemine yakın olduklarını düşünüp aşağı bakmaya çalıştı fakat camdan çıkan görevliler onları içeriye çekiverdi.

Batuhan, elleri bel boşluğunda, odanın ortasında onları bekliyordu. “Kat değiştirirken asansör ya da merdiven kullanınız. Başka bir yol denemek yasaktır. Ayrıca otelden dışarı çıkmaya çalışmak da yasaktır,” dedi. “Siz başından beri itaatsizlik eğilimi gösteriyordunuz ve iki kuralı birden çiğnediniz. Üstelik oldukça uyumlu bir müşterimiz olan Giulia Hanım’ın da çiğnemesine neden oldunuz.”

Okan dişlerini sıkıyor, hızlı hızlı nefes alıyor, nefes aldıkça da yaşadığını tekrar doğruluyordu. İki kolunda iki güvenlik vardı. “Yalan söylüyorsunuz,” diye bağırdı Batuhan’a. “Ölmedik biz. Bu oteldeki kimse ölmedi. Sonsuzluk diye bir şey yok. Her şey illüz…”

Sağındaki güvenlik görevlisi, boştaki eliyle Okan’ın ağzını sıkı sıkı kapattı.

“Maalesef bazı yaptırımlara uğrayacaksınız,” dedi resepsiyonist. “Öncelikle odalarınız rastgele bir oda numarasıyla değiştirilecek. Birbirinizin oda numarasını bilmeyeceksiniz.”

Bu durum, Giulia ve Okan’ın bir daha görüşemeyeceği anlamına geliyordu. Çünkü tekrar rastlaşma olasılıkları 1 bölü sonsuzdu ki bu da sıfır demekti. Delikanlı, çırpınarak güvenliklerden kurtulmaya çalıştı fakat güç yetiremedi. Genç kadın da hüzünlü bir hayretle açılan ağzını kapatmıştı.

“Beyefendi bundan sonra odasında kilitli kalacak. Ayrıca hanımefendinin piyanosuna el koyuyoruz.”

Kadın olanca kibarlığıyla itiraz edip karardan dönmeleri için yalvarırken genç adamın yüz kasları gevşedi. Otel yönetiminin bir zaafını yakalamıştı.

Okan’ın yeni odasının numarası kapının üç tarafına küçücük puntolarla yazılmıştı. Odaya kapatılmadan önce sayabildiği kadarıyla bin rakamdan fazlaydı. Bu odanın tasarımının da 102 numaradan farkı yoktu. 2020’lerin bir otel odası… Kartlı bir oda, krem rengi ve tuşlu bir telefon… Yatağa uzanıp iki odanın ortak noktalarını çıkarmaya çalıştı: duvarlar, camlar, tavan. Eğer birbirleriyle bir daha görüşme olasılıkları yoksa, otel yönetimi neden Giulia’nın piyanosunu almıştı? Neden ses çıkarmasından korkmuşlardı?

Okan, bu otelin bir fraktal olduğuna inanıyordu. Odaların sayısı sonsuz değil, yalnızca birdi. Sonsuz oda görüntüsü ise iki aynayı karşılıklı tuttuğunda oluşan iç içe görüntülerden farksızdı. Dolayısıyla Okan ve Giulia aynı odanın farklı boyutlarında kalıyorlardı. Geriye boyutlar arası iletişimi keşfetmek kalmıştı.

Duvara kulağını dayayıp dikkatle dinledi. “Hadi Giulia…” dedi. “Şarkı falan söyle.”

Dakikalarca beklemesine rağmen kulağında yalnızca sessizlik vardı.

Cama hohlayarak yazı yazdı. Camdaki buğunun yavaşça hafifleyip sönmesini hayal kırıklığıyla seyretti. Eliyle kafasını tutup odanın içinde çaresizce dolaştı. Hayır, pes edemezdi. Bir yolu olmalıydı. Bu gri ışığa sonsuza dek teslim olamazdı.

