Öykü

Zorunlu Av

Ufukta kavak ağaçları vardı. Gölgesinde çatısı sazdan yapılmış iki tane kulübe sessizce uzanıyordu. Öğle vaktinde hava günlük güneşlikti. Kulübenin pencereleri kırılmıştı. Etrafında set gibi yığılı kumlar tepeleri vardı. Rüzgâr karşıdan estiği için burunlara bozuk et kokusu geliyordu. Bu da doğru yolda olduklarını gösteriyordu. Kafasını hafif sağa yatırmış, tek gözü kapalı diğeriyle dürbünden bakarken aklını boşaltmaya çalıştı nişancı. Yukarıda vızıldayan drone, silaha doğru hedef tayini için anlık olarak rüzgâr ve nemi ölçüp veriler gönderiyordu. Dürbünden bakınca artikel verilere göre kırmızı veya yeşil göstererek kullanıcıyı yönlendiriyordu. Tüm ekran yemyeşil olunca nefesini sakinleştirdi. Çıplak parmak ucu tetiğe gitti. Soluğunu verdikten sonra birkaç saniye nefes almadı. Aynı anda parmak ucu tetiği kendine çekmeye başladı ve patlama sesini bekledi. Birkaç salise sonra tepen silahın dipçiği vücudunu sarstı. Kulaklarındaki patlama sesini birkaç saniyelik sessizlik izledi. Tekrar duymaya başladı. Dürbünden baktığında penceredeki dökülen camları gördü ancak içeriden dışarı çıkan olmadı. Ardından rahatsız edici kalın, boğuk bir çığlık duyuldu kulübeden. Kulağının arkasına dokunup deri altı telsizden diğer ekibe seslendi.

“İçeri girebilirsiniz ama dikkatli olun, karanlıkta vurulup vurulmadığını görmedim, sadece sesi geldi”.

Dürbünü geniş açıya çektiğinde kum setinin yanından kulübeye girmek için sırayla ortaya çıkan dört kişiyi gördü. Ellerinde tüfekler, bellerinde çeşitli bombalar ile tam bir imha timiydi. Kapının sağında ve solundaki iki kişi kafalarını salladılar ve içeriye girmek için elleriyle üçten geriye saymaya başladılar. Kapı hafiften açıktı. Süre bittikten sonra ilk asker içeriye girdiğinde hedef gözetmeksizin ateş etmeye başladı. Aynı anda kırık pencerelerden de içeriye ateş etmeye başladılar. Boğuk sesler ve çığlıklar gelmeye başladı tekrar. İlk şarjörleri bitince dışarıya çıkıp pencereden içeri iki tane el bombası atıp patlamasını beklediler. Camlar tuz buz olup cılız kulübenin duvarları sarsıldıktan sonra sesler kesildi. Hâlâ tetikte bekleyen dört kişiden biri kulağının arkasına dokunup konuşmaya başladı.

“Ne dersin içeri girelim mi? Şimdiye ölmüş olması gerekiyor.” Ardından kulağına cevap geldi. “Temkinli girin. Yaşıyorsa eğer hâlâ kaçabilir. Buna izin veremeyiz. Buraya kadar kovaladık. Ödülümüzü alalım.” Nişancıya cevap gecikmedi. “ Haklısın, giriyoruz.”

Parçalanmış kapıyı açtıklarında yerde yatan delik deşik olmuş ve neredeyse ikiye ayrılmış bedene baktılar. Yeterince ölmüş görünüyordu. Şeffaf denilebilecek kadar beyaz derinin altından organlar görünebiliyordu. Dişleri yoktu ve kafası normalden büyüktü. Gözleri de neredeyse bembeyazdı. Pigment yoksunluğu bunda oldukça fazlaydı.

Bunların İstanbul kıyısına kadar gelebileceği görülmüş şeyler değildi. Genelde Trakya içlerinde olurlardı ve son birkaç yılda hemen hemen hepsi avlanmıştı. Aslında kimseye zararları yoktu. Sesleri, görünüşleri, davranışlarındaki gariplikler diğer insanlardan farklı olduğu için onları potansiyel av malzemesi haline getirmişti. Onlara “Beyazlar” diyorlardı. Çoğu bilim adamıydı, bazıları teknisyen, bazılarıysa işçi. Hepsinin kaderi patlamanın olduğu zaman nükleer tesiste bulunmalarından sonra çizilmişti.

