“Vurdukça bu nehrin ona aksi,
Kaçtım o bakıştan, o dudaktan,
Baktım ona, sessizce uzaktan,
Vurdukça bu aşkın ona aksi…”
Parıltı, Ahmet Haşim
* * *
Tarık, karlı bir gece yarısında odasına loş bir sarı ışık yayan masa lambasının yanındayken, hemen yanındaki penceresinden apartmanın bahçesindeki çam ağaçlarına düşen kar tanelerini seyrediyordu. O gece uyku tutmamıştı. Son günlerde kendisini gün içerisinde çok yorulmuş hissediyor, günün artan ses yüksekliğinden rahatsız oluyor ve sürekli gecenin gün batışından sonraki bu sessiz saatlerini iple çekiyordu. Bu saatler geldiğinde ya kitaplığından bir kitap alıp okuyor, ya gün içerisinde yapması gereken fakat ertelediği için yapmadığı şeyleri yarın yapacağını düşünüyor veya uyumayı bekliyordu. Uyuyamıyordu çünkü eğer uyursa geceleri hayalini kurduğu şeylerin bir uyku haliyle kendisinden uzaklaşacağını, rüyasının belirsiz bir duygu haliyle kendisine geleceğini ve uyandığında yalnızca yeni bir günün yorucu koşuşturmacalarını yaşayacağını biliyor ve bunları yaşamayı istemiyordu.
O gün yine önceki birkaç gün de olduğu gibi hep aynı bunaltıcılığıyla geçmişti. Günlerdir, haftalardır, yıllar önceki yaz mevsimlerinde kurduğu hayallerini, bir Temmuz akşamüstünü nasıl geçireceğine dair not defterine yazdığı hedeflerini düşünüyor, hiçbirini yapamadığını hatırlayınca bunları aklına getirdiği sırada daha önemli sorumlulukları olduğunu hatırlıyor, hayatın içerisinde zamanı bir kere olsun yakalayamamanın acısını çekiyor, zamanın ihtirasını kendi içinde hissediyordu. “Bir kere olsun ânı yaşayamadın Tarık, hep gelecekte veya geçmiştesin.” derdi Sevgi ona. O zamanlar her şey şimdiki kadar karmakarışık da değildi, Tarık’ın o zamanlar hiç değilse içinde yükselen bir, “tutkunun peşinden gitmek” ihtirası vardı. Bugün ise odasındaki pencerenin kenarında oturmuş, yağmurun üzerine çiselediği koyu yeşil ağaç yapraklarına bakarken, yağmur damlalarının pencerede oluşturduğu buğulu görüntüyü, bir izlenimci ressamın melankolik ve içten içe huzuru arayan karakterleriyle müteşekkil sanat eserlerine benzetiyordu.
“Hayatımız,” demişti Muzaffer ona, “Bir akan su gibidir. Nihayetinde bütün ihtiraslarımız bir akıntıya dönüşür ve nereye gittiğini bilemediğimiz bir yola mecburen gireriz. Yıllar yılı hayalini kurduğumuz hoş bir bahar sabahı, sevdiklerimizle bir arada yaşadığımızın rüyası, yalnız bir rüyadan ibarettir ve başka hiçbir şey değildir.” Tarık’ın derin konuşmalara karşı bir ihtirası vardı. Çoğu zaman aklına, odasının bir köşesine bıraktığı, bir zaman ufak tefek notlar çiziktireceğini düşünerek aldığı not defteri gelir, aldığı günden beri içerisine yazdığı tek şeyin kendi ismi ve Oscar Wilde tarafından, Lady Windmere’in Yelpazesi isimli eserinde söylenen bir alıntı olduğunu hatırlar ve birdenbire yazı yazmak için derinlerinde bir arzu oluşurdu. “Akıp giden bir bataklığın içindeyiz hepimiz fakat yıldızlara bakıyor bazılarımız…” Bir defasında hayalinde bütün dünyanın bildiği ve hayranlıkla ona baktığı bir yazar olduğunu, yağmurlu İstanbul gecelerinden birinde Haliç kenarında çekilmiş ve rötuşlanmış fotoğrafının, yine hayalinde ödül aldığı bir kitabının kapak resmi olduğunu hayal etmişti. Fotoğrafın eski kameralarla çekilmiş olmasına bilhassa özen göstereceğini hayal etti. Tercihen Canon AE-1 model analog kamera ile çekilmiş ve Kodak markasının Portra 400 isimli fotoğraf makinesi filmiyle müteşekkil olan bir fotoğraf olmalıydı bu onun için. Tarık, eski şeylere her zaman büyük bir merak ve tutkuyla yaklaşırdı. Ona göre, her birimizin aslında içten içe her gece hayalini kurduğu birtakım eski rüyalarımız vardı ve o, bu eski rüyalarda ruhumuzun her türlü izini keşfedebileceğimize inanırdı. Bu, kendince “aforizma” olarak nitelediği düşünceyi bir defasında bir dergiye, yazmış olduğu bir şiirle beraber göndermeyi planladı fakat çok geçmeden bu fikrinden de hemen vazgeçti. Tarık, çok kolay fikir değiştirirdi.
