Öykü

Nefer Bekir

Kasaba, civardaki en büyük yerleşim merkezi olmasına rağmen nüfusu ancak bin kişiyi buluyordu. Geniş bir ovanın ortasında kendi halinde bir köyken Yüce Çar’ın kahraman askerlerinden oluşan bir tabura ev sahipliği yapmaya başladıktan sonra büyümüştü. Kasaba’nın doğusu, kuzeyi yılın büyük döneminde beyaza bürünen uçsuz bucaksız görünen bozkıra açılıyordu. Bu bozkır bahar ve kısa süren yaz mevsiminde yer yer baharda arpa tarlalarına dönüşüyordu yöre halkını geçindirmek için. Batı yönünde çok değil dört beş mil ileride birbirine yaslanmış gibi duran irili ufaklı tepeler vardı. Güneyde kısa sayılabilecek düz arazinin bittiği yerde hafif bir yamaçla başlayıp aşılamayacak bir duvar gibi yükselen Zalem Zağları yükseliyordu. Kışın eğer rüzgâr güneyden esiyorsa işler iyi gidecek demekti. Eğer doğudan hele hele kuzeyden eserse sobalara daha fazla odun atmaktan başka çare yoktu. Allahtan tepeler ve tabii Zalem Dağları ladinlerle, kayınlarla dolu olduğu için yakacak konusunda sıkıntı çekilmiyordu.

Tabur karargâhının hemen karşısındaki büyük binayı esirler için ayırmışlardı. Geniş bir bahçe içerisindeki iki katlı binanın her bir odasında samanla doldurulmuş yatakların üzerinde yatıyordu esirler. Subayların karyolalarda erlerinse balık istifi yerlerde yattığını söylemeye gerek yok. Önceleri başlarına dert olacak diye düşündükleri esirler sessiz ve uyumlu çıkınca sorunsuz yaşıyorlardı. İşin bir iyi yönü de bu baktıkları zorunlu misafirler için İmparatorun ek tayın göndermesiydi. Kimse kötü düşünmek istemezdi ama Yüce Nikolay düşmanlarını daha çok düşünüyor olamazdı. Çar hazretlerinin bu hatasını –eğer bu cömertliği hata olarak nitelendirme gafletinde bulunursanız- tayının iyi parçalarının kendilerine ayırarak düzelmeye çalıştıklarını söylemeye gerek yoktu. Bu durumu kontrol eden de yoktu. Zaten kış bastırıp karlar düşmeye başladığı eylül ayından ta nisana kadar dünya ile bağları da kopuyordu. İşte kasabanın tek gayri resmi yetkilisi olan Albay Vasili hem kendini hem de ileri gelenleri memnun edecek bir yol bulmuştu.

“Hiç kaçarlar diye endişe etmiyor musunuz” dedi uçuk pembe dantelalı kloş eteğiyle pencerenin önünde dinelen kadın. Orta yaşı aşmıştı, bu yüzden pek bakanı yoktu yine de eski giden gençliğinden kalan izlere güvenerek üniformasının içinde oldukça çekici görünen adama gülümsüyordu.

“Sizce mümkün mü Madam Buzai?” Eliyle üç beş ev sonra başlayan araziyi gösterdi. “Bir yere gidemezler, her tarafımız bembeyaz çöl değil mi?” Adamın sık sık kullandığı bir cümleydi bu. Üzerinde, her daim taşıdığı süslü üniforması vardı Albay Vasili Stakalov’un. Kısa sayılabilecek bir boya sahip olmasına rağmen giydiği üniforma kendisine uzun boylu biri havası veriyordu. En azından böyle olduğuna inanıyordu. Ağır adımlarla ve salonun döşemesinde yankılanan ayak sesleriyle güzel kadının yanına yaklaştı. “Eğer kaçabilirlerse –ki bu mümkün değil- bu donmuş arazide bir kuytuda ölürler ve aç kurtlara yem olurlar” Konuşmasına dramatik bir hava vermesi için bir kahkaha attı. Arkasından kapıya dönüp kapının yanında bekleyen emir subayına dönerek “Öyle değil mi Yuri” dedi.

Yuri Salkov, komutanı Vasili gibi buraya sürgün olarak gelmemişti. ‘Eğer subaylığımın ilk yıllarını burada Sibirya’da tamamlarsam Moskova’ya hatta memleketim olan güzel Orel’e bile dönebilirim’ diye düşünüyordu. Sırf bu yüzden tabur komutanının kaprislerine katlanıyordu. “Haklısınız komutanım” dedi. Albay’ın bıraktığı kötü etkiden haberdardı. Daha adam gelmeden ne kadar disiplin yanlısı ve gaddar olduğu haberleri gelmişti. Öyle olmasaydı böyle sınıra yakın bir kasabaya koskoca bir Albayı gönderirler miydi? Sırf bu yüzden diplomatik bir dil kullanmaya gayret ediyordu.

“Bu uçsuz bucaksız hapishaneden kaçmak mümkün değil” dedi. Etkili bir ses tonu olduğu için salondaki herkes dönüp bakmıştı. Kıyafetiyle diğerlerinden farklı olduğu hemen anlaşılan bir garson, elinde tepsiyle salonda bulunan konuklara içki sunuyordu.

“Esir Weiss, burada olanları diğerlerine anlatmıyorsun değil mi?” Zayıf bedenli beyaz yüzlü garson kendisine hitap eden Albaya baktı “Olur mu efendim” dedi. Yüzünde gülümseme vardı. “Sizce bana yapılan iyiliklere hainlik edecek birine mi benziyorum” Bu adam Avusturyalı esirler arasından seçilmiş biriydi. Her ne kadar diğerleriyle birlikte kalıyorsa da mutfak ve servis becerileriyle kendine taburda yer bulmuştu. Salondaki hanımefendilerden yaşlıca olanı, genç garsonun yanına vardı ve yanağını hafifçe okşadı. “Peter, bizim göz bebeğimiz, yapmaz öyle bir şey” dedi. Peter’in yüzünde belli etmemeye çalışsa da bir memnuniyetsizlik ifadesi belirmişti.

