Öykü

Tılsımlı Madalyonun Sırrı

Tılsımlı Madalyonun Sırrı

Sofia, ilk ruhsal celselere başladığında yirmili yaşlarındaydı. Ailesinin soyu köklüydü, kendisi de görgülü, asil, mektepli bir Rum kızıydı. Fakat bu durumuna tezatlık yaratan asi bir enerjiye sahipti. Genç kızlığında meyve toplamak için ağaçların en tepesine çıkar, minyon yapısına rağmen bir dakika bile yerinde duramazdı. Bu aceleciliği ona ilerde pahalıya patlamıştı. Yüksekten düşüp kafasını çarptığı için bir hafta komada kaldı. Uyandığında ise diğer alemlerin varlıklarını görebildiğini iddia etmişti. Başta ona kimse inanmadı. Fakat gaipten haber aldığı sırları ortaya çıkarınca, hazinelerin saklandığı yerleri gösterince ve faili meçhul olayları ulu orta anlatınca, işler çığırından çıkmaya başladı. Bergama’daki evinin önünde sürüsüne bereket bir kalabalık, gelecekleri hakkında bilgi alabilmek için birbirlerini eziyor, kavga ediyorlardı. Sofia’nın annesi hepsini aylarca kovalayıp defettikten sonra kızının sokağa çıkmasına izin verdi. On dokuzuna bastığında kendisi gibi iyi tahsilli bir beyefendiyle evlendi. Aralarındaki, aşktan ziyade iş arkadaşlığı gibi bir şeydi. Sofia kazadan sonra elde ettiği yetenekleri, aile evinde kullanamıyordu. Eşi doktor olmasının avantajı ve doğaüstü konulara ilgi duyması sebebiyle genç kadını araştırmak istiyordu.

Sofia’nın durumu ile ilgili yabancı dillerde yazılmış kitapları, makaleleri okuyup, ona anlatıyor. Kendisini ruhlara nasıl kanalize etmesi gerektiğinden bahsediyordu. Öncelikle yuvarlak geniş bir masanın üzerine mor ve beyaz renklerde saten bir örtü serdi. Üzerine renkli mumları dizdi. Masa ve sandalyelerin denk geldiği zemine koruyucu sembolleri çizdi. Genç kadının oturduğu sandalyenin tam karşısına siyaha boyanmış bir ayna yerleştirdi. Mumları yaktığında, yakın zamanda vefat eden akrabalarından birinin kolyesini avucuna yerleştirip, nefesine konsantre olmasını istedi. Sofia doktorun talimatlarına birebir uydu. Biraz sonrasında ensesinde hissettiği soğuk nefes ile irkildi. Göz bebeklerinin irileştiğini ve titrediğini gören doktor, genç kızın masada narince duran eline dokundu. “Söylesene, ne görüyorsun?” Sofia çenesini güçlükle oynatmıştı “O burada! Aynanın içinden bize el sallıyor. Ölüler aleminin soğukluğunu tüm vücudumda hissedebiliyorum. Bize arka bahçesinde gömülü bir sandığın olduğunu gösteriyor. Onu çıkarırsak bizim için daha fazlasını yapacakmış.” dedi.

Doktor sakince “Ne gibi?” diye sordu fakat odanın içerisinde oluşan rüzgârdan saçları uçuşan Sofia’nın kafası öne düştü. Vecd halinden kurtulmuş, ilk celsesi başarılı geçmişti. Doktorun büyük annesinin evine gidip, bir gece yarısı hırsız veya azılı suçlular gibi arka bahçesini kazması gerekiyordu. Birkaç gün içinde elinde bir sandıkla ve çamurlu çizmeleriyle eve girmişti. Sofia “Bey, bu ne hal?” diye sormuştu hayretle. “Büyük annemin gömüsü. Bu sandıkta işimize yarayacağını söylediği şeyler varmış. Açalım bakalım” dedi. Merak ve heyecandan sabırsızlanıyordu ikisi de. Sandığı açtıklarında deri kaplamalı, üzerine yaldızlarla işlenmiş antik şekiller bulunan, bir düzine ezoterizm ve okültizm ile ilgili kitaplar çıktı. Ayrıca asaya sarılmış yılan sembolü olan, yeşil taşlı bir madalyon da buldular.

Sofia “Sanırım senin ailen pek hevesliymiş böyle lanetli işlerle uğraşmaya. Ya tehlikeli ise? Bunu hiç düşündün mü?” dedi kaşlarını çatarak.

