Öykü

İstanbul Grunge

Trajedi: (Fr. tragédie) Konusunu efsanelerden veya tarihsel olaylardan alan, acıklı sonuçlarla bağlanan bir tür tiyatro eseri, facia, tragedya, ağlatı.

Cihangir ve Elif kol kola balo salonundan girdiklerinde davetlilerden biri, yanındakinin kulağına eğilip “Ayol bunlar yatmaya kalksa kızcağızın kemikleri kırılır,” dedi. Hakikaten de henüz üniversitede okuyan kız, savaş kahramanı sevgilisinin yanında minnacık kalıyordu. Genç adamdan beş yaş küçük ve çok daha hayat dolu olmasına rağmen aralarında olgun olan oydu. Belki de savaşmaktan büyümeye zaman bulamamıştı Cihangir.

“Güvenliğiniz bize emanet,” diyen polisleri yarıp geçmiş, kendisine tahsis edilen arabaya dönüp bakmamış ve sevgilisini arkasına oturtup motoruyla yavaş yavaş, geze geze gelmişti buraya. Şerefine düzenlenen etkinliğe iki saatten fazla geç kalmıştı. Bu süre boyunca acele etmeleri gerektiğini belirtmişti Elif.

Genç kadın, savaş kahramanının yaşamındaki en masum şeydi. Hiçbir konuda Cihangir’i yargılamamıştı. Bosna’da hayatta kalmaya çalışmasının en büyük sebebi onun özlemiydi. Elif bir çocuğunki kadar temiz, bozulmamış bir yüreğe ve zehir gibi bir kafaya sahipti. Kızın doğallığı, kendi içinde yaşam ve ölüm arasında sıkışan çocuğu hatırlatıyordu Cihangir’e.

Delikanlının konakladığı Otel Şelale’nin Cumhuriyet Kız Öğrenci Yurdu’na yakınlığı gevşek ağızlı magazin basınının radarından kaçmamıştı. Muhtemelen Elif’in mahremiyetine önem verdiklerinden değil de insan azmanı ve yabani görünüşlü Cihangir’den korktuklarından kimse bunu haber yapmaya cesaret edemedi.

Oğlanın İstanbul’da kaldığı süre boyunca rahatlıkla sevgilisini ziyaret edebiliyordu Elif. O gün de Cihangir’in yatağına oturmuş, genç adamın ayna karşısında giyinmeye çalışmasını izleyebilmişti. “En azından gömlek giy,” dedi gülerek. Sırtını yumuşak otel yatağına bıraktı, yastığı kafasının altına çekip Bosna gazisine bakmaya devam etti. Delikanlının şarapnel, bıçak ve işkence izleriyle dolu sırtı, geçmişini belgeliyor gibiydi.

“Tarzımı beğendiğini sanıyordum,” dedi Cihangir. Bir savaşçıdan bekleneceği üzere kısa cümleler kurar, lafı uzatmayı sevmezdi.

“Beğeniyorum beğenmesine ama cumhurbaşkanı bizzat davet etti seni. Türkiye’nin tüm ileri gelenleri seninle tanışmaya gelecek.”

“Ben onlarla tanışmak istemiyorum.”

“Bazen yapılması gerekenler yapılır canım. Senin tarzın fazla hırpani. Hem bu gece için çok güzel bir elbise aldım, yanımda sokak kavgasına gelmiş gibi durmanı istemiyorum.”

Cihangir tişörtünü geriye doğru fırlattı. Elif, kolunu kaldırıp terli kıyafetin suratına çarpmasını engelledi ve kahkaha atmaya başladı. Aynadan onu seyreden Cihangir de güldü. Kızın yanında kendini gerçekten mutlu hissediyordu.

İkisi, bıçaklı bir esrarkeşin Elif’in cüzdanını çalmaya çalışması sayesinde tanışmışlardı. Kızın üniversite ve İstanbul’daki ilk, Cihangir’in de savaştan önceki son senesiydi. Elif, arkadaşlarıyla birlikte bir şeyler içmeye çıktı, alkolün etkisiyle gruptan ayrılıp karanlık sokaklarda gezinmeye başladı ve neredeyse vahşi bir kurt tarafından kapılıyordu.

Cihangir Kansız, Balkan göçmeni bir aileden geliyordu. Bolu’da doğup büyüdü. Babası kafes dövüşçüsüydü. Adam, yeterince para biriktirdiğine ikna olunca ailesini alıp İstanbul’a taşındı ve işlek bir bölgede bakkal dükkânı açtılar.

Cihangir’in bir derdi vardı, çocukluğundan beri geceleri uyuyamıyordu. Bolu’daki çocukluğu boyunca bu hastalığı tedavi etmeyi denedi. Erkenden yatağa girip sabaha kadar olduğu yerde dönerdi. İstanbul onun için yeniydi, devasaydı, keşfedilmeyi bekliyordu. Burada zaman daha hızlı akıyordu sanki, herkes çok meşguldü. Kendisi de hayatında pek bir şey değişmemiş olmasına rağmen, zaman kıtlığı çekiyordu. İstanbul’un her yüzünü görebilmek, bu dünya şehrini çok daha yakından tanıyabilmek için geceleri kara sokakları adımlamayı huy edindi. Önceleri gizlice, evden kaçarak yaptığı gezintiler, yıllar içinde karakterinin herkes tarafından bilinen bir parçası haline geldi.