Masasının hemen yanındaki bir diğer küçük masadaki pikapta eski bir klasik müzik çalıyordu. Masanın kenarındaki loş sarı gece lambası, müziğin ritmine uyum sağlıyormuşçasına sessiz ve yekpare ışıldarken Tarık, pencerelerde çiseleyen, kar ile karışık yağmur damlaları ile karların o sert seslerini, bembeyaz tanelerinin yaprakların üzerine düşmesini seyrederken duyuyordu. Sallanan sandalyesine gözleri kapalı bir şekilde yaslanmış şekilde ve Albinioni’nin, Adagio in G Minor parçasını dinlerken birdenbire gözlerinin önüne çocukluğunda geçirdiği kış mevsimleri geldi. O zamanlar kış sırasında henüz şimdiki gibi sokaklar yalnız değildi, diye düşünüyordu. Anımsadığı hatıralarına göre düşünüyordu ki, o zamanlarda sokaklar daha ışıltılı, karlar daha narindi ve parça parça inen karların ardından insanların muhayyilesinde bir kış gecesinin huzurlu akşamı belirirdi. Tarık, bulunduğu ânın geçmişte yaşadıklarına nazaran oluşan tuhaf izlenimini aklında tasavvur etti. Her şey ne kadar da çabuk değişiyor ve hiçbir şeye uyum sağlanamıyor, giden bir düşünce tekrar geri gelirse dahi zamana uyum sağlayamamasından ötürü zaman içerisinde kaybolup parçalara ayrılıyor, parçalar birer birer şekil değiştiriyor ve şimdiki zamanı oluşturuyor, diye düşünüyordu. Müzik, Tarık için sevimli olan dakikalarından birine geldiğinde ansızın, o henüz ilk gençlik yıllarındaki hoş müzikleri dinlediği zamanları anımsadı. O zamanlar, diyordu kendi kendine, her şey şimdiki kadar hızlı ve değeri çabuk unutulan cinsten değildi. O zamanlarda birçok şeyin manaları daha belirgindi ve çevresindeki pek çokları da bunun içten içe farkındaydı. Bir zamanlar her şey daha narin, daha zarif, daha dokunaklı, daha kolay hafızaya kazınan cinstendi. Parçaların yer değiştirdiğini tasavvurunda canlandıran Tarık, insanların şimdiki zamanda mı bu kadar tuhaf, anlaşılmaz olup olmadıklarını yoksa kendisinin mi her zaman pek çok kez çevresinden aldığı dönütlere anlamlar yükleyip yüklemediğinin sorgusunu kendi tahayyülünde yaptı.
Masasının üzerinde bir zarf, bir pusula, bir not defteri, birkaç kalem ve bir silgi ile loş, sarı bir ışık yayan gece lambası vardı. Akşamüstünün hoş umutlarla bezeli rüzgârının bir gün batımıyla odaya aksettiği zamanlarda ve gökyüzü hafiften kararmaya başladığı sıralarda odasının asıl ışığı eğer açıksa onu kapatır ve bu gece lambasını açar, okuyacağı kitabını bu ışık sayesinde okur, yazılması gereken evrakları bu ışık vasıtasıyla yazardı ve odasının beyaz ışığını bir daha açmazdı. Sarı ışığın loşluğunun; ona belirsizliği andıran bir bekleyiş içerisinde geçirdiği dakikalarını anımsattığını düşünürdü.
