Öykü

Misafir

Arabanın tavanını döven yağmur peşi sıra metale vurulan yumruklar gibi çınlıyordu. Bu ürkütücü tını motorun zorlanan sesine karışınca adamın içini uçsuz bucaksız bir öfke kaplıyordu. İçerisinde bulunduğu bu vaziyetin sorumlusu olan babasının yüzü aklına geldikçe dudaklarının arasından bir küfrün kaçmaması için onları birbirine bastırıyor, bazen de içeri kıvırıp dişleri arasında bakır tadı alana kadar eziyordu.

İki elini direksiyona dayayarak sıktı. Mantıklı olup bir çıkar yol düşünmesi gerektiğini biliyordu ancak bu çıkmazdan kurtulmak için herhangi bir formül bulamayacak kadar tedirgindi. Aklına gelen her yöntemi deniyor sonuç alamayınca panik olup bir başka yol düşünmeye çalışıyor, bulamayınca daha da panik olup bu sefer hiçbir şey düşünemez hale geliyordu.

Kafasını kaldırıp araba camının ona sunduğu manzarayı sağanak yağmurun ardından görmeye çalıştı. Silecekler son hızda bir sağa bir sola koşturup onun önünü açmaya çalışsa da aslında adamın görebileceği hiçbir şey yoktu. Dışarıda sadece bir örtü gibi adamın gözünün değdiği her yeri kaplayan karanlık vardı.

Güneşin huzurunda yeşil ve mavinin en güzel tonlarının boyandığı bu tuvali insan seyretmeye doyamıyordu. Gece çökünce ise ay ışığına geçit vermeyen koyu bulutlar insan gözünün, içerisinde hangi hikâyelerin gizli olduğu belli olmayan bir karanlıktan başka bir şey görmesine izin vermiyordu.

Karadeniz’in dağlarında bir köy yolunda, saatler süren yağmurun yumuşattığı bu toprak yol arabasını bir çamur girdabına çekmişti. Pelte kıvamına gelmiş zemin gazı ezen ayağıyla inatlaşıyor lastiğin bir türlü ona tutunup üzerinden geçmesine izin vermiyordu.

Adam bu şekilde bir yere varamayacağını çoktan anlamıştı. Kapıyı yavaşça araladı, yağmurun haşin sesi kulağına daha net doldu. Soğuk, ormanla arasındaki perde olan kapı aralanınca peşindeki ürkütücü hikâyelerle birlikte içeriye sızdı. Koltukta dönerek iki bacağını da arabadan dışarı sarkıttı. Ağırlığını ayaklarına verdiğinde bir iki santim çamura battığını hissetmişti. Arabadan çıkarken şişme montunun kapüşonunu çekti ve içerisinin ıslanmaması için kapıyı arkasından kapattı.

Karanlıkta tekerin altına koymak için ağaç dalı benzeri bir şeyler ararken araba farlarının izinden ayrılmıyordu. İçinden bir ses iri bir pençenin karanlıktan çıkıp onu bir anda ormanın derinliklerine çekeceğini söylüyor onu korkutmaktan çekinmiyordu. Adam bu pençenin sahibinin birçok vahşi hayvan olabileceğini biliyordu fakat yine de yolun ilerisinde uzanan köyünde, küçük aklının gaz lambası ışığında dinlediği hikâyeler el ele tutuşmuş yüreğinin çevresinde uğursuz vesveseler fısıldıyordu.

Birkaç dakika dolandı, bu kısacık sürede bile yağmur montunu aşmış içine işlemişti. Buz kesen elleri bomboştu. Çamur öyle güzel saklamıştı ki her şeyi karanlıkta bir sağa bir sola çevrilen gözbebekleri işe yarar hiçbir şey seçemiyordu.

Adam boşu boşuna sırılsıklam olduğunu anlayınca içindeki öfke daha da kaynadı. Şimdi dağın başında yolda kaldığı yetmiyormuş gibi bir de sırılsıklamdı. Bir süre önce küfür etmemek için sıktığı dudaklarını gevşetti, içini döktü.