“Dağın hemen ardının Çin olduğunu bilseler o yöne kaçarlardı” dedi yaşlı ve üzerinde kalın vizon kürkünden palto olan adam. Bütün başlar kendisine çevrildi ve her birinin kaşları çatılmıştı. Bir pot kırdığını hatta çam devirdiğini anlamıştı.

“Tamam tamam ağzımdan kaçırdım ama bir sorun olduğunu düşünmüyorum, Weiss bizden biri artık” Salonu dolduranların yüzlerinde yumuşama yoktu “Hadi canım sizde bu bir sır değil ki” Albay Vasili “Yaklaşan fırtına konusunda ne düşünüyorsunuz” diye araya girdi. Garson boş kadehleri toplamış salondan çıkmıştı.

“Azizim Semion, bazen bir çocuk oluveriyorsunuz, neden böyle bir şey yaptınız ki, Onlar kendilerini Sibirya’nın ortasında biliyorlardı” dedi. Yaşlı adam omzunu silkmekle yetindi. “Safarinize heyecan katmış oldum” demek isterdi ama söylemek isteyip söylemediği cümleleri sakladığı kocaman sandığa attı bu sözlerini de. Yerine, “Buyurun yemek masasına geçelim, benim kahyanın geçenlerde vurduğu geyiğin tadına bakalım” dedi. O ara emir subayı Yuri, komutanına yaklaştı “Sizce, diğerlerine anlatır mı?” dedi. “Zannetmiyorum, keyfi yerinde bozmak istemez” dedi. “Olmadı, kendisiyle bir kere daha konuş ve gözünü korkut” dedi ve kürklü adamın peşinden salondan çıktı.

Zayıf hastalıklı bedenlerden oluşan bir gurup geniş bir salonda bekliyorlardı. Yaklaşık otuz kişiydiler ve aylardır burada bu Tanrının unuttuğu yerde kalıyorlardı. Genellikle Avrupalılardan oluşuyordu ve aralarında birkaç Türk de bulunuyordu. Kaderin bir araya getirdiği bu yüzler ister istemez dostluk kurmuşlardı. “Sıra kimlerde acaba” dedi biri. “Sizce izin verilenler kaçabiliyorlar mıdır?” dedi diğeri. “Nereye kaçacaklar kar denizinin ortasındayız bu soğukta yürümek bile mümkün değilken peşindeki avcılardan kaçabilir misin” Aralarından biri, bir rütbeli olan Jürgen, üst kata çıkan merdivenlerde birkaç basamak çıktı. Herkesi görebileceği yere gelince

“Dinleyin arkadaşlar” dedi. “Bunu bir oyuna çevirdiler ama isterseniz gitmeyebilirsiniz” Durdu ve düşündü, buna imkân var mıydı? Düşündüklerini kalabalığın arasından biri dile getirdi. “Emre itaatsizlikten ceza veriyorlar” dedi. Haklıydı, birkaç Pazar önce biri gitmek istemeyince avludaki helaya kapatmışlardı. Sabaha adamın donmuş cesedini çıkarmışlardı. Giderlerse kaçma ihtimalleri vardı ve kaçamazlarsa dışarıda açık havada özgürce öleceklerdi, bu bile iyi bir şey değil miydi? Teğmen Jürgen Rapoil’in yanına biri çıktı. Bu Osmanlı subaylarından ‘Mülazım Kamil’di.

“Bence asker gibi davranın, yorun onları ve kaçabildiğiniz kadar kaçın ve gidebildiğiniz kadar uzağa gidin” dedi sesinde gurur vardı. “Kolay lokma olmadığımızı görsünler” Kalabalıktan birkaç kişi kendisini alkışlasa da tavsiye edilecek bir şey değildi. Ortalığa gene bir sessizlik çöktü.

Dış kapı sertçe açıldı, içeriye önce iki asker girdi. Askerler ellerindeki tüfeklerin dipçikleriyle kapının hemen yanında duranlar vurarak yer açtı. Kapıda çavuş Anatoli belirdi. Bu acımasızlığıyla bilinen biriydi. Sert tavırlarla kendine yol açarak merdivenlerin basamaklarını çıktı. Sağına soluna bakınca az önce konuşan iki esir subay birkaç basamak aşağı indi. “On başı Ahmet Oğlu Selim” dedi gür bir sesle. Kalabalığın içerisinden ufak tefek hastalıklı yüzlü biri belirdi. Ama daha bir adım atmamıştı ki biri onun önüne geçti.“Çavuşum sıra benim” dedi. Çavuş Anatoli “Sen Ahmet oğlu Selim değilsin” dedi. Adam öne yürüdükçe diğerleri yanlara açıldı. Merdivenin önüne gelince sert bir selam vererek “Ben Aziz oğlu Bekir, Selim hasta, ateşler içerisinde ve buraya zorla geldi, gönüllüyüm bu defa ben av olmak istiyorum” dedi. İkna edemediğini fark edince “Daha kasabanın dışına varmadan yığılır kalır. Albayınızın tek eğlencesinin böyle bitmesi hoşuna gitmez, değil mi?” Çavuş karşıya kapıya baktı, kapının eşiğinde duran Subayı Yuri başıyla onaylayınca “Bu sefer böyle olsun” dedi. “Aziz oğlu Bekir, sevdim seni, kendi rızasıyla eceline gidenleri severim” dedi. Salonda bulunanlardan biri üzerindeki kalın kaputu çıkardı ve Nefer Bekir’in omuzlarına koydu. Bekir şöyle bir bakınca ara sıra selamlaştığı askerlerden biri olduğunu gördü. Üç askerle birlikte dışarı çıktılar.