Ellerini yavaşça çekerken nefesini tuttu ve başını kaldırdı. Biraz önceki düşüncelerini anımsadı.

İki aynayı karşılıklı tuttuğunda oluşan…

Ayna. “Tabii ya!”

Büyük adımlarla banyoya koştu. Aynaya, göz bebeklerinin içine bakıp derinliği yakalamaya çalıştı. “Giulia!” diye seslendi. Cevap gelmeyince aynaya tıkladı ve hohlayarak adını yazdı. Aynalar hem halk inançlarında hem de filmler ve kitaplarda boyutlar arası geçiş kapısı değil miydi? Neden işe yaramıyordu peki? Tek eliyle lavaboya ağırlığını verip diğeriyle içeri girmeye çalıştı ama soğuk cama temas ettiğiyle kaldı.

Yorgunlukla geri çekildiğinde nefes nefeseydi. “Yaşıyorum,” diye mırıldandı. “Yaşıyorum ben, nefes alıyorum. Kalbim atıyor.” Elini şah damarına götürdü. Orada belli belirsiz de olsa bir ritim vardı.

Aynaya ne yapacağını bilmez halde bakarken gözlerini biraz daha açtı ve “Geri zekâlı!” diye kafasına vurdu. İki ayna. Sonsuzluğu oluşturmak için iki ayna gerekiyordu, bir değil. Yumrukla aynayı köşesinden kırdı. Kanayan elini emerek acısını dindirmeye çalışırken parçalardan birini, hâlâ yerinde duran büyük parçanın karşısında tuttu. Artık yansımalar iç içeydi.

“Giulia!” diye seslendiğinde sesi uzun uzun yankılandı.

“Okan,” diye cevap verdi uzaktan ekolu bir ses. “Sen misin?”

“Aynayı kır. İki ayna parçasını birbirine tut.” Birkaç saniye cevap gelmeyince “Hadi!” diye bağırdı.

Derken Giulia’nın yüzü aynalardan birinde belirdi. “Bu nasıl oldu?” diye sorarken sesi çok daha yakından geliyordu.

“Güvenliklerin yanında söylemeye çalıştığım gibi bütün bunlar bir illüzyon. Biz şu an aynı odadayız, anlıyor musun? Bu otelde tek bir oda var. Şimdi bizim bir şekilde yan yana gelmemiz lazım. Benim boyutum kilitli olduğuna göre, senin boyutuna gelmem daha mantıklı olur. Aynalarını sıkı tut. Ben de hem aynaların pozisyonunu korumaya hem de içeri girmeye çalışacağım.

Lavabonun üzerine çıktı. Kırık parçalardan birisinin ayağına batması üzerine acıyla dudağını ısırdı. Bu sırada kolunu uzatıp ikinci parçayı aynı vaziyette tutmaya çalışıyordu. Yukarıda diz çökmüş halde ayaklarından birisini yavaşça geriye uzattı ve aynadan geçebildiğini fark edince ağırlığını bıraktı. Dengesini koruyabilmek için boştaki eliyle lavaboya tutunurken diğer ayağını da “tünel”den geçirdi. En son vücudunu da geçirdiğinde elleri, ayakları, bedeni cam kesikleriyle dolmuştu. Üstelik düşerken Giulia’ya da çarpmış, kızın yere düşmesine neden olmuştu.

“Özür dilerim,” dedi yerden kalkarken. Ayak tabanındaki cam parçacıklarına dek geldikçe tökezliyor, canı kesiklerden çıkacak gibi hissediyordu. Her yanı sızlıyordu fakat nihayet 40’lara göre döşenmiş odadaydı.

“İnanamıyorum!” diyordu beriki. “Haklıymışsın. Hapsedilmişiz biz! Nasıl, çıkacağız peki?”