Masadaki zarfa ellerini havada tutan bir uhrevi güç varmış gibi, bir motifin parmaklarına anımsattığı izlenimle uzandı. Bir kuğu, dedi Tarık, içinden. Bir kuğunun gölde yüzüşüne benziyordu parmaklarının bu denli hafif ve durgun bir şekilde zarfa uzanışı. Saatler onun için bir anlığına yalnızca andaki bu durağan yekpareliğe soyunmak için varmış gibi geldi Tarık’a. Zarfı aldı, açtı, içinde yazan mektubu yavaş adımlarla ve kalbinin atış hızının artmasının verdiği bir tedirginlikle okumaya başladı.
“Canım kardeşim Tarık,
Yıllar ne yavaş, ne huzurlu geçiyor bu yıldızların, bu sarmaşıkların bezediği ormanın bahçelerinde. Sevgili Tarık, burada, yanımda olmanı, buradaki yaz akşamüstü saatlerinde mehtabı, mehtabın yansıdığı denizi seyretmeni o kadar isterdim ki… Şimdi burada olsan o eski evimizin sokağa bakan odasında sabahlara kadar duvarları, kitapları, tavanı seyrederek fakat aslında aklında gezinen bazı fikirleri toparlamak isterken yazdığın şiirlerin, kat ve kat daha iyisini yazardın. Cenap’tan, Haşim’den mısralarla bezenmiş gibi burada geceler. Senin hep bahsettiğin, Tanpınar’ın “masmavi ışığını” geçen sabah fecir saatlerinde gün henüz yeni ışırken, buradaki evimizin balkonunda gördüm. Hisar’ın, “Boğaziçi Mehtapları” eseri, sanki bu hoş manzaralara bakılarak kaleme alınmış gibi. Canım kardeşim, burada olmanı o kadar çok isterdim ki şimdi… En kısa zamanda o uzak ve sert kış rüzgârlarından ayrılıp da evine geri dönebilmen dileğiyle yanıp tutuşuyorum kadim dostum.
Sana son günlerde burada yaşadığım ve içten içe mutluluklarla dolmama sebep olan bir olaydan bahsetmeden mektubumu sonlandırmayı hiç istemem. Evine geri döndüğünde senin de daha çok farkına varacağın üzere olan bir durum bu. Fakat biraz da kulak misafiri olmanı istiyorum. Nitekim benden duyacağın en ufak şey bir başka yerde en kısa sürede işitiliyor; günün sonunda ise, keşke bir yakınımdan duysaydım da böylesine yabancı bir durum içerisinde yaşamasaydım, diyorsun. En azından biz burada öyle diyoruz, sen tabii orada ne çeşit bir kültürü edinmişsindir de bizim buradaki yaşantından ne ölçüde uzaklaşmışsındır bilemiyorum. Bilirsin, sen benden daha iyi bilirsin ki sen maceraperestsin ve hiçbir zaman hiçbir yerde tamamen kalmak istemezsin ve sürekli yeni deneyimler edinip hayatın derin anlamlarına, han duvarlarını izleyen uzak patikalara doğru yolculuğa çıkarak varırsın.
Bir girizgâh yapayım artık: Geçen gece ben ve ağabeyin Muzaffer, o güzel çocukluğumuzun geçtiği evimizde, bizim yine o çocukluğumuzdaki canım bakıcımız Nükhet Hanım’ı ağırladık. Hatırlarsan kendisi biz çok küçükken ailemiz uzak memleketlerde mesleki görevler yaparken bizim bakıcımızdı. Onun sayesinde bu günlere gelebildik desem yalan olmaz; kendisinin bizim gelişimimizde azımsanmayacak kadar çok etkisi var.
