Soğuk rüzgâr, buğday tenli adamın yüzünü jilet gibi kesmişti. Koyu teni, soğukla beyaza çalarken ayak parmaklarını her geçen dakika daha az hissediyordu. Adam, arkasına son kez bakıp yürüdüğü yolun mesafesini kestirmeye çalıştı. Ancak kar fırtınası o kadar şiddetliydi ki, görüş mesafesi birkaç adım öteden fazla değildi. Ne kadar yürüdüğünü anlaması mümkün değildi. Çevrede tek güvenli sığınak olarak gördüğü o taş evin kapısına kadar gitmek zorunda kalmıştı. Evin kapısını güçlükle iterek içeri girdi. Uğuldayan rüzgârın sesi kapanan kapıyla birlikte aniden kesildi. İçeride derin bir sessizlik ve küf kokusu hâkimdi.
Duvarda yankılanan adımlarının yankısı kulağına çalınan ıssızlığın nişanesiydi. Ayağının altındaki ahşap zeminden çıkan gıcırtılar da bu sessizliği yarıp geçen başka bir ses dalgasıydı. Bir odadan diğerine geçerken perdeler, rüzgârın hışmını hissettirmeden hafifçe salınıyordu. Evin içindeki soğuk, dışarıdaki kar fırtınasından daha derin hissediliyordu.
“Merhaba! Kimse var mı?” diye seslendi genç adam, ama sadece kendi yankısı cevap verdi ona. Evin tozlu atmosferi nefesini kesen büyük gibi bir ağırlık gibi çökmüştü üstüne. Evin odalarındaki eşyaları karıştırırken bir yandan da elini duvarlardaki ahşap kaplamalara sürterek ısınmaya çalışıyordu. Ancak içerisi, sanki zamanın bir yerinde donup kalmış gibiydi. Mobilyaların üzerinde biriken toz, eve yıllardır insan elinin değmediği gerçeğini haykırıyordu.
Oda oda dolaşırken, her kapının ardında bulduğu boşluğa seslendi. “Kimse var mı? Hey?” diye sormasına rağmen, sadece kendi sesi geri dönüyordu ona. Derken, odalardan birinde kocaman bir şömine gözüne çarptı. “İşte burada ısınırım,” diye düşündü. Ancak ne yazık ki, odada hiç odun yoktu. Soğuktan titreyen bedeniyle çevreyi araştırarak, bir umutla yakacak bir şeyler bulmaya çalıştı, ama nafile. Sonunda, umutsuzca evin bodrum katına indi. Yarı karanlık ve rutubet kokan bu alanda gözleri, eski ve büyük bir sandığı fark etti. Sandığın kapağını kaldırdığında, gördüğü manzara karşısında donakaldı.
İçinde, birbiri üstüne istiflenmiş yirmi bir adet küçük tabut vardı. Her biri, oyma işçiliğiyle süslü, insan suretindeydi. Gözleri açılıp kapanabiliyordu ve üzerlerindeki diğer oymalar, özel bir tören için hazırlanmış gibi duruyorlardı.
* * *
Adam, şöminenin bulunduğu geniş salona taşıdığı küçük tabutları itinayla yan yana ve üst üste yerleştirdi. Gözleri, tel çivilerle çivilenmiş her bir tabutun kapısını açma arzusuyla parlıyordu. Çantasından çıkardığı bıçağı sert bir şekilde eline aldığı bir tabutun kapak aralığına soktu. Hafif bir itme gücüyle kapağını açtı. İçinden yetişkin insan biçiminde küçük ahşap bebek oyunlar çıktı.
Her bir bebek, titizlikle ahşaptan oyulmuş ve pamuk elbiselerle giydirilmişti. Bir cenaze merasiminde giyilebilecek tarzda minik kıyafetlerdi bunlar. İçlerinde küçük birer hayat saklıydı sanki. Adam, bebekleri dikkatlice incelediğinde, her birinin yüzündeki ifadede dikkat çekici bir ürpertici gerçeklik buldu. Korku ve çaresizlik dolu bakışlar, ona sanki bu minyatür varlıkların içinde gerçek bir yaşamın yansıması olduğunu hissettiriyordu.
