Öykü

Geçmişin Taşları

Kahvehanede arkadaşlarla çay içmeye giderken gözüm yine o arabaya takıldı. Bastonuma yaslanarak yürürken adımlarımı arabaya daha yakından bakabilmek için yavaşlattım. Sanki daha iyi görebilirmişim gibi. Araba yıllardır hiç değişmemişti. Lastikleri patlaktı ve jantları yerle bir olmuştu. Kırık camları sayesinde kedilerden evsizlere kadar mekânı sokak olan her canlının evi olmuştu. Motoru uzun yıllardır sanayi esnafının yedek parça ihtiyacını da karşılamıştı bu araba. Tamamı pas içinde olmasına rağmen bu elli yıllık arabanın bir zamanlar parlayan beyaz boyası tek tük göze çarpıyordu. Arabanın kuyruğunun arkasında ise sanki beraberlermiş gibi duran, bir o kadar eski ev duruyordu. İki katlı cumbalı evin de çoğu penceresi kırıktı. Kapısı kalın kalın suntalarla çivilenmiş, içeriye kimsenin girmemesi için özel mülktür yazısı asılmıştı. Aslında kimin olduğu unutulacak kadar çok zaman geçmişti. Şimdi ben bile zar zor hatırlıyorum. Çocukluk anılarım silinmeye başlamış sanırım. Yaşlılık işte.

O zamanlar on yaşındaydım. Semtimizde tek tük ev olmasına rağmen son zamanlarda lüks evler yapılmaya başlanmıştı. Özellikle birkaç oyuncunun ev yapacağını duyunca çok heyecanlanmıştık. Semtimiz ünlü olacaktı. Belki biz de filmlerde oynardık. Evlerin yapımı bir yıl kadar sürdü. Sonra son model arabalarla sokağımıza taşınmaya başladılar. Bir ara bazı filmlerin kimi sahnelerinin çekimi, yeni yapılan evlerin içinde yapılmıştı. Bu zamanlarda hepimiz evin karşısına oturup içerisini izlerdik. Ünlüler kadar figüranlar da taşınmaya başladı semtimize. Sokağın ucundaki, şimdi önümde duran bu iki katlı eve Zafer isimli, küçük rollerde oynayan, oyunculuk yapmadığı zamanlarda kahvehanede laklak yapıp zaman geçiren birisi de taşınmıştı. Hatırladığım kadarıyla kısa boylu ve çok konuşan biriydi. Zafer’in sessiz bir eşi ve onun kadar da sessiz bir kızı vardı. Sisler içindeki hafızam yanıltmıyorsa ilk aşkım diyebilirim. Onu görmek için sürekli evin önünden geçer, annesiyle pazara giderken görmeye çalışırdım. Çabalarım sonuç vermiş olacak ki önce annesi tarafından sonra da babası tarafından kovalanıp bir daha evin önünden geçmemem için azarlanmıştım. Oysaki Zeynep’in bir gülüşü ve yan bakışı bana yetmişti. Artık rüyalarımda o vardı. Ayrı okullara gitsek de okul çıkışı yine koşarak sokakta fink atıyordum.

Semtimizde çekimler olduğu gibi başka yerlere çekimler için de gidiliyordu. Ben de zamanında annemle babamdan duyduğum kadarıyla yeni yeni başlayan değişik türde filmler için oyuncular İstanbul yakınında bir yerlere çekime gitmişti. Zafer Amca da o zaman diğerleriyle beraber gitmişti. O zaman Zeynep’le beraber sokakta oynayabiliyorduk. Eski İstanbul sokakları gibi kadınlar kapı önünde dedikodu yaparken çocuklar orada burada oyuna dalarlardı. O filmin çekimler uzun sürmüştü. Elektriğin olmadığı bir akşam evde otururken babam filmcileri “Şeytan” diye bir film çekmeye gittiklerini söylemişti anneme. Babam ağzı dualı, namazında niyazında biri olduğu için kendince çok uygunsuz bulduğu yüzünden okunuyordu. O zamanlar pek anlam verememiştim ama babam için kötü bir şeydi. Benim içinse rüyalara giren hayaletti şeytan. Zafer amca hafta sonları eve geliyordu ve Zeynep’le biz görüşemiyorduk. Zafer amca gittikten sonra hafta içi görüştüğümüzde bariz bir şekilde Zeynep’te bir sıkıntı ve huzursuzluk seziyordum. Sürekli öne bakmalar, boşluğa dalmalar, hatta bir ara ağladığını bile görmüştüm. O zamanlar çocuk aklıma anlam verememiştim ve çok da kafa yormamıştım. Çocuktum ve çocukluk yapıyordum. Toplamda bir ay kadardı ve film çekimleri bitti. Sokağımıza yine kalabalık peyda olduğunu, eski neşesine döndüğünü düşünmüştük. Birkaç gün sonra o dehşet gecesi yaşandı. Hafızam aşınsa da o geceyi hâlâ net olarak hatırlıyorum.