Kasabanın meydanında kalabalık bir halk toplanmıştı. Yaşlılar, kadınlar, çocuklar soğuğa aldırmadan bekleşiyorlardı. Albay, kalabalığın içerisinden ağır adımlarla çıktı. İnsanların kendisini duyabileceği bir yere gelince durdu. Çavuş Anatoli ve iki asker esiri getirdiler. Albay Vasili, Çavuşa dönerek “Adı ne bunun” dedi fısıldar gibi. “Bekir, Efendim. Aziz Oğlu Bekir” Vasili, şişman göbeğiyle yanında duran esire dönerek ama en arkada duranlarında duyabileceği bir sesle

“Bugün Pazar” diyerek söze başladı “Bugün yüce Mesih’in kutsal günü. Hepimiz dualarımızı ettik, Tanrı babamıza, oğlu İsa Mesih’e ve Kutsal Ruha bizleri bağışlaması için yalvardık. Eğer bağışlanmak istiyorsak bağışlamasını da bilmeliyiz. Bunun için bir esiri daha azat etmek ve kendisine bir kurtulma şansı vermek istiyorum.” Şimdi yüzünü kalabalığa çevirmişti “Biliyorsunuz bu kandırılmış zavallılar, Kahraman Rus Ulusuna ve Yüce Çar Nikolay Efendimize karşı savaştılar. Ama muhteşem ordumuz tarafından yenildiler, esir alındılar. Şimdi onlar bize emanet edildiler. O nedenle içlerinden birini çıkıp gitmesi için serbest bırakıyorum.” Biraz sustu, kendisini dinleyenlere göz gezdirdi. “Tıpkı bir savaş gibi zor iklimimiz ve kahraman gençlerimize rağmen…” Başıyla işaret edince Çavuşun yanında duran esir birkaç adım öne çıkarıldı. “Eğer kendisi gitmeyi başarabilirse özgür biri olarak memleketine dönecektir” dedi.

Kasaba halkı birkaç haftadır tekrarlanan bu işe sevinmeli miydi üzülmeli miydi bilemiyordu. Aklı başında olanlar böyle bir mevsimde hiç kimsenin uzağa gidemeyeceğini biliyorlardı ama söyleyecek cesaretleri yoktu. Vali Bey’den yönetme yetkisini alan, kasaba Başkanı Vitaly Sobchak Albayın namını bildiği için ses çıkaramıyordu.

“Çözün ellerini” dedi. Aslında esirlerin kasaba içerisinde belli bölgelerde ve belli zamanlarda serbestçe dolaştığı biliniyordu. Yine de sembolik olarak elleri bağlanmış esirin bağları çözüldü. Önünde uzanan ve kasabanın biraz ilerisinde yağan karlarla örtülmüş hatta yer yer kaybolmuş yolu gösterdi. “Bu yol batıya, sizin topraklarınıza giden yol, özgürlüğe giden yol” dedi. Başkan Vitaly’nin Hanımı ileri çıkarak

“Senden öncekilere de verdiğimiz teşekkür hediyesini lütfen kabul buyur” dedi. Elinde tuttuğu küçük deri çantayı uzattı. Nefer Bekir, çantanın içine şöyle bir baktı içerisinde bir somun ekmek ve bir parça et vardı.

“Spasibo Madam” dedi. O ara salonda servis yapan Jürgen elinde bir tepsi, tepside bir bardak içkiyle yanlarına yaklaştı. Esirin yanından sürünürcesine geçti ve kulağına başka kimseni duyamayacağı bir şey söyledi. Tepsideki içkiyi alan Albay kısa bir yudum aldıktan sonra tekrar tepsiye bıraktı ve saçının koyuluğu ile çevresindekilerden hemen ayrılan esirine

“Elini uzat” dedi. Nefer Bekir şaşırdı ürkek bir tavırla hemen geri çekebilecek gibi gevşek bir şekilde elini uzattı. Adam, kalın kürklü ceketinin cebinden çıkardığı bir yüzüğü Bekir’in parmağına takmak istedi. Yüzük parmağına takmayı denedi, olmayınca biraz zorlansa da yüzük serçe parmağına uydu. Anlaşılmaz bir şekilde adamın yüzüne baktı Albay,

“Bu senin özgürlük belgen, onu senden almak isteyenlere verme” dedi. Albayın yanında duran askerlerinden biri tercüme ediyordu sözleri. Sözlerini bitirince cebinde taşıdığı saatini çıkardı. O ara meydan çan sesiyle çınladı. Zamanlaması için kendiyle bir kere daha gurur duydu. “Tam yarım saatin var, iyi değerlendir, çan tekrar çaldığında Safari başlayacak, avcılarımız peşine düşecekler” Kalabalığa dönerek “Adil bir Safari olsun” dedi. Meydanı dolduran kalabalık sevinç sesleriyle ve alkışlarla ortalığı inletti. Vasili ellerini tekrar kaldırarak kalabalığı susturduktan sonra ve sanki bir iyilik ediyormuş gibi “saklanabilmek için tepelere ulaş” dedi. Çok önemli bir iş yapmış olmanın gururuyla kalabalığa dönerek “Şimdi kiliseye buyurun esirimiz ve ardından gidecek olan kahraman gençlerimiz için dualar edelim” dedi. Nefer Bekir, koşmaya başladığında kalabalıkta kiliseye doğru yol almaya başlamıştı.

Albayın, çavuşun ve diğerlerinin bilmediği nokta Nefer Bekir’in bu kadar sert olmasa da böyle bir iklimden geldiğiydi. Doğu Anadolu’nun yüksek yaylalarında doğup büyümüştü, kara, soğuğa alışkındı. Çantayı boynuna astı, çevresine bakındı, uzun süre düşünmüştü kendisine sıra gelirse ne yapacağını. ‘Bismillah’ dedi, önce kısa adımlarla koşmaya başladı gösterilen yolda. Daha sonra adımlarını sıklaştırdı. Adil olurlarsa yarım saatinin olacağını biliyordu. Bu tepelere ulaşabileceği süre demekti ve sonrasında… Bu yaban ellerde Tanrıya sığınmaktan başka çaresi yoktu. Yolun sonundaki eve vardığında göz ucuyla baktı, beş altı kişilik bir genç gurubu duruyordu binanın gölgesinde. İşte efsane gibi söz edilen avcılarda bunlar olmalıydı. Görmemiş gibi davrandı ve koşmaya devam etti.