Babası arkadaşlarıyla eğlenmek için gündüzden köyüne gelmiş anasonun kokusunu alınca da kendini geri tutamamıştı. Sarhoş aklıyla, arkadaşının serdiği yatağa girmeyi reddedince de arkadaşı ne yapacağını bilemeyip onu aramıştı. Annesinin, ‘Gitme bırak nerede zıbarırsa zıbarsın, bu havada gidilir mi? Kaya yuvarlanır altında kalırsın, yol çöker dibe gömülürsün.’ Uyarılarını görmezden gelip babasının peşine düşmüş, işlediği toprağın huyunu bilen annesinin sözünden çıktığı için de pişman olmuştu.

Olduğu yerde ellerini dizlerine dayadı, saçlarından süzülüp gözlerine dolan yağmurdan kurtulmak için birkaç kez kafasını salladı. Karanlığa iyiden iyiye alışan gözleri araba farının ulaşamayacağı kadar ileride zayıf bir ışığın titrediğini seçti. Daha net görebilmek için birkaç adım attı. Evet, gerçekten de bir ışık titriyordu fakat adam çocukluğundan beri aşındırdığı bu yolda bir ev olmadığına emindi. Köyün girişine henüz çok vardı. Birkaç günde ıssızlığın ortasına ev dikecek delilikte biri de olmadığına göre yolda kalmış bir arabadır diye düşündü. Belki o arabayı kurtarırız, kurtaramasak da sabaha kadar birbirimize yarenlik ederiz deyip arabasına geri döndü, bagajı araladı. Bir süre eşeledikten sonra yılların emektarı el fenerini buldu. Birkaç tokatla zor çalışan fener önünü aydınlatınca arabasını kilitledi, anahtarı cebine koydu.

Fenerin her an ölecekmiş gibi titreyen sarı ışığı ona güven vermese de gözleri adımları karanlığa girdikçe ilerideki ışığı daha net seçiyordu.

Işık netleştikçe yaklaştığını varsayıyordu fakat yolu bir türlü bitiremiyordu. Adımlarını birbiri ardına atmaya devam etti. Arada arkasına bakıyor arabasını seçemeyince nefesi kesiliyordu fakat dönmeyi, korkmuş olmayı gururuna yediremeyip ilerlemeye devam ediyordu.

Yolun uçurum kadar dik bir yokuş olan olan sağ tarafından sanki ince dallar iri bir cüsse tarafından eziliyormuş gibi bir çatırtı işitti. Buz kesmesine neden olan sesi birbirine sürten çalılar izledi. Sanki dikenli dallar bir şeye takılıp geriliyor takıldığı şeyden kurtulunca da hızla yerine dönüp bütün çalılığı titretiyor, tekinsiz bir ses yağmurun sesine karışıyordu.

Çalıları hareketlendiren cüssenin neye ait olduğunu düşünmek bütün tüylerini yerinden oynattı. Kuyruk sokumundan ense köküne soğuk bir ürpertinin aktığını hissetti, parmak uçları uyuştu. Dizlerinin bağı çözülecekti ki kendini yürümeye ikna etti. Bir adım attı, sonra bir adım daha attı. Yolun sol üst kısmından gelen takırtılar kulağına çalındı. Tak, tak tak, tak… yavaşça yuvarlandı. Adamın adımları hızlandı. Salladığı kolları fenerin ışığını bir aşağı bir yukarı çeviriyordu. Sürekli geriye bakmaktan ve oynayan ışıktan başı dönmüş, midesi de kalkmaya başlamıştı.