Zaman ilerledikçe ev daha da soğuğa kesti. Büyük sandığın parçalarını bitirince küçük tabutları yakma kararı aldı genç adam. İlk tabutu şömine ateşine attığında, odanın içinde garip bir enerji dolaşmaya başladı. Birden, tabutların içindeki minyatür insan figürleri canlanmaya başladı.
Adam, şaşkınlık içinde olan biteni izledi. Küçük bebekler, birer birer tabutlarından fırlayarak odanın içinde dönüp dolaşmaya ve bir araya toplanmaya başladılar. Çevrelerinde alevden haleler oluşuyor, küçük gözlerinde alev kızılı birer parıltı peyda oluyordu. Kıyafetlerinden sıçrayan kıvılcımlar, etraflarında tuhaf bir alev halesi meydana getiriyordu. Birden, odanın içinde gizemli bir melodi duyulmaya başladı. Küçük bebeklerin bu tuhaf ve korkunç melodi ile ahenkle dans etmesi meydana gelen bu meşum olaya daha da korkunç bir hava katıyordu. O an genç adam, adeta büyüsel bir ritüele tanık olmuş gibiydi. Çaresizce geri çekildi, izlemekten başka bir şey yapamadı.
Melodi gittikçe yoğunlaştıkça, odanın içindeki sıcaklık da rahatsız edici bir şekilde arttı. Alevler, bebeklerin etrafında daha da yükselirken, dansları da hız kazandı. Küçük gözlerden yansıyan ışıklar, odanın içine gizemli bir kızıl aydınlık yaydı. Birden, müzik ve dans durdu. Bebekler kendilerini izleyen adama öfkeli alevden gözlerle bakarak üzerine doğru koşmaya başladılar. Meşum taş evin içinde cehennemi bir koşuşturmaca başlamak üzereydi.
* * *
Genç adamın kaçışı, taş dubleks evin içinde lanetli bir labirentte kaybolan Minotor kurbanlarının nafile koşuşturmalarına benziyordu. Her odada, her koridorda maruz kaldığı kızıl öfke, onu cehennem katmanlarında lanetli bir ebedi ıstıraba gark ediyordu. Ne zaman pencereden dışarı atlayıp kaçmaya çalışsa ya da kapıdan çıkmaya gayret etse, bir anda kendini tekrar evin içinde buluyordu.
Kovalamaca, genç adamın nefesini iyiden iyiye kesmişti. Her adımında, onlara teslim olmamak için kendine yeni baştan cesaret vermeye çalışıyordu. Fakat zaman geçtikçe bir çıkış yolu bulma umudunu kaybetmişti. Banyolardan birinde eski ve kırık bir su kovası bulduğunda aklına son bir çare geldi. Bu basit nesne, belki de ona yardımcı olabilecek yegâne şeydi.
Genç adam, kovayı hızla doldurup peşini bir türlü bırakmayan kötü ruhların nüfuz ettiği alevden bebeklerin üzerine serpmeye başladı. Kovayı üzerlerine her boca edişinde içlerinden birkaçı cızırtılarla yere yığıldı. Alevleri sönen bebekler, yerde hareketsiz duruyordu bir süre. Bu anlar da genç adamın yüzünde bir anlık zafer ifadesi yaratıyordu. Ancak zaferin tadı pek uzun sürmüyordu. Diğer bebekler, sönen arkadaşlarını kendi alevleriyle yeniden harlıyor ve kısa bir süre içinde tekrar ayaklananlarla birlikte genç adamı takip etmeye devam ediyorlardı.
Genç adamın çabaları boşunaydı. Bunu idrak etmesi çok uzun sürmemişti. Evin içindeki korkunç kovalamaca kaldığı yerden devam etti. Genç adam, hem fiziksel hem de zihinsel olarak tükenmiş hissediyordu kendini. Ancak içsel bir güçle donanan yüreği, pes etmeye niyetli olduğu an devreye girip ona mâni oluyordu. Bununla birlikte alevden bebekler, peşini bırakmaya hiç niyetli değillerdi. Genç adam bir çıkış yolu bulana kadar –bunun nasıl olacağına dair en ufak bir fikri yoktu- bu tuhaf evdeki kâbusun devam edeceğini biliyordu.