Son ev güzel evlerden biriydi. Tek katlıydı, et ve kürk tüccarı Semion Buzai Beye aitti. Kasabanın hatta civarın en zengin tüccarıydı Buzai. Servetini kendi ticari zekası sayesinde yapmıştı. Gençliğinde ava gitmeye meraklıydı ve vurduğu hayvanları etlerini de derilerini de boynuzlarını da satardı. Ama bir gün alıp satmanın dağ tepe dolaşıp av peşinde koşmaktan daha fazla para kazandırdığını öğrenince ticaret yapmaya başlamıştı. Bu sayede iyi paralar kazanmıştı, işte bu yüzden evi bu kadar genişti ve güzeldi. Geniş bahçesinde kısa süren yaz aylarında kullanılmak üzere geniş bir kameriyesi vardı. İşte şimdi o kameriyede küçük bir gurup ellerinde silahlarıyla bekleşiyordu. Tabii ki iş şansa bırakılmamış silahlar taburun cephaneliğinden emanet olarak verilmişti. Bu gençler kaçacak olan mahkumun peşinden koşacak gençlerdi ve sağlıkları ve güçleri her hallerinden belli oluyordu. Belli ki Albay işini her yönüyle sağlama alıyordu.

Kasabadan gelen çan sesleri kıpırdanmalara neden oldu. “Centilmenler, Yarım saat sürecek bir sabır istiyorum sizden, ikinci çan sesine kadar bekliyoruz” dedi içlerinden biri. Bu uzun boylu, geniş omuzlu yakışıklı genç Albayın oğlu İlya’ydı. Gençlik haline benzettiği için Albay Vasili, oğlunu çok severdi.

“Bir kafir için kuralları uygulamak neden bu kadar önemli oluyor” Bu en az İlya kadar uzun boylu ve yapılı bir genç olan Oleg’di. Omzunda düzelttiği tüfek diğerlerinden daha iyi bir silahtı, Alman yapımı bir Gewer. O silahını ordudan almamış babası kendisine armağan etmişti. Ne de olsa babası Semion’un çevresi çok genişti ve ne isterse getirtebiliyordu. Cebinden Avrupa’nın en batısından gelen İngiliz sigaralarından bir paket çıkardı ve arkadaşlarına ikram etti. Böylece kasabadaki tek rakibi olarak gördüğü İlya’yı bir kere daha ezmişti. Diğerleri sevine sevine almışlardı uzatılan sigarayı ama İlya, öfkesini belli etmemeye çalışıyordu. Yine de bir cevap vermesi gerekiyordu bu üstünlük taslamaya. Kalın yünlü gömleğinin yakasını hafifçe açtı ve boynunda taşıdığı zinciri çıkardı. Zincirin ucunda iki yüzük vardı. Tatmin olunca yerine koynuna koydu ve gömleğinin ve tabii kalın paltosunun yakasını iyice kapattı. Oleg, ve arkadaşı Piyotr sahip oldukları tek yüzüğü gösterme gereği duymamıştı. Soğuğun etkisini azaltmak için ayaklarını yere vurarak kıpır kıpır beklemeye devam ettiler.

Nefer Bekir, kendisine tuzak kurulduğunu bilecek yaşta ve olgunluktaydı. Ülkesi için pek çok cephede savaşmıştı ve en son o düşmanın değil de beyaz afetin Osmanlı ordusunu kırdığı Sarıkamış’ta esir düşmüştü. Yol olduğu kenarında dikilmiş bulunan taşlardan anlaşılan yerde koşuyordu. Akşamdan yağan kar neredeyse diz boyunu aşmıştı. Her adımında biraz daha yaklaştığına inandığı tepelere vardığında kendisini daha güvende hissedeceğini biliyordu. Vücudunun ısınmaya başladığını hissetti geriye dönüp baktığında Aylardır esir bulunduğu Kasaba beyazlar arasında belli belirsiz görünüyordu. Hızını tekrar arttırdı ve bildiği duaları okumaya devam ediyordu.

Semion Efendi, saatine bir kere daha baktı. Geveze Papaz Dimitry, vaazını çoktan bitirmiş kadınlardan oluşan koro ilahilerini söylüyordu. ‘Diğer dinlerin din adamları da konuşmayı bu kadar seviyorlar mı acaba’ diye aklından geçirdi. Süslü kıyafetlerini giymiş çocuklar, sıra aralarında dolanıyor ellerinde salladıkları buhurdanlıklarla içerideki ağır kokulu dingin havayı değiştirmeğe çalışıyorlardı. Tüccar elini cebine attı ve parmaklarının kavradığı bozuklukları arkadan gelen çocuğun taşıdığı tepsiye attı. Dişlek çocuğun gözleri bir anda parıldadı. Çanın çalmasına az bir zaman kalmıştı. Her ne kadar oğluna güvense ve iyi silahlandığını bilse de tedirginliği devam ediyordu. Bir önceki Safaride kaçan Alman Çavuş, neredeyse başarıyordu. Üstelik gençlerden birini hafifçe yaralamıştı. Papaz Efendi, ellerini birleştirip final duasını etmeye başladığında kiliseyi dolduran inananlarda başlarını önlerine eğmiş dualar ediyordu. İşte tam o zaman çanlar çalmaya başladı.

Kasabanın en değerli varlığı sayılabilecek tunç çana, tokmağı vurmaya başladığında altında durdukları kameriyeden ilk fırlayan İlya olmuştu. Önce bahçeyi geçti taze tarları ezerek. Subaylara verilen postallardan bir çift ayağındaydı. Kalın tabanlarıyla geniş izler bırakıyordu zeminde. Ardından diğer dört genç de fırlamıştı. İlya’da son model Mosin tüfeği vardı diğerlerinde ise daha demode tüfekler. Yarım saat önce yola çıkan avın bıraktığı izlerden koşmaya başladılar. Uzun bir süre sonra nefes nefese durduklarında Oleg, boynunda asılı dürbününü aldı. Kısa bir taramadan sonra aradığını bulmuştu.