Doktor “Merak etme. Önlemimizi aldıktan sonra herhangi bir sorun yaşamayız.” diye kestirip attı. Genç kadın kitapları incelerken tırnaklarını kemiriyordu. ‘Cinlere, ruhlara ve iblislere hükmetmek için büyüler, ritüeller, negatif güçleri kendine çekerek insanların başına bela getirmeler ve daha niceleri’ vardı bu sayfalarda. “Ben bu uğursuz işlerle uğraşamam. Seni bilmem ama öte alemin varlıkları ile savaşamam. Ya eve dadanırlarsa?” Doktor her zamanki sakinliğinde kafasını sallayıp “Bir şey olmaz” dedi.

Sofia tüm o eşyalara bakmaya bile dayanamıyordu. Bu sebeple hepsini bodrumdaki kilere kaldırmıştı. Eşi aynı günün akşamı üniversiteden arkadaşlarını çağırmıştı. Kim bilir genç kadını nasıl –akıllarınca- ortamın maskarası ilan edip eğleneceklerdi. Ne de olsa kapısında yazan unvan “Müneccim” idi. Sofia, çoğunlukla sevdiklerine veda etme şansı bulamayanlara yardım ederdi. Hazine ve para peşindekileri de ıssız ve tehlikeli yerlere sürerdi. Kendisi bu işi para için yapmasa da kocasının, kapı girişine iliştirdiği bağış kutusu her gün dolup taşardı. Akşam olduğunda sosyete için eğlence başlamıştı. Herkesin elinde bir şarap kadehi Sofia’yı izliyorlardı. İçlerinden biri “Ey ruh geldiysen üç kere tıklat” deyip kahkahalar attı. Bazıları onu susturmaya çalışsa da, Sofia neden orada bulunduklarını iyi biliyordu.

Yerinden kalkıp kilerdeki büyü kitaplarını aldı ve madalyonu boynuna taktı. “Şimdi görürsünüz dünyanın kaç bucak olduğunu” dedi öfkeyle. İçindeki hiddet kolyeyi besliyordu. Odaya geri döndüğünde masasına oturarak, önündeki siyah aynaya verdi tüm dikkatini. Bir yandan elindeki kitaptan afsunlu antik sözcükleri sesli bir şekilde okuyor, bir yandan parmağı ile havaya semboller çiziyordu. Bu gösteri, ortamın daha da şenlenmesine yol açmıştı. Herkes Sofia’ya odaklanmış, bazıları endişeyle, bazıları da gülerek izliyordu. Genç kadın işini bitirdiğinde enerjisi tükenmişti. Oda buz gibiydi. Şöminedeki ateşi beslemek için ne kadar odun atarlarsa atsınlar bir türlü ısınamıyorlardı. Sofia ile dalga geçen kişinin elindeki şarap kadehi önce yavaşça çatladı, sonra patlayarak elinde paramparça oldu. Doktor adamın elini sarmak için onu mutfağa götürdü. Diğerleri kendi aralarında fısıldaşıyor, Sofia’ya korkuyla bakıyorlardı.

“Bu kadının cadı olduğunu söylemedim mi size? Ailesi de bir tuhaftı zaten. Milleti kovalayan deli annesi vardı bunun hatırladınız mı?” Sofia bu sözlerden sonra kadının ensesinde bitti. “Ahnahgaylahrahd” demesiyle odaların tüm kapıları kapandı ve kilitlendi. “Sizleri korkudan öldürmeden buradan çıkamayacaksınız. Gerçeklerin iç yüzünü bilip bilmeden, suçlamayı, hor görmeyi, aşağılamayı kendinize meslek edinmişsiniz. Şu kara aynadan geçmek isteyen tüm ruhları serbest bırakıyorum. Bunlara ne isterseniz yapabilirsiniz. Hepsi sizindir!” dedi.

Doktor yaralı adamın elindeki camları temizledikten sonra dikiş atıp, yarayı mikrop kapmaması için dezenfekte etti ve sardı. İşini tam bitirmişti ki tüm kapılar üzerlerine kilitlendi. Sofia’ya açması için bağırdı ancak sesini duyuramadı. Var gücüyle kapıyı zorladı. Yaralı adam da onunla omuz atınca kapı kırıldı. Odaya tekrar döndüklerinde arkadaşlarının bazıları dövülmüş, bazılarının elbisesi yırtılmış ve kendi üstlerine pislemişlerdi. Karşısındaki görüntünün vahimliği karşısında donup kalan Doktor “İki dakika da ne oldu size böyle?… Sofia?” Genç kadın muzipçe gülümsüyordu sadece. Diğerleri ise, kapılar serbest kalır kalmaz eşyalarını bile almadan kaçışarak evden ayrıldılar.