Ormanın bütün uğursuz sesleri yağmurun baskınlığından kurtulup ona işkence ediyordu. Korkudan uğuldayan kulakları korku filmi izleyen bir çocuğun merakıyla her tınıyı algılamaya çalışırken bir parmak ucu omzuna birden bastırıp geri çekildi. Elini hızla kaldırıp omzunu silkeledi. Bu sırada tuttuğu fener yere düştü. Korkuyla sağ tarafa doğru sıçrayan bedeni omzunda bir parmak daha hissedince tekrar sıçradı. Ayağı boşluğa denk geldiğinde dengesini kaybetti. Çalılar ve taşlar arasında yuvarlanırken güç de olsa bir ağaç köküne elini atmayı başardı. Derin derin çektiği nefeslerle içeri sızan korku ciğerlerini şişirdi, nefes çıktı ama korku orada kaldı. ‘Taş düştü.’ Dedi kendine. ‘Sakin ol, taş düştü.’ Mantığına sarılınca ortada onu dürten bir parmak falan kalmıyordu fakat o hala dik bir yokuşun ortasında bir ağaç köküne sarılmıştı, bu durumu öylece değiştiremezdi.

Ellerini kökten ayırmadan dizlerini yere koydu. Titreyen bedenini zor da olsa biraz doğrultabilmişti. Kafasını nerede olduğunu anlamak için sağa sola çevirdiğinde kalın ağaç köklerini saran çim ve yosun tabakasının yokuşun üzerinde ufak, mağara benzeri bir girinti oluşturduğunu fark etti. En fazla yarım metre çapında olan boşluk mantıken birkaç santimden fazla derinleşmemeliydi, fakat boşluğa dikilen gözleri uyuşmuş aklına oranın sonsuzluğa bile uzanabileceğini fısıldıyordu.

Adam bir süre hiçbir şey düşünemeden küçük boşluğa baktı. Dalların kestiği yüzünden akan kanı hissetti, bir kayaya çarptığı için sızlayan kaval kemiğini, küçük taşlar üzerinde yuvarlanmaktan uyuşan sırtını, sıra tam yara bere içinde ağaç köküne sarılmış ellerine gelecekti ki karanlıkta bir çift sarı gözün açıldığını gördü. Bir nefesle burun buruna olmadığına emin olan adam karanlıkta yanan bir mum gibi titreyen sarı gözlerin dehşetiyle tuttuğu ağaç kökünü bıraktı ve kendini yokuşun daha da aşağısına attı.

Yuvarlanırken çarptığı çalılar, dalları birbirine sürtüyor hışırdayan yapraklar küçük bir çocuğun acımasız kıkırtısını andırıyordu. Eğimin azaldığı yerde zor da olsa kendini durdurabildi, artan yaralarını ve ağrılarını umursamadan ayağa kalktı. Yokuşu kesen bir çizgi tutup hafif sağa yatık bir yol izleyerek koşmaya başladı. Böylece düşmeden dik yokuşun dibine inebilecekti.

Yukarı değil de aşağı gitmesinin aklınca iki sebebi vardı. İlki, yukarıda onu bekleyen bir çift sarı gözdü. İkincisi ise büyüklerinin, eski zamanlarda şehrin merkezinden köye giderken yokuşlardan, uçurumlardan aşağı bir patikadan köye vardıklarını anlatmalarıydı.

Adamın yer yön duygusu kötü değildi. O kadar yuvarlanışa rağmen köyün bu tarafta kaldığına emindi. Hem araba yolu sadece dağın eteklerinde daireler çizerek önce yükseliyor sonra da alçalarak köye iniyordu, adam bunu direkt dağdan aşağı inerek yapmış olacaktı. Tıpkı küçükken babaannesinin yaptığını söylediği gibi.