“Adam esir olduğu halde iyi koşuyor” dedi. İlya, önderliğini kaptırmak istemiyordu, arkadaşının boynundaki dürbünü sertçe aldı. Bir süre yolun ilerisini inceledi.

“Haklısın kardeşim, eğer acele etmezsek tepelere varacak” dedi. Tekrar koşmaya başladılar.

Birkaç saat önce toplandıkları salonda toplanmışlardı ama bu defa sadece erkekler vardı. Uzun konçlu çizmeleriyle Albay Vasili, küçük camlı ahşap pencereye yaklaştı. Attığı her adım salonda yankılanıyordu. Boynunda asılı askeri dürbünü çıkardı yolun ilerisine baktı bir süre. “Avlarına yaklaşan aslanlar gibiler. Farkları sadece savanlarda değil de karlı ovada yol almaları.” Böyle bir cümle dört hafta önce ilk kez kullanıldığında kadınlardan biri safça “Savanlar nedir?” demişti ve kendilerini küçümseyen cevabı almışlardı. O nedenle o soru sorulmuyordu. Vasili, salonda bulunanlara belli etmemeye çalışsa da bu defaki avın daha zorlu olacağı biliyordu.

“Sizce bu beşinci yüzüğü kim getirecek” Oğlunun adının söylenmesini beklediği belliydi. Birkaç kişi ortada kurulan servis masasından ayrılarak ellerindeki kadehlerle pencere önüne gelerek, “İlya” dediler. “Kendisi güçlü ve hızlı” dedi biri. Bir diğeri “babası gibi korkusuz ve atak” dedi. O kadar uzağı seçemeseler de avların zayıf olmaları nedeniyle kazananın belli olduğu bir safariydi. Burada ki soru avın parmağındaki yüzüğü kimin getireceğiydi.

“Belki de benim Oleg’im kazanır ne dersiniz” diğerleri yüzüne olumsuzca bakınca “Yani bir kere kazanmıştı değil mi?” dedi. Bundan cesaret alan demirci de ileri atıldı. “Piyotr’ım da da var. Hem de ilk yüzüğü o kazanmıştı. Kasaba halkının kendilerinden olan birini değil de bir yabancıyı desteklemesine anlam veremiyordu Tüccar Semion. Araya başka biri girdi cılız ve peltek sesiyle,

“Masha adını kimse anmıyor ama benim sıska oğlum da yarışın içerisinde; Masha, dayanıklıdır, ve güçlüdür” dedi. İçeride masa başında oturmaya devam edenlerden biri.

“Bu söylediklerine, sen inanıyor musun?” Kasabanın tek okulunun tek öğretmeniydi konuşan. Belki mesleğinde iyiydi, bilgisi vardı, çocuklarla bağ kurabiliyordu ama buraya geldikten sonra alkole dadanmıştı ve kendi bırakmak istese de artık alkol onu bırakmıyordu. Söylediklerinin hafife alınacağını bilmesine rağmen bende varım demek için konuştuğu belliydi. “Biliyorum ama her yarışın bir sonuncusu olur değil mi?” diyerek sözlerini şakaya vurdu. İşte o zaman beklediği kahkahaları almıştı.

“Peki, ya av kazanırsa” tok sözlerin sahibi belliydi, Yuri Salkov.

“Öyle bir şey mümkün mü?” Albay hiddetlenmişti. “Silahsız, bakımsız bir esir, iyi beslenmiş, güçlü kuvvetli beş genci nasıl yenecek” Yuri, basit bir emir subayıydı işini düzgün yapıyordu yine de komutanını karşısına almayı istemezdi, nasıl olmuştu da böyle bir kanaate varmıştı. “Bilmem” dedi ilgisizce omuzlarını silkerek. “Üstelik yenmesine gerek de yok kaçması yeterli” Diğerleri nerdeyse hep birlikte cevap verdi

“Bu kar çölünü aşamaz” dediler. “Hadi aştı diyelim tepeler, dağlar kurtlarla, ayılarla dolu” dedi bir başkası. Genç subay istediğini elde etmiş diğerlerinin kafalarında soru işareti oluşturmuştu.

Bekir, iyice yorulmuştu. Ardına her baktığında kendisini kovalayanların biraz daha yaklaştıklarını görebiliyordu. Kurtuluş gibi gördüğü tepelere vardı varacak durumdaydı. Dinlense teri soğuyacaktı koşmaya değil yürümeye bile takati kalmamıştı. Üşümeye başlamıştı yola çıktığında hafif esen rüzgâr sertleşmeye başlamıştı. Ellerini kendisine verilen kalın kabanın cebine soktu. Üç kısa ve kalın çubuk sevinmesine neden oldu. Sert ağaçtan yontulmuş ve bir karış uzunluğu olan üç ağaç kama vardı. Arkadaşları uzaktan da olsa kendisine yardım ediyordu. Nefes alış verişini biraz olsun düzenlenmesi için yürümeye başladı.

Birkaç adım atmamıştı ki başının üzerinden geçen bir mermi kararını tekrar gözden geçirmesine sebep oldu. İkinci mermi sesini duyunca ayaklarına can geldi tekrar koşmaya başladı. Birkaç dakika sürmemişti ki yolun tepeleri tırmanmaya başladığı yere varmıştı. Çevresini saran ıssız kar ovası, tepelerle birlikte düzgün ağaçların oluşturduğu ormana dönüşmeye başlamıştı. Şaşırmaktan, kaybolmaktan korktu, Allahtan yolu belli eden aralıklı dizilmiş taşlar hâlâ görülebiliyordu. Hiç olmazsa yolda olduğunu düşündü.