Her zamanki o gecelerin birinde yolu Elif’le kesişti. Keşe arkadan yaklaşıp adamın kemiklerini kırdı. Bu çok doğaldı onun için. Safarideki bir avcı gibi yaşıyordu hayatını, er meydanındaki bir dövüşçü, harp meydanındaki bir savaşçı gibi. Gaspçıyı olduğu kadar sevimli kızcağızı da korkutmuştu. Elif, kaçarak Cihangir’den uzaklaştı. Onun çakırkeyif bakışlarının arkasındaki derinliği unutamayacaktı genç adam. Ailesinin esnaf olması sayesinde semtte geniş bir çevresi vardı. Sordu soruşturdu ve kızı buldu. Gidip onunla tanışamayacak kadar utangaçtı, bu yüzden hoş bir demet çiçek göndermekle yetindi.

Elif, çiçekleri çok beğense de gönderenin kim olduğunu anlayamadı. O da üniversitedeki arkadaşları üzerinden bir soruşturma yürüttü. Böylece malum gecenin detayları ve kızın gizemli hayranının kim olduğu ortaya çıktı.

Cihangir’in kendisine yardım ettiğini anlayan genç kadın derhal onu ziyaret etmek için bakkala gitti ama oğlan orada yoktu. Babası, her zamanki gibi arkadaşlarıyla sürttüğünü söyledi.

Birkaç gün sonra, Elif ve Cihangir ilk kez buluştular. Zıt karakterlerine rağmen aralarında bulunan kopmaz-incinmez bağ da aynı gün kuruldu. Cüsseleri, ifadeleri, dış görünüşleri bile bu karşıtlığa işaret ediyordu.

Cihangir’in onu barbar gibi gösteren uzun ve dağınık saçları, dönemin modasını sonuna kadar abartan yırtık pırtık kıyafetleri vardı. Elif ise saçlarını kısa kestirir, her sabah tarar ve düzgün bir şekilde giyinmeye dikkat ederdi.

Daha ilk muhabbetlerinde birbirlerini tamamladıklarını anladılar. Elif her an neşe doluydu ve bu Cihangir’in de içinin karşı konulmaz mutlulukla dolmasını sağlıyordu.

Genç adam, dövüşmeyi babasından öğrendiğinden ne Bolu ne İstanbul sokaklarında rahat durduğundan, girdiği kavgalardan, dalaştığı çetelerden, komando olarak yaptığı askerliğinden konuştu birasını yudumlarken.

“Neden tüm hayatı bir savaşmış gibi yaşıyorsun?” diye sordu Elif.

Cihangir ilk anısından bahsetti. Babasının rakibi üzerine bahis oynayan birileri adamın başarısı üzerine evlerini basmıştı. “Yaşamanın savaşmak anlamına geldiğini o zaman anladım,” dedi. Biliyordu ki safaride apeks insandır, geri kalan her şey avdır.

“Senin gibilere ne denir biliyor musun?”

“Ne denir?”

“Gamzede denir.”

“Kimin gamzesinde?”

“Öyle değil. Kazazede, afetzede gibi. Depremzede gibi ama sanki senin depremin yüreğinde ve asla sonlanmıyor.”

Sonraki birkaç ay Elif, oğlanın yüreğindeki çatlakları doldurmaya çalıştı. Başarılı olamasa da oradaki yerini kesinleştirmişti. Sonra harp başladı. Cihangir Bosna’daki akrabalarına yardım edebilmek için gönüllü olarak gitti ve yaptıklarıyla büyük bir savaş kahramanı olarak döndü.

Sevgilisi için endişeleniyordu Elif. Birkaç günde bir televizyonda onun yeni bir macerasına şahit oluyor, duyduklarına inanamıyordu. Elif, sevdiği erkeği beklerken derslerine odaklanmakta zorlandı, hayatını yaşayamadı, geçen zamandan hiçbir şey anlamadı. Her an Cihangir’i düşünüyordu. Gururluydu ama korkuyordu, İstanbul’da kendi savaşını veriyordu sanki.

Genç adam Bosna’dayken ailesi dükkânı kapatıp Bolu’ya döndü. Aslında işleri gayet iyiydi ama oğulları kendi yolunu çizdikten sonra memleketlerinden uzak olmanın manası kalmamıştı.

Cihangir, Türkiye’ye dönünce önce Bolu’ya gidip ailesiyle hasret giderdi. Bu sırada Elif heyecandan ölüyordu. Sevgilisi savaştan sağ çıktığı için mutluydu ancak bu seferde onun tanımadığı bir insan haline gelmiş olmasından korkuyordu.

Elif’in korkusu yersiz çıktı. Cihangir hâlâ eski Cihangir’di. Onu hâlâ seviyordu. Genç çift mutluydu bir kez daha.

Baloda Cumhurbaşkanı Cihangir’e madalyasını takarken genç kızın korkusu tersine döndü. Belli ki delikanlı hiç değişmemişti. Asker gibi değilse bile hâlâ bir savaşçı gibi bakıyordu. Safariyi özleyen bir avcı, sonraki savaşı bekleyen bir savaşçı gibi.

Cihangir ve Elif, kızın mezun olduğu yaz evlendiler. Sonra bir akşam genç adam eve gelip “Ben Kosova’ya gidiyorum,” diye ilan etti. Ona karşı çıkmadı karısı. Fikrini değiştiremeyeceğini biliyordu. Gitmesini engellemeye çalışmak, Cihangir’in varoluşunun doğal bir sonucunu engellemeye çalışmak olurdu. Yani onun kişiliğini engellemeye çalışmak olurdu. Hayatı algılama biçimine, tüm düşünce tarzına karşı çıkmak olurdu. Bunların toplamı Cihangir’in ta kendisi, yani Elif’in âşık olduğu varlık ediyordu. İnsan âşık olduğu varlığı reddedemezdi.

Cihangir Kansız, Kosova Savaşı’nda öldü ve Elif bir daha asla mutlu olmadı.