Serin bir İstanbul akşamında bir ses karanlığı böldü. “Taşlar bende değil, hepsi buradaydı, bulacağım onları, bana inan ki emanet onlar bende”. Ardından iki el silah sesi duyuldu karanlığın içinden. Sesleri duyduğumda yine filmciler geldi sanmıştım ama bu sefer farklıydı. Puslu pencereden baktığımda sokak ışığı altında insanların endişeli şekilde koşarcasına yürüdüklerini gördüm. Biz de babamla sokağa çıkıp sesin geldiği yöne baktık. Babam da diğerlerine katılıp yürümeye başlayınca ben de usulca yanında gittim. Bir yandan da Zeynep’e kötü bir şeyler olabileceğinin korkusuyla koşmaya başlamıştım. Eve vardığımda evin kapısının önünde yerde yatmakta olan Zafer Amca’nın ayaklarını görmüştüm sadece. Babam gözlerimi kapatıp beni oradan götürmek istedi. Bu arada polis ve ambulans da gelince ortalık iyice karışmıştı. Şimdi kapının girişine göz ucuyla bakıyorum da Zafer Amcanın ayaklarını hâlâ görür gibiyim.

Kahvehaneye giderken zihnimden geçen bu düşüncelerin ağırlığını azaltmak için bastonumdan destek alıyorum şimdi. Bunun sebebi yaşlılık değil, uzun yıllar taşıdığım sırların ağırlığı. Zeynep’in oyun oynarken bana anlattıkları hâlâ anılar mezarlığından hortlayacakmış gibi bekleyen bir zombi adeta. Babasının film çekiminden döndükten sonra garip davrandığını, her şeyin daha iyi olacağını, filmle alakalı sette çok önemli şeyler keşfettiklerini söylemişti. Ama bunları yaparken çok korkutucu olduğunu Zeynep’in o günkü yüzünden anlayabiliyordum. Dediğine göre 50 sene sonra gelip onları bu hayattan kurtaracak biriyle karşılaşmış babası. Sınıf öğretmeni gibi demişti Zeynep. Hep ondan bahsedermiş babası. Ve bir gün üç tane yeşil taş göstermiş babası. Gözleri kocaman açılmış şekilde bu taşların onlarda olduğu sürece çok güzel yerlere gidip uzun bir hayat yaşayacaklarını söylemiş. Yeter ki bu taşlar onlarda olsun. Bu filmin onlara verilmiş bir hediyeymiş. Film çekerken gerçeği bulduklarından bahsetmiş. Çocuk aklında somutlaşmayan hayallerle devam ediyordu o günler.

Malum olay olmadan önce Zeynep bana taşları getirdi. Gerçekten göz alıcıydılar. Pürüzsüz yüzeyli soğuk hissettiren nakışlı gibi parlak çizgileri vardı. Zeynep bir tanesini bana verdi. Yerine tıpatıp benzerini koyacaktı. Babası fark etmeyecekti. Ama fark etti ve kaderin sayfaları dönmeye başladı. Taşı verirken söyledikleri hâlâ aklımda. Bu taşı sakla. İlerde bir gün evlendiğimizde bu taştan yüzük yapıp takarız.

Şimdi cebimdeki pürüzsüz taşa dokunduğumda aynı hissiyat halen var. Soğuk ve ruhsuz taş halen bana eskiyi hatırlatıyor. Geleceğe dair muhtemel umutlar ve zamansız bitmiş tertemiz hayaller. Evi ve arabayı arkamda bırakırken üst kattaki kırık pencereden Zeynep’in bakışlarını hâlâ ensemde hissediyorum. Bu ev yıkılmadan bu hissiyat geçmeyecek. Yürümeye devam ediyorum…

Serhat Eski