Eski kırmızı arabalarında dağın etrafında yarım daireler çizerlerken kucağında oturduğu babaannesi onun beline sardığı kollarını sıkılaştırır kulağına eğilip camdan dışarıyı, yolun aşağısını çenesiyle işaret ederek, ‘Ey gidi oğul, eskiden neredeydi bu yollar? Biz saatlerce ip gibi dizilir buradan aşağı yürürdük. Baharda sular dökülür anam ellerimizi birbirine bağlardı, su alır götürür derdi sizi.’ Yaşlı kadının yüzündeki çizgileri çocuk aklı öylesine güzel ezberlemişti ki gözlerini kapattığında babaannesini görebiliyordu. ‘ Sağa sola çok bakmayın ev görünür, girersen salmaz, derdi’ Hayalindeki babaannesinin sesini annesi kesmiş, çocuğun aklını safsatalarla bulandırma, diyerek kaynanasını paylamıştı.

Adam şimdi yorgunluktan ve acıdan titreyen bacakları üzerinde zar zor dururken karşısındaki eve bakıyordu. Tek katlı küçük ahşap ev dokunsa yıkılacakmış gibi bir güçsüzlükle yükselmişti yerden. Sanki ona doğru bir adım atsa ev ayaklanıp kaçacaktı, öylesine bağsız görünüyordu ki toprakla adam bir an yokuşta evin kayacağından korktu.

Eski Ermeni evlerinden biri herhalde diye düşündü adam. Köyünde bu terk edilmiş evlerden o kadar çok vardı ki, birazı köyde kalanlar tarafından sahiplenilmiş fakat çoğu hazine, şarap, iksir uğruna yıkılıp toprağı yedi kat eşilmişti. Bu da onlardan biri dedi adam, büyük ihtimalle bu tek göz odalı kulübeden çatma evi fakirhane diye ne kimse sahiplenmiş ne de köküne bakmaya zahmet etmişti.

İçinden bir ses bir hane gördüysen diğerini de görürsün hadi git köye var, dese de adam köy için daha ne kadar yürümesi gerektiğini kestiremiyordu. Keskin bir ağrıyla sızlayan bacağı üzerinde daha ne kadar durabilirdi, ne kadar gayreti vardı, korkusu cesaretini törpülerken birkaç adım daha atabilir miydi… bunlardan hiçbirini bilmiyordu.

Eve doğru ilerlemeye başladı. Ayağı kapı eşiğine dayanınca gayri ihtiyari içeriye seslendi, ‘Kimse var mıdır?’ Bir süre bekledi. İçeriden bir ses gelmeyince başının üzerine bir dam bulmanın rahatlığıyla ahşap kapıyı araladı. Zorlanmadan açılan kapı menteşelerinden bir çığlık koparttı. Adamın başı irkilerek yükselen omuzlarının arasına saklandı.

İçeriye giren rüzgârın havalandırdığı tozlar arasında kimseyi göremeyince bir adım attı, kafasının kapı pervazından içeriye girmesiyle burnuna kesif bir çürük kokusu dolu. Adam yüzünü buruşturarak eliyle burnunu tıkadı. Büyük ihtimalle bir hayvan içeriye girip eceline kavuşmuştu. Bu korkunç kokunun ardında ölümden başka bir şey olamazdı. İçeriye temiz hava dolması için kapıyı aralık bıraktı.

Etrafına şöyle bir göz gezdirdiğinde zeminin çamur ve dal parçalarıyla örtülü olduğunu gördü. Bunların arasında birkaç kırık cam parçası içine düştüğü vahim durumda artık karanlıkla sorun yaşamayan gözlerine takıldı. Bir tarafını kesmemeye çalışarak yıpranmış ahşaptan sızan yağmurun dokunmadığı bir yer bulmaya çalıştı. Bulabildiği en kuru yere çöktü. Artık ağrıdan ve korkudan uyuşmuş vücudunu gevşetmeye çalışırken gözü kırık dökük pencerenin önüne iliştirilmiş irice bir mum gördü, bir an üzerinden süzülen ince bir duman gördüğünü zannetse de aklının ona oynadığı oyunlardan o kadar sıkılmıştı ki gözlerini çevirdi.

Yağmurun sesi başının üzerini dövmediğinde daha katlanabilir oluyordu. Kulağı evin diğer köşesinde bir cam parçasına damlayan suyun sesine takıldı. Damla sesi ona ninni gibi gelirken burnu da çürük kokusuna iyiden iyiye alışmıştı.