* * *
Genç adam, giriş kattaki şömine odasına dönmüştü yeniden. Artık koşmaya ve kaçmaya hiç mecali yoktu. Alevden bebekler de tüm çevresini sarmış ve üzerine doğru yavaş adımlarla yürüyorlardı. Çehrelerindeki alevler, önce hafiften bir titriyor ve sonra büyüyerek daha da kızıl bir renk alıyordu. Genç adam, yine kaçmaya çalışsa da, bu sefer oyuncaklar daha hızlı ve acımasızdı. Hiç aman vermeden kaçmaya çalıştığı köşeyi tutarak onu geri püskürtüyorlardı. Artık kaçmaktan tamamen ümidini kesip yere uzandığında etrafını sarıp ateş halkası oluşturarak bir Baphomet figürünü andıran büyük bir alev çemberi çizdiler.
Genç adam, etrafındaki alevlerle sarılırken, çaresizce çığlıklar atıp haykırdı. Alevler, adeta bir fırına atılmış gibi etrafını sardı. Bedeni, baştan aşağı yanmaya ve erimeye başladı. Genç adamın çığlıkları, taş dubleks evin içinde yankılanarak evdeki tüm sükuneti paramparça etti.
Şömineli odadaki alev çemberi, etrafındaki her şeyi yutarak genç adamın bedenini bir kül yığınına dönüştürdü. Bebekler, tekrar minyatür tabutlarına dönerken sessizlik yeniden bu meşum taş evde hâkim oldu. Ancak bu sessizlik, artık bir hayaletin ardında bıraktığı gri küllerden bir toz tabakasıyla puslu bir görünüm arz ediyordu. Genç adamdan geriye birkaç kemik ve kafatası kalmıştı. Zemindeki Baphomet şekli de yavaşça silinip gitti, ardında hiçbir iz bırakmadan kayboldu.
Alevden bebeklerin korkunç çehreleri de bir süre sonra eski hallerine döndü. Minyatür tabutlarına geri girip lanetli edebi uykularına kaldıkları yerden devam ettiler. Tabutları şöminede yanan iki bebek ise şöminenin karşısındaki kanepeye kuruldular ve hareketsiz bir hâlde lain uykularına döndüler.
Kanepeye oturmuş, cansız bir nesne halini almış gibi duran bu ikisi, odanın içinde melun bir ritüelin sessiz bekçileri gibiydiler. Gözleri, hâlâ korkunç bir parlaklıkla yanarken genç adamın sureti bu minik parlaklıkların içinde son kez göründü. Biraz sonra bu gözler de kuvvetli bir rüzgârda sönen iki cılız yalım gibi sönüp karanlığa büründüler.
O an, taş dubleks evdeki lanetin yeni bir kurban bulunana kadar son bulduğu sessizliğin ilk birkaç dakikasıydı. Ancak bu sessizlik, içsel bir sükûneti değil, daha derin ve karanlık bir sesin yankılarını taşıyordu. Bu yankılar da korkunç ve melun bir hikâyenin paragraflarını oluşturan cümleler yığınıydı. Gerisi ise yeni bir kurbana nazır lanetli bebeklerin istirahatiydi. Tabutlarında öyle sükûn içinde yatıyorlardı ki biraz evvel bir canı alıp bu dünyadan götüren sanki onlar değildi. Evdeki her şey yerli yerindeydi yeniden. Sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi.
- Konak - 1 Temmuz 2024
- Alevden Bebekler - 1 Şubat 2024
- Cânâver-i Bî-Rûh - 18 Eylül 2023
Merhabalar.
Hikayenin başlangıç sekansında yer alan “bir yerlere sığınma hissi” güzel bir giriş eşiği yaratmış. Hikaye oldukça akıcı ve yüksek tempolu. Sonunda ne olacağını hissediyorsunuz, ama kendini de okutuyor. Bu ilginç bir denklem.
Eleştireceğim iki nokta bulunmakta. İlki tabut sahiplerine ilişkin. Onlar neden bu lanetin parçası? Bebek olmaları mı yoksa 12 adet olmaları mı bir referans? Veya bu sayının bir anlamı var mı? Öyküde metinler arası bir boyut varsa ve bunu kaçırmışsam affola.
Diğeri ise name dropping noktasında. Keşke minator ve bafomet isimlerini doğrudan geçirmeseydiniz. Bunun yerine dolaylı bir metinlerarasılık, öyküye daha fazla yakışırdı.