Okan kaktüs gibi batan camlardan dolayı iki büklüm halde ayakta durmaya çalışırken bakışlarını kaldırdı ve pencere camındaki yansımasına bakarak gülümsedi.

Önce camı açtılar, böylece üç bölmeli pencerenin iki bölmesi dar açıyla da olsa karşı karşıya geldi. Bu şekilde sonsuz yansıma oluşuyordu. Önce Giulia çıktı, iki camın arasına kendini kıstırdı ve yansımanın içinde kayboldu. Gitmeden önce “Beni özgür bıraktın, teşekkürler!” diye bağırdı. Ardından Okan kesiklere aldırmamaya çalışarak kendini soluk, sonsuz yansıma tünelinin içine bıraktı ve otel odasının küçülerek kaybolmasını izledi.

Gözlerini bulanık beyazlığa açtı. Kulağında sinyal sesleri, bedeninde ise bitkinlik vardı. Doğrulmaya çalıştığında çıplak göğsündeki bantları hissetti ve hastanede, yoğun bakımda olduğunu anladı.

Doktorla konuştuğunda sandığı gibi kalp krizi değil, ağır bir gıda zehirlenmesi geçirdiğini öğrendi. Üç gün baygın bir şekilde hastanede yatmış, nihayet kendini toparlamıştı. Taburcu olduktan sonra ebeveynleriyle birlikte arabaya binerken arka camdan dışarıya bakıp içini çekti. “Ne rüyaydı ama!” diye geçirdi içinden.

Eşyaları almak üzere otele geçtiler zira hastane telaşı içindeyken kimse onları düşünmemişti. Odada bırakıldıkları yerde öylece duruyorlardı. Okan, tek başına odaya çıkmaktan çekindiği için annesinin de yanında gelmesini istedi çünkü duvar kâğıdını, ahşap koltuğu, odasındaki o otel eşyalarını gördükçe sonsuzluğa geri dönmüş gibi hissediyor, içi çekiliyordu. Sanki tekrar hapis kalacaktı. Neyse ki gri loş ışık değil gün ışığı vardı ve genç bu sıradanlıktan bu kadar mutlu olabileceğini hiç düşünmemişti.

Çantaları toplayıp çıktılar. Bu sırada babası lobide bacak bacak üstüne atmış oturuyordu. “Aklıma ne geldi,” dedi onlar gelince, lobideki piyanoyu göstererek. Müzik âletlerinden az çok anlardı. “Çalmayı denesem mi?”

Annesi “Olur,” derken Okan’ın nefesi kesildi. Bu rüyasındaki piyanoydu. Belki de burada görmüş, bilinçaltına atmış ve derin uyku halinde tekrar açığa çıkarmıştı. Babası piyano çalmak için resepsiyondan izin almaya gitmiş fakat biraz uzun kalmıştı. Derken heyecanla geri döndü.

“Bu piyanoyu ta İtalya’dan getirmişler,” dedi. “Venedik’te bir otelin lobisindeymiş. Otel, İkinci Dünya Savaşı yüzünden epey hasar görmüş ve binayı tekrar inşa edebilmek için sağlam kalan demirbaşlarını satmış. İşte bu da onlardan birisi. Birkaç otel dolaşıp Türkiye’ye gelmiş.”

Okan yutkundu. Venedik’te bir otel mi? Bu bilgiyi de mi bir yerden duyup bilinçaltına atmıştı?

“Bir de iki gecedir bir hayalet söylentisi başını alıp gitmiş. Bazı müşteriler piyanonun kendi kendine çaldığını iddia etmiş. Birisi de geceleyin bahçede bir kadın görmüş, önce onun retro giyinmeyi seven bir müşteri olduğunu sanmış, sonra kadın camdan süzülerek otele girmiş.” Baba güldü. “Millet kafayı yemiş. Neyse, istek parça var mı?”