Yaşadığı şokun ardından az da olsa gevşeyebilen bedeni göz kapaklarını daha fazla taşıyamamıştı. Karanlığın üzerini bir kat daha boyayan göz kapaklarının ardından, sinyalini bulamayan bir radyodan yükselir gibi titreyen, bir incelip bir kalınlaşan o sesi duydu.

‘Misafir.’ Birkaç iri adım sesi zemindeki ahşabı inletti ‘Misafir var.’ Adam bedeninin kaskatı kesildiğini hissetti. Aldığı nefesler ciğerine yetmiyormuş gibi birini veremeden diğerini çekmeye başladı.

Yüzü onu yalayan ekşi nefesle alev alev yanmaya başladı. Lanetli bir gitarın en ince teline vurulmuş gibi bir ses ‘Daha az önce gördüm, bize koştu, ayakları onu bize koşa koşa getirdi.’ Dedi. Adam gözlerini aralasa bir çift sarı göz göreceğine emin bir şekilde hızlanacak takati kalmamış kalbinin yavaşlamasının ağırlığı altında ezildi.

Birbirine karışan iki uğursuz ses tıslamayı andıran kıkırtıların arasında adamın bilmediği bir lisanda mırıldanmaya başladı. Mırıltılar içerisinde anlayabildiği ilk cümle ‘Bu sefer gözler benim.’ Oldu. Yüzünde, aralanan dudaklardan taşan dehşeti hissetti. Konuşan dibinde durandı. ‘Geçen sefer sen aldın, bu benim.’ Dedi daha uzakta olan ses. O konuştukça adam kulübenin ısındığını hissetti. Sanki sesi cehennemden bu kulübeye uzanıyor, peşinden alevleri sürüklemekten de çekinmiyordu. ‘O çok uzun zaman önceydi.’ Yakındaki ses sanki kederli bir geçmişe dalmış gibi cümlesinin sonuna doğru zayıfladı. Hatta adam sesin kaynağını aslında o kadar hissetmiyordu ki bir ara gittiğini düşünecekti. Yüzüne sıçrayan birkaç damla tükürüğü hissetti, değdiği yer yanıp kaşınmaya başlamıştı. ‘İnsanlar artık kolay kolay bizim misafirimiz olmuyor, evimizi görmüyorlar. O gürültülü şeylerle yanı başımızdan gidip ışıklarını gözümüze sokuyorlar ama artık bize hiç uğramıyorlar.’ Bir süre duraksadı. Araya adamın anlamadığı birkaç mırıltı girdi. ’Eskiden öyle miydi? Çocuk çığlıklarıyla dolup taşardı.’ Uğursuz kıkırtı ekşi nefesi adamın yanan yüzüne üfledi. ‘O zaman bölüşelim.’ Adama doğru atılan iri adımlar zeminde titredi. Kulübenin köşelerine, tavanına yuva yapmış böcekler adamın üzerine yağdı. ‘Eski günlerin hatırına.’ dedi yakında olan. Sonra… sonrasını hiç anlamadı. Sesler gittikçe kalınlaştı, kalınlaştıkça yaklaştı, yaklaştıkça adamın kalbi yavaşladı. En son ses adamın aklının içinde çınlayınca yaşamı bu dehşeti daha fazla kaldıramadı.

 

Gece boyu oğluna ulaşamayan anne köyden de telefonlarına cevap alamayınca sabaha karşı jandarmayı aramıştı. Köy yolunda ilerleyen ekipler önce yolun ortasında duran çamura saplanmış arabayı görmüştü. Biraz daha ilerleyince yolun kenarında, bir kayanın dibinde el fenerini bulmuşlardı. ‘Büyük ihtimalle yardım aramaya çıktı, sonra da düştü.’ Dedi genç bir adam. Bir yandan da yerdeki yağmurun yolun yukarısından koparıp getirdiği küçük taşları tekmeliyordu. ‘Mustafa, seninle yolun aşağısına inelim, kalanınız yol boyu ilerlesin, bir iz var mı baksın.’ Dedi yaşça büyük olan az önce taşları tekmeleyen genç adama, Mustafa’ya.