Doktor herkes gittikten sonra Sofia’nın boynundaki madalyonu çıkarmaya çalıştı. Ancak genç kadın, adamın elini iterek “O artık benim. Seni uyardığım zaman düşünecektin. Bunun için geç kaldın” dedi. Fakat sesinin tonu hiç karısı gibi değildi. Boğuk ve derinden gelen, yırtıcı bir hayvan sesiydi daha çok. Sofia her gün giderek asabileşiyor, kendi mizacından çok uzakta biri haline dönüşüyordu. Evdeki eşyaların durduk yere yerleri değişiyor, dolap kapakları kendiliğinden açılıyor, gece yarıları fısıltılar, takırtılar ve ayak sesleri duyuyorlardı. Doktor artık uyurken bile lambaları söndürmüyordu. Işığın yansımaları karanlık gölgeleri ortaya çıkardıkça, saklanacak herhangi bir yerin kalmadığını düşünüyordu. Sofia ise halinden memnundu. Bazen onu aynanın karşısında birileri varmış gibi sohbet ederken yakalıyordu. Psikolojik değerlendirme yaptığı zaman sorulara düzgün cevaplar veriyor, saçmalamıyordu. Akli dengesini kaybetmiş olsa, şimdiye kadar gündelik işlerini göremez hale gelirdi. Geceleri kiminle konuştuğunu söylemesini istediğinde gülümseyerek “tabii ki büyük annenle. Kendisi çok matrak bir kadın. Ayrıca çok iyi bir öğretmen. Bana yeteneğimi ve öte alemin varlıklarını nasıl kontrol edebileceğimi gösteriyor. Yanılmışım. Onlarla savaşmıyoruz, birlikte çalışıyoruz” dedi.

Doktorun sabrı taşmıştı. “Senin evde olup bitenden haberin var mı? Özellikle geceleri? Işıkları kapatamıyorum ancak yine de o ruhları görebiliyorum. Evin her yerindeler. Duş almaya bile korkar oldum. Bir keresinde beni küvetin içine çekip boğmaya çalıştılar. Artık katlanamıyorum buna.” dedi nefes almadan.

Sofia “Ne bekliyordun ki? Sana yalvarmıştım, ‘yeteneklerimi kullanmak istemiyorum, beni bu işe bulaştırma’ demiştim. Ama sen üzerine gittin. Üstelik bu da yetmedi, arkadaşlarına iki paralık ettin. Aradığın cevapları şimdi bulabildin mi? Artık perili bir evimiz var. Beğensen de beğenmesen de onlarla yaşamayı öğreneceksin!” diye haykırdı.

Günler günlere karışmış, Doktor evine uğramayalı çok zaman geçmişti. Sofia ruhlardan aldığı habere göre, adam ülkeyi terk etmişti. Kaçış o kaçış. İstese birkaçını peşinden gönderip, işkence çektirmeye devam edebilirdi. Ancak aynadaki kadının hatırına kılını bile kıpırdatmadı. Dün gece ise madalyonun sırrına erişmişti. Yaşlı kadının gizli bir cemiyetin üyesi, Sofia’nın büyük büyük babasının ise kolyeyi yapan kişi olduğunu öğrendi. Cinler, periler, iblisler ve ruhlara hükmeden bir soydan gelmenin lanetini taşıyordu kanı. Yani ağaçtan düşmesi ve tüm yaşadıkları birer tesadüf eseri değildi. Kaderi o doğduğunda yazılmıştı.

Yeni dünyanın düzenini birlikte kurmak için ruhların annesi, iblislerin kraliçesi olacaktı. Kara ayna şeffaflaşıp başka boyuta kapı oldu. Sofia da ortadan kaybolmuştu. Yıllar geçse, ev çürüyüp yıkılsa bile kimse girmeye cesaret edemeyecekti. Bugün bile geceleri, sokağın sonundaki perili evden gelen o ürkütücü seslerin kaynağı bilinmemekte.