Piyanonun başına geçip basit bir şeyler çalmaya başladı. Babası da melodi çıkarabiliyordu elbet fakat Giulia’nın çalmasıyla kıyaslanamazdı. Okan her şeyin rüya olduğunu düşünüyor fakat her şey gerçekmiş gibi hissediyordu. Bir de bu söylentiler… İki gece demişti. Zehirlendiğinden beri iki gece ve üç gün geçmişti. Sezgilerine mi inanmalıydı yoksa mantığına mı? İki arada bir derede korku içindeydi. Resepsiyonun karşısında dekorasyon için konulmuş boy aynasını görünce kalbi varlığını belli edercesine hızla çarpmaya başladı.

Bir ileri bir geri yürüdü. Nihayet cesaret etti. Telefonunun ön kamerasını açıp aynaya tuttu. Sonsuz yansımalar arasından bir kahkaha işitir gibi oldu, uzaklardan, derinden ve yankılı. Annesi “Okan!” diye seslendiğinde kafasını arkaya çevirdi ve telefonu yere düşürene kadar geçen kısacık zaman diliminde Giulia’yı gördü, renkli dünyanın ortasında siyah beyaz bir fotoğraf gibi; puantiyeli elbisesi, arkaya toplanmış saçları, gümüşi teni ve koyu gri rujuyla dikilip gülümserken.


[1] İtalyanca “Evet”

[2] İtalyanca “İyi akşamlar”

[3] İtalyanca “Ne yazık!”

 

[4] İtalyanca “arkadaşım”

Gizem Çetin

Adım Gizem Çetin. 1997 yılında Uşak’ta doğdum. 2008 yılında memleketimiz olan Konya’ya taşındık ailecek. 2013 yılında Meram Anadolu Lisesi’nden mezun oldum. Aynı yıl İsyancı adında bir bilim kurgu romanı yazıyordum, bu tamamlanmış ilk çalışmam olacaktı: daha sonra Üç Kentin İsyancısı adıyla internette yayınladım. 2014 yılında Wattpad’de hesap açıp yazdıklarımı okurlara ulaştırmaya başladım. 2015 yılında Papatya Tarlasında Rönesans‘ı yazmaya başladım. Üç yılın ardından Başlangıç Yayınları’ndan çıktı. 2017 yılında yedi kitaplık bir bilim kurgu roman serisi olan Yedi Mum serisini yazmaya başladım. Üç yıl içerisinde, yani 2020 yılında tamamlandı. Aynı yıl TOBB ETÜ Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümünden mezun oldum. Şu an özel bir firmada çalışıyorum. 2021 yılında Yedi Mum Serisi'nin ilk ve ikinci kitapları olan Yedinci Mum ve Altıncı Mum, Nar Ağacı Yayınları'ndan çıktı. 2023 yılında ise Beşinci Mum çıktı.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Çok güzel ve merak uyandırıcı bir öykü olmuş. Okurken aklıma Sonsuz Odalı Otel Bilmecesi geldi. Biraz araştırdım; bilmece değil bir düşünce deneyiymiş. (Aşağıya bir bağlantı bırakıyorum.) Sanırım bu düşünce deneyinden ilham alarak yazdın öykünü. Matematiksel bir düşünce deneyinden böylesine güzel bir öykü çıkartabilmen hayal gücünün derinliğini ve kaleminin gücünü gösteriyor. Kalemine sağlık.

    https://www.matematiksel.org/david-hilbertin-sonsuzluk-oteli/

  2. Doğru, bu düşünce deneyinden ilham aldım. Matematik fikirlerimizin ufkunu oldukça açıyor. Çok teşekkür ederim okuyup yorum yaptığın için.

  3. Sonsuzluk Oteli’ni seslendirdim. Giulia’nın aksanını yaparken zorlandım. :face_with_hand_over_mouth: Peki siz nasıl buldunuz?

  4. Aksanın çok sevimli olmuş. :slight_smile:

  5. Çok teşekkür ederim. :slight_smile:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for hayalperest44 Avatar for acimatriyarka