İkisi ellerini birbirlerine vererek dik yokuştan aşağı bir adım attılar. Sonrasında bazen ağaç kökleri bazen kayalar… ellerinin ulaşabildiği sağlam olan her şeye tutuna tutuna aşağı inmeye başladılar. Yol boyu yırtık kıyafet parçaları ve yağmurun yıkayamadığı birkaç damla kanla rastlaştıklarında olay aslında çözülmüştü. ‘Korktu garip herhalde, yoldan aşağı atıvermiş kendini.’ Dedi İrfan, Mustafa’ya.

İçinde yaşamın kalmadığı bir beden bulacaklarına emin de olsalar adımlarını hızlandırdılar, belki bir umut son nefesten önce buluruz diyerek etrafa bakına bakına aşağı indiler. Mustafa kafasını bir anlığına çevirdiğinde göreceği manzarayı önceden bilebilseydi bugüne kadar attığı her adımın yönünü değiştirir bu ana gelmemek için elinden geleni yapardı.

Genç bir adam çalıların arasında bedeni iki büklüm yatıyordu. Belinden geriye doğru bir kağıt gibi katlanmış bedenin kolu bacağı eklemlerinden geri bükülmüş, sağa sola çarpmaktan etleri patlamış, kemikleri kılıfını keserek dışarıya taşmıştı. Mustafa gözlerini yukarıya kaldırdığında adamın yanağından giren bir dalın damağına saplanıp kaldığını, burnunun neredeyse dümdüz olup yanağına yapıştığını gördü. Kafatası kayalara vurmaktan yamulmuş alnı içeriye çökmüştü fakat en kötüsü gözleriydi. Adamın bir gözü neşter tarafından sökülüp alınmış gibi bir temizlikle yuvasından ayrılmıştı. Ne herhangi bir şeyin girdiğine dair bir iz vardı ne de bir hayvana dair pençe veya diş izi. Sanki adamın gözü eriyerek yuvasını terk etmişti. Diğeri ise bir vahşetin eseriydi, boş göz çukurunun nerede başlayıp nerede bittiğini bile anlamak mümkün değildi.

Mustafa, İrfan’ın onu dürtmesiyle bakışlarını daldığı manzaradan ayırdı. ‘Söyle torba getirsinler, bakma daha fazla.’ Genç adam oradan uzaklaşırken İrfan cesedin başına çöktü. Dizine batan cam parçalarıyla bir anlığına irkildi. Çöktüğü yerden kalktı. İçindeki derin huzursuzlukla Mustafa’nın peşinden ilerledi. Aklı bu cesedi görmeyi daha fazla kaldıramayacaktı. Bu manzara onun nispeten ölüm görmeye alışmış gözlerini bile titretmişti.

Telsizle uğraşan genç adamın yanına doğru hareketlendiğinde ardından ince bir kıkırtının yükseldiğini duyduğunu sandı. Adımları bir süre durakladı fakat geriye dönmeyi reddederek Mustafa’ya doğru yürümeye devam etti. Aklın bazen insana oyun oynayabileceğini ve fazla merakın her zaman insandan götürdüğünü bilecek kadar yaşamıştı.

Sıla Şahinbaş

1998 doğumlu. Çocukluğunu Artvin’in muhteşem doğasında geçirdi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İşletme bölümünden 2022 yılında mezun oldu. Yazmayı, çizmeyi ve doğanın “sır”larıyla dolu hikayelerini çok sever. Karadeniz bölgesi halk inanışları, folklor çalışmaları ve sağlığın toplumsal dönüşümünde kadının yeri ve tarihsel konumu ilgi alanları arasındadır.