Yaklaşık beş yüz metre gittikten sonra izlediği yol bitivermişti. Önünde duvar gibi yüksek bir kaya belirdi. Ama biraz daha ilerleyince yolun sağa döndüğünü fark etti. İşte burada bir şaşırtma yapabilirdi. Ama daha da yaklaşınca dar da olsa başka bir yolun sola, güneye devam ettiğini gördü. İşte o an yarım saat kadar önce kulağına fısıldanan kelime geldi. “Güneye git” Bunu Albayın özel uşağı olarak yanlarından ayrılan ve daha iyi koşullarda yaşayan Avusturyalı esir söylemişti. Bir saniye durdu, geriye geldiği yola baktı, yürüdüğü yerde bıraktığı izler nereye gittiğini açıkça belli ediyordu. Önce buna bir çare bulmalıydı. Yolu dümdüz kesen kayalara baktı. Neredeyse dimdik uzanıyorlardı metrelerce. Elleri donmak üzereydi ve tırmanması mümkün değildi. Avusturyalı esire güvenip sola güneye dönmesi gerektiğini biliyordu. Ama önde olduğu beş on dakikayı iyi değerlendirmeliydi. Bir süre kuzeye dönüp ana yolu izledi. Belki kayaların tırmanmaya izin verebileceği bir yer bulurdu. Koşar adım yüz metre gittikten sonra aradığı yeri bulduğunu düşündü Kayalara yakın bir ağaca tırmandı. Alt dallardan birinin üzerinde sürünerek hemen yanındaki dala ve tabii diğer ağaca geçti. Yoldan içeriye varmıştı. Dalların üzerinde gidebildiği kadar gittikten sonra tekrar yere atladı ve geldiği yöne doğru koşmaya başladı. Geniş bir yay çizip yolun kenarına vardığında iyice sindi kocaman bir ağacın arkasına. Çok beklemesine gerek kalmadan bağrışarak ve küfürler ederek gençler gözüktü.

Geçip gitmelerini bekledi onlar uzaklaşınca yola çıkmak üzereydi ki geriden gelen birinin daha olduğunu gördü. Bu diğerlerinden daha ufak tefek biriydi ve kolay lokma gibi görünüyordu. Risk alarak saklandığı yerden ileriye yolun karşısına bir kartopu attı. Dalların üzerindeki kar yığınları gürültüyle boşalınca delikanlı durmak zorunda kalmıştı. “İlya” diye seslendi gidenlerin arkasından ama sesi korkudan o kadar zayıf çıkmıştı ki Bekir bile duymadı. Delikanlı omzundaki tüfeği eline aldı, ağır adımlarla sesin oluştuğu yöne yürümeye başladığında arkadaşlarını çağırmaya devam ediyordu “İlya… Oleg…” O an kararını verip genç adamın üzerine çullandı. Harp görmüş birinin yapacağı gibi ilk işi ağzını kapatmak olmuştu. Cebinde bulduğu sivriltilmiş dallardan birini baldırına batırdı. Amaç sadece saf dışı etmekti. Delikanlı belki korkudan belki de acıdan bayıldı. Çocuğu sürükleyerek yolun yanına çekti. Tüfeğini ve bıçağını alarak yolun ötesine araziye daldı, Sarıkamış’tan bildiği basit ama sağlam Rus tüfeklerinden biriydi kabzasını kavradığı. Şimdi daha hızlı hareket etmesi gerekiyordu.

Karların arasında alçak dallara çarpmamak için eğilerek bir süre koştu. Karların gizlediği çukurlara düşmesine rağmen hemen toparlanıp ilerlemeye devam ediyordu. Ne kadar ileri gittiğini bilmiyordu ama geriden bağırışlar ve küfürler gelmeye başlayınca gurubun geri döndüğünü anlamıştı. Biraz yukarı biraz ileri koşmaya devam etti. Yol gibi görünen patikayı bulması gerekiyordu. Birkaç el silah sesi duydu belli ki kendisini korkutmak için havaya sıkıyorlardı. Hızını arttırdı.

İlya, öfkesinden kudurmuştu “Piyotr, nasıl oldu bu iş. Üstelik senin bir yüzüğünde var. Bu pısırığın yerinde olması gerekiyordu” dedi diğerlerine. Pısırık sözünün hedefi olan delikanlı “Ben katılmak istemiyordum, babamın ısrar ettiğini biliyorsun” konuşan Masha’ydı.

“Asıl soru şimdi ne yapacağız” soru Oleg’den gelmişti. Diğer gençlerden az konuşan ama yaşı diğerlerinden daha büyük olan Vladimir “Bu yarayla ölmez, sendeleye sendeleye kasabaya geri dönsün” dedi. Mantıklı bir düşünceydi.

“Bu adam Piyotr’ı öldürmek isteseydi rahatlıkla öldürebilirdi o nedenle baldırına sapladı bu dalı” Masha, zincirin zayıf ve sevilmeyen halkasıydı ama söyledikleri yerindeydi. “Bak hâlâ konuşuyor, keşke o dalı Piyotr yerine senin bir yerine soksaymış” dedi İlya. Az önce konuşan adam sözlerine devam etti, “Hem diğerleri burada neler olduğunu bilir” İlya, az önce ateşlediği silahını tekrar omzuna astı. “Tamam öyle yapalım, Piyotr, sen kaleye dön ve durumu anlat.” Bir süre düşündü ve sözlerine devam etti “Şimdi işler değişti, kan döküldüğü zaman esir almanın olmayacağını biliyorsunuz” dedi. Dört genç, hızla izlerin gittiği yöne koşmaya başladılar.

Esir, uzun bir süre dosdoğru yol aldı. Ama dakikalar geçtikçe hem yol dikleşiyordu hem de gri bulutlar, yerlerini daha koyu gri bulutlara bırakıyorlardı. “Uşak’ın neden bu yöne gitmesi gerektiğini söylediğini düşünüyordu. Eğer bir aldatmacaysa ne yapacaktı. Hoş bu saatten sonra yapabileceği bir şey yoktu. Hızını düşürmemeye çalışarak yoluna devam etti. Bu arada yer yer ağaçların arasından kasabayı görebiliyordu ve iyice solunda kalmaya başlamıştı kasaba. Durdu çevreyi dinledi. İz peşindekilerin sesleri duyulmaya başlamıştı. Demek ki yaklaşıyorlardı o zaman taktik değiştirmeliydi ne de olsa artık silahı vardı. Ağaçların hafif aralandığı bir yerde alçak dallı ve iri gövdeli bir ağaca tırmandı ve gövdeyi siper edip beklemeye başladı.