Nükhet Hanım ile beraber, boğaz manzaralı köşkümüzün salonunda oturup, pencereden süzülen sarmaşıkları gördüğüm dakikalarda – bunları, şiirlerinde kullanabileceğin motifler olması bakımından yazıma dâhil ediyorum – Nükhet Hanım’ın seninle yaşıt olan torunu Hülya da bizimle beraber kahvesini yudumluyordu. Sevgili Tarık, hayatımda gördüğüm en güzel insanlardan biriydi. Kahvesini tutan kuğu boynu gibi ince parmakları, uzun ve simsiyah müjgânları, büyülü bir ormandaki gizemli meşe ağaçlarının gövdesini anımsatan ve narin omuzlarına kadar inen açık kahverengi saçları ile bembeyaz benzi ve al al olmuş yanaklarıyla, bunların yanı sıra bizimle beraber otururken izlediği davranışlar ve konuşması da dâhil olmak üzere, beni kendine son derece hayran bıraktı.
Şimdi, kardeşim, senin büyük anlayışına sığınarak neden bu mektubu yazdığımı sezinleyeceğini düşünüyorum. İstanbul’a, evine geri dönmeni sabırsızlıkla bekliyorum çünkü seninle çok iyi anlaşacak bir kız bu. Kendisine senin edebiyata, şiirlere olan ilginden, müzik kültüründen ve kitap koleksiyonundan – merak etme, senin, kitapları koleksiyon yapmak için alan ve hiç okumayan kişilerden ayırıcı niteliklerin olan, ‘her şeyi irdeleme özelliğini’ bilhassa belirttim – bahsettim ve Hülya’nın gerçekten gözleri parıldadı. Hülya resim sanatında kendini geliştirmeye çalışıyor. Çizdiği resimlerden bazılarını bana ve Muzaffer’e gösterdi. Hoca Ali Rıza’nın İstanbul motiflerine çok benziyor onun fırçasından çıkan izler. Sen de bilirsin ki bir sanatçı, eserlerinde her daim, ruhunda bulunan bir tutkuyu veyahut hayatında eksikliğini hissettiği şeyleri konu edinir. Senin şiirlerin ve onun bir garip rüya rengini, Monet’in bahçelerinde istirahat edermişçesine anımsatan resimleri, birbirlerini tamamlayan bir çift mıknatıs gibi. İstanbul’dan ayrılmadan önce yazdığın, ‘Huzur Bahçesinde Rüya’ şiirin ile onun Emirgân’da güneşin gün batımı vaktinde Boğaz’a yansımasını resmettiği eseri pek çok yönden eşdeğer nitelikler taşıyor. Birbirinizin ruhuna dokunabilirsiniz bu konuda.
Sevgili Tarık, canım kardeşim! Umarım en kısa zamanda bu uzak topraklarda çekildiğin inzivaya bir son verirsin ve hayatın sana sunduğu güzellikleri fark edersin. Bir kere olsun benim sözüme itimat et; emin ol ki sonunda şu anda bulunduğun hüzünlü haletiruhiyeden sıyrılacak ve uzun müddet bahtiyar kalacaksın.