Zamanın yetkilileri tarafından burada nükleer santral açılacağı ilan edildikten sonra yerel halk protestolara başlamıştı. Bilim adamları da lokasyonun yanlışlığı ve bu eski teknolojinin sürdürülebilirliği açısından çekinceli açıklamaları yapmıştı. Bir şekilde gerekli izinler alındı ve inşaat başladı. Yaklaşık on yıl süren inşaattan sonra tesis 21. yüzyılın sonlarına doğru devreye alındı. İlk başlarda her şey normaldi. Zamanla el üstünde tutulması gereken bu yerin tecrübesiz ve bilgisiz kişilerce çalıştırılmaya başlanması, yapılması gereken birtakım iyileştirmelerin ve düzeltmelerin göz ardı edilmesine yol açmıştı. Bir zaman sonra normal işlemesi gereken santralde göstergelerin sıra dışı değerler göstermesine rağmen önlemler alınmadı ve sızıntı başladı. Radyoaktif sıvılar ve gazlar hem denize hem de Trakya içine yayılmaya başlamıştı. Sızıntı ilk etapta fark edilemese de insanlar üzerindeki değişimler hemen dikkat çekmeye başlamıştı. Tende beyazlaşma, kafanın büyümesi ve en son dişlerin dökülmesi. Bu belirtileri gösterenler ilk başta karantinaya alındı ancak problemin köküne inmek zaman aldı. Mevcut yönetim bunun da geçici olduğunu söyleyip büyüyen problemi görmezden gelmeyi seçti. Ancak artan vakalar basına da yansıyınca olanları saklayamadılar ve her şeyin kontrol altında olduğunu, sorunun en kısa sürede çözüleceğini tüm Dünya’ya beyan ettiler. Sorunu çözmek için devlet ve santral görevlileri tarafından toplantı organize edildi. Bu açıklamadan sonra av başladı. Çözüm, sızıntıyı tespit edip önlem almak yerine ortaya çıkan korkutucu insanları avlamaktı. İlk başta profesyonel askerler görevlendirildi. Özel harekât ve daha sonradan kurulan BKTM (Biyolojik ve Kimyasal Terörle Mücadele) timleri muhtemelen noktalara operasyon yapıp radyasyona maruz kalanları topluyorlardı. İşe başladıklarında bunun onlarca yüzlerce olmaktan çok binlerce olduğu ortaya çıktı. Hatta bazı yerlerde, dağların arasında, sadece kendilerinden olanların yaşadığı yerler keşfedildi. Kısa zamanda bitirilecek bir sorun olmadığını anlayan yetkililer bu operasyonun halk tarafından desteklenmesini ve halkın da bundan çıkarı olmasını sağlamak için insanlık dışı bir kampanya başlattılar. Adını “Beyaz Safari” koydular. Avladıkları kişi başına da ödül verilmeye başlandı.

Tüm bunlar olurken bu sızıntı mağdurların haklarını savunmak için de çalışmalar yok değildi. Bir çeşit iş kazasında mağdurun avlanmasına kadar giden süreç vicdanlara tamamen sinmemişti. Sızıntının sorumlularından da ciddi olarak hesap sorulması isteniyordu ama bunun yerine göstermelik soruşturmalar ve kısa süreli adli cezalarla geçiştiriliyordu.

Kulübede öldürdükleri beyazı ceset torbasına koyduktan sonra kamyonetin arkasına yükleyip tekrar İstanbul’a yola çıktılar. Belirli mesafeler arasında drone kontrol noktaları vardı. Bunlar şüpheli durumları direkt merkeze aktaran gezici kamera görevleri yapıyorlardı.

Şoför koltuğunda oturan nişancının aklına binbir türlü düşünce gelip kayboluyordu. Kitaplar arasında kaybolduğu üniversite yıllarında nazikçe başlayan profesyonel hayatı, türlü olaylar sonucunda bir beyaz avcısı olarak devam ediyordu. Bu yüzden diğer insanlarla beraberken geçmiş yaşamı hakkında düşünmemeye çalışırdı. Geçmişin şimdiye yararı yoktu. Arabadaki diğer askerlerin de kendine benzer hayatlar yaşamış olabileceğini tahmin ediyordu nişancı. Ekibindeki kimse kendisi gibi düşünmeden ateş etmiyor, biraz olsun soran gözlerle uzaklara bakarken yakalıyordu arkadaşlarını. Hayatını kazanmak için yaptığı işi sorgulamaması gerektiğini içten içe hissediyordu. Şartlar bunu gerektiriyordu.

Şehre giriş için kullanılan tek büyük köprüden geçerken özel amaçlar için kullanılan en sağ şeritten karantina alanına girdi. Kapının üstünde “Beyaz Teslim Yeri” yazıyordu. Burası yükü teslim edip karşılığında para almak için gişelerin olduğu bir depoydu. Nişancının yanındaki askerler onları evlerine götürecek servis araçlarına binmek için araçtan inip yürümeye başladılar. En son nişancı kaldı. Yükünü bırakıp kaydını yaptırdıktan sonra teslim merkezinden çıkıp ana yola girdi. Evi şehrin kenar mahallelerinin birindeydi. Bahçeli evin küçük garajına arabayı yerleştirip içeri girdi. İçeri girdiğinde duvardaki diploma ve akademik ödüllere gözü çarptı. Saklı geçmişin saklanması gereken parçalarıydılar yalnızca. Arka odadan bir boğuk bir çığlık geldi. Üstünü askıya asıp arka odaya yöneldi. Karşısında manasız bakışları ve dökülmüş dişleriyle gençliğinde âşık olup evlendiği kadın duruyordu. İçindeki çelişkiler yumağıyla baş başa kaldı bir an. Mantığı ve duyguları iç içe geçti. Kendini toplayıp diğer odaya geçip kendini yatağın üstüne bıraktı. Gözlerini kapatıp uykuya dalmayı bekledi.

Serhat Eski