Üç dakika geçmemişti ki hoyratça ilerleyen gençleri gördü. “Dur” dedi ama anlamayacaklarını düşündüğü için “Ostanav” dedi. Ne de olsa Esir kampını bekleyen askerlerin en çok kullandığı kelimeydi. Tabii gençler durmadılar. Tüfeğini doğrultu ve ateşledi. Mermi önde yürüyen gencin ayaklarını dibine saplandı. “Şakam yok geri dönün” dedi ama kendisini anlamayacaklarını biliyordu. Tahmin ettiği gibi dört kişiydiler, yaraladığı çocuk geri dönmüş olmalıydı. Cevap yaylım ateşi olarak geldi. ‘İyi ki bu geniş gövdeli ağacı seçmişim’ diye düşündü. Bir süre parmağını bile oynatmadan bekledi. Sağdan soldan gelebileceklerini biliyordu, göz ucuyla baktığında birinin kendisini hafife alarak belki de cesaretine fazla güvenerek soldan yaklaşmaya çalıştığını fark etti. “Nefer Bekir’in keskin nişancı olduğunu size söylemediler her halde” dedi ve çekti tetiği. Merminin uçtuğu yönde acı bir bağırış koptu. Yine insaflı davranmış hasmını bacağından vurmuştu. Tekrar mermiler yağmaya başladı ve bu fırtınanın da geçmesi için bir süre daha beklemesi gerekiyordu.

Tüfeklerini doldurmak için olsa gerek bir süre sessizlik oldu. Hafif bir gevşeme yaşadı ve durumu anlamak için ağacın korumasından dışarı eğildi. İşte o an sol omzunda bir acı hissetti. Yere atladı canının yanmasına aldırmadan. On metre ilerisinde biri ile göz göze geldiler. Genç adam tüfeğini doğrultmaya çalışırken sol omzuna saplanan kısa bıçağın verdiği acıyla yere yığıldı. “İki kaldı” dedi. Nefer Bekir’in fırlattığı bıçak hedefini bulmuştu. Tekrar koşmaya başladı. İşte o zaman lapa lapa yağan karları fark etti. O avcılarıyla vuruşurken kar beyaz örtüsünü tekrar sermeye başlamıştı. Yönünü iyice yükselmeye başlayan tepeye çevirdi. Yukarda olmanın avantajı hoşuna gitmişti.

İlya, iki arkadaşını daha kaybetmişti. Diğerlerine söylemese de bu adamın öldürmek istemediğine inanmıştı. Önce Piyotr’ı baldırından vurmuştu. Sonra Vladimir’i tüfeğiyle diz kapağının üzerinden yaralamıştı. Muhtemelen değneksiz yürüyemeyecekti. Birde Masha’ya attığı bıçak pısırığın sağ omzuna saplanmıştı. Geniş gövdeli bir meşe ağacını siper alarak çömeldiler. “Masha, Vladimir’e destek ol ve geri dönün” dedi. Kendisini her zaman bir doğal lider gibi görüyordu ama bu defa sanki askerine emir veren mareşaldi.

“Olmaz hep beraber dönelim” dedi Vladimir. Bu adam bir yere kaçamaz. Karda başladı, yarın donmuş cesedini bulurlar” dedi. Söyledikleri mantıklıydı. Ama o cevap vermek yerine esirlerine tüfeğini kaptıran arkadaşının adını öfkeyle haykırdı, “PYOTR” Eğer o güvendiği arkadaşı tüfeğini ve bıçağını kaptırmamış olsaydı bütün bunlar olmayacaktı. Sağlam olarak iki kişi kalmışlardı ve dönme fikrine yakındı. Ama pısırık Masha, “Adamı yaraladım. O nedenle beni vurdu” dedi. “Muhtemelen kan kaybediyordur” Vlademir, acı içerisinde olduğunu belli eden sesle,

“İşte bu geri dönmemiz için bir neden daha. Bırakalım kan kaybından ölsün.”

“Ve sende buna zafer diyeceksin değil mi? Esirlerin olduğu evin önünden geçerken alay konusu olacağını biliyorsun değil mi?” İlya ile Oleg arasındaki rekabet tekrar su yüzüne çıkmaya başlamıştı.

“Ben tüfeğimi düşmana kaptırmadım ve yaralanmadım ki” dedi İlya. Oleg,

“O Piçin leşini ayaklarından sürüyerek esirler evinin bahçesine atacağım” dedi. “Vladimir, sen yavaş yavaş dön. Gece olmadan kasabaya varırsın” dedi. Genç adam bir dizine baktı bir ağaçların arasında hayal meyal görünen kasabasına baktı. Arkadaşlarının karların arasından bulup çıkardığı kalın bir dala tutunarak gerisini geriye yol almaya başladı. Oleg, pısırık dedikleri Masha’ya dönerek “Sen devam edebilecek misin?” diye sordu.

“Bıçak yarası çabuk iyileşir, benim için endişelenme” dedi delikanlı gururlu bir sesle. Ve ileriye az önce adamın ateş açtığı yöne doğru yürümeye başladılar.

Piyotr, yolu yarılamamıştı ki karşıdan tırıs yürüyüşle gelen atlıları görünce rahatladı. Başlarında Yuri Salkov vardı. Babasının söylediğine göre koca kasabada aklı başında olan tek kişiydi bu subay. Atlılar genç adamı yanına vardığında durdu.

“Bunu O mu yaptı” dedi Yuri Salkov. Sarı saçlı zayıf delikanlı kafasını salladı.

“Neyle” dediğinde de aldığı cevaba şaşırmıştı genç komutan “bir sivri dalla” dedi. Demek başına geleceği bildiği için hazırlıklarını yapmıştı. Önde olan subay geriden gelen sivillere dönerek “biriniz bu çocuğu alıp kasabaya dönsün ve hemen tedavisine başlansın.” Göründüğü kadarıyla yarası ağır değildi ama soğukta canının çok yandığını düşünüyordu. “Komutan bir şey daha var” dedi. Sesi oldukça tedirgindi ve söyleyeceklerini nasıl olsa duyacakları için askerlerin şimdiden bilmelerinin faydasına inanıyordu. “Av, benim tüfeğimi ve bıçağımı aldı” dedi. Emir subayının yüzündeki çizgiler derinleşti. İş çok daha tehlikeli bir hal almıştı. Kısa bir sessizlikten sonra gurubun içerisinde olan adamlardan biri atından indi, genç yaralıyı atına bindirdi geriye Kasabaya doğru yol almaya başladılar.