En içten duygularımla,
Ablan, Sevgi”
Mektubu birkaç kez tekrar ederek okumaya devam etti. Nihayetinde Albinioni müziğe son verdiğinde, o da mektubu okumayı bitirmişti. Neler geçmişti başından, neler hissetmişti bütün bu mektubu okurken? Tarık, bu mektubu aldığı günü hatırlıyordu, bir bahar sabahıydı. O sıralarda evinden çok az defa dışarı çıkıyordu. Bir gün postacının gelmesiyle beraber haftalar sonra ilk kez dünya gözüyle bir insanla karşılaşmıştı. Titrek elleri ve dağınık saçlarını düzeltmeye çalışan gerginliğiyle almıştı zarfı, “Çok teşekkürler beyefendi, iyi günler.” Bir cümle. Yalnız ve kimsesiz geçen günlerin ardından kendi sesini de ilk defa duymuştu. Bir tuhaflık hissetmişti ve zamanı içten içe yadırgamıştı. Bir zamanlar hayatının olağan bir şekli olan insanlar, yabancılar ve sohbet etmekler, birdenbire kendisine yabancı bir diyarın dilini konuşmaktan farksız geliyordu kendisine. Tarık başka bir dünyada, onlar başka bir dünyada yaşıyorlardı sanki. Sanki Tarık kendi muhayyilesinde bir muntazam evren yaratmış da orada kendi “Harikalar Diyarını” yaşıyordu ve kendisini o konfor fanusundan hiç çıkarmıyordu. Neden sonra kapısının karşısında duran bu koyu mavi üniformalı, şapkalı adama söylediği teşekkür niteliğindeki sözler onun için bir güneş tutulmasına kapılan Ay’ın hem Dünya, hem de Güneş arasında kalınca hissettiği arada kalmışlık gibi bir duygu meydana getirmişti. Bunca zaman inzivasından vazgeçmeyen, kendisini evinin bir köşesinde klasik müzik ve edebiyatla müteşekkil kılan bu genç adam kimi soydaşlarına göre hayatı kaçırıyor ve gereksiz detaylarda ömrünü çürütüyor, bir yandan da kendi içerisindeki tasavvurlarında, topluma uyum sağlamaya çalışan bir suçlununki gibi tekrardan arada kalıyor, bir topluluk içerisinde “onlar” gibi konuşmaya başladığında sürekli olarak bir yabancılaşma, bir şeylerin eksik kalması gibi duyguları hissediyor; bu sayede ise ne yaparsa yapsın yapacağı her türlü sosyal etkileşimde hem yanlış anlaşıldığını yani sonuç olarak anlaşılmadığını, bir şeyleri eksik yapmanın üzüntüsünü ve hiçbir zaman toplumda yer edinemeyeceğini bilmenin, çünkü yine ruhani bir yabancıya benzediğini bilmenin ona getirdiği tuhaf hissiyatını hissediyor ve nihayetinde hayatı boyunca yüzme öğrenmemiş yaşlı birinin okyanusun ortasında yüzmeye terk edilmesinin, hayatıyla olan analojisini yaşıyordu.
Mektubu zarfa koydu; zarfı ise masada çember, doğru gibi hiçbir zaman tam olarak öğrenemediği geometri terimlerinin teşekkülü şeklinde döndürdü. Masanın köşesine geldikçe ortadan bir dikme indiriyor, zarfı aşağıya doğru çektiğinde dik üçgenin doksan derecelik kenarını oluşturuyordu. O sırada içinden, bu gibi bilimsel terimleri, paradigmaları ve daha birçok denklem ve eşitsizlikleri, teorileri öğrenmek arzusuyla tutuştu. Liseye başladığı günlerde kurduğu hayaller aklında canlandı. “Büyük bir filozof olacağım ben, baba,” derdi. “ve nihayetinle oğlunla gurur duyacaksın. Dünyada henüz çözülememiş onca felsefe problemini, büyük matematik denklemlerini çözecek, en az onlarca yabancı dil öğreneceğim ve nihayet aydın insanların medeniyetine kavuşmanın hazzını yaşayacağım. Evimizin kütüphanesinde dünyanın en büyük fikirlerini, örneğin Descartes’i ve onun rasyonalizmini, Schopenhauer’in varlığını, Spinoza’nın ahlakını irdeleyen büyük bir Akademim, tıpkı İskenderiye Kütüphanesinin özgür haline benzer şekilde olacak ve orada 19. Yüzyıl’ın gotik Anglosakson dedektif beyefendisi gibi, yağmurlu bir günün sonunda, bir elimde kıpkızıl muttasıl güllere benzeyen şarabımı yudumlarken ve nihayetinde edebiyatımızın büyük doktoru, müthiş muharrir ve münevveri Sayın Darvınoğlu’nun yaratmaya çalıştığı aydın bir geleceği kendi ellerimle kurduğum sırada içim yekpare bir huzurla bezeli olacak. O gün geldiğinde, baba, oğlunla gurur duyacaksın ve ailemizde artık senin de duymaktan sıkıldığın fakat bu bitmek tükenmek bilmeyen doğu