Yuri Solkov, en başından beri bu safari oyununa karşıydı ama kötü şöhreti kendisinden önce gelen Albaya doğrudan karşı çıkmak istememişti. Bir gün ciddi birine rastlayacakları belliydi. O zaman bu gençlerin yetersiz olduğunu anlayacaklardı ve o gün bu gündü. Tepelerden gelen silah sesleri haklılığını bir kere daha göstermişti. Atını dörtnala sürmeye başladı “Allah verede geç kalmasak bari” dedi askerlerine.

Aralarındaki yaralıya rağmen kendisini takip etmelerine bir mana veremiyordu. Şimdi bu ağacın üzerinden baktığında her biri hedefti. Üstelik hepsine yetecek kadar cephanesinde vardı. Bir an üçünü de vurmayı aklından geçirdi ama bu kendisini doğrudan doğruya katil yapardı. Şimdiye kadar yaptıkları kendini korumaktı ve ölümcül yaralar açmamıştı. O ara gençler durmuşlar enikonu tartışıyorlardı. Bu birkaç ayda öğrendiği Rusçayla neler konuştuklarını anlamıyordu, ana konunun tamam mı devam mı olduğunu tahmin ediyordu. Birden ortalığı inleten kükreme düşüncelerinden sıyrılmasına neden oldu. Korkuyla çevresine bakındığında ortada duran üç gence doğru hızla koşan boz kütleyi gördü. Allahtan çocuklarda kendilerine koşarak gelen kâbusu görmüşlerdi. Üçü de can havliyle koşmaya başladılar. Adam ağacın üzerinden tüfeğini doğrulttu ama bu uzaklıktan vurabilirdi ama yaralayamazdı. Hızla yere atladı. Göz göre göre üç acemiyi orada öylece bırakamazdı. Nereden akıl ettilerse üçü ayrı yönlere koşmaya başladı ve ayı, içgüdüsel olarak yaralı gencin peşine düşmüştü.

“Bu yana koş” diye bağırdı gence. Çocuk onu görünce gülümsemiş miydi yoksa Nefer Bekir’e öyle mi gelmişti anlamadı ama geniş bir daire çizerek ağaçların arasından az önce av diye peşinden gittikleri kişiye doğru koşmaya başladı. Aralarında otuz metre vardı. Adam ayağa dikildi sağlam bir duruşla nişan aldı. Hedefinin yaklaşması iyiydi ama önde koşan delikanlı hedefiyle arasında büyük bir engeldi. “YAT” diye bağırdı ama çocuk kendisine doğru koşmaya devam ediyordu. Birden aklına her gece yatmadan önce duyduğu sözcük geldi “LECH” dedi. Genç avcı durumu anlamıştı ve kendisini sağ yana karların içerisine bıraktı. O an tüfek patladı ağır kütle sendeledi. Ardından bir patlama daha duyuldu. Hayvan bir iki adım daha atabildi ve yuvarlandı. İlk mermi ayının gözünü parçalamıştı, diğeri boynuna saplanmıştı. Kısa bir debelenmeden sonra hareketsiz kaldı. İşini sağlama almak için bir tane de yerde yatan iri bedenin kalbinin olduğunu düşündüğü yere sıktı.

Masha, Nefer Bekir’in elini tuttu. Onun yardımıyla yerinden doğruldu. Eliyle ilerisini gösterdi ve tane tane “üç kilometre sonra Çin sınırına varacaksın, oradan da memleketine gidersin” dedi. Söylediklerinin ne kadarını anladığını bilmiyordu ama içinden gelen sese ve kendisinin dürüstlüğüne inanacağını biliyordu. “Çin…”dedi tekrar tekrar “Çin…Çin…” Az öncesine kadar avı olan ama artık kurtarıcısı bellediği adam, serçe parmağındaki yüzüğü çıkardı ve Masha’nın avucuna bıraktı. Arkadaşlarının pısırık diye alay ettikleri gencin öz güveni yerine gelmişti. Uzaktan arkadaşlarının gelişini duyduğunda eliyle gideceği yönü göstererek, “Davay… Davay” dedi. Nefer Bekir, ağaçların arasına kaybolmuştu ki iki arkadaşı geldi önce, Bir yerde yatan koca gövdeli ayı leşine baktılar bir de dimdik duran arkadaşlarına. Oleg, yerinde duramıyor kah arkadaşını kucaklıyordu kah yanaklarını öpüyordu. Bir dakika sonra da Kasabadan gelen birlik de yanlarındaydı.

Bekir, bir süre uzaktan izledi kalabalığı. ‘Hiçbir insanoğlu kendisine yapılan iyiliği inkâr edecek kadar nankör değildir’ diye aklından geçirdi. Delikanlı, parmaklarının ucundaki yüzüğü arkadaşlarına gururla gösteriyordu. Birkaç dakikalık oyalanmadan sonra Kasabalılar dönüş yolunu tuttular. Emir Subayı Yuri, geride durdu, çevresine bakındı bir süre. Bir ara ağaçların birinin üzerinde bir gölge görür gibi olduğunda, elini dostça kaldırarak selam verdi. Subayın yüzündeki takdir eden gülümsemeyi gördüğüne emindi, Bekir. Burada bu topraklarda işi bitmişti, gösterilen yöne yürümeye başladı. Karanlık çökmek üzereyken vardığı Çin sınır karakolunda, kendisini umduğundan daha sıcak karşılamışlardı. Kaçabilmişti ama memleketine kadar çok uzun yolu olduğunu biliyordu. Ve yine biliyordu ki kendisini oradan kurtaran Yüce Tanrı köyüne varmayı da nasip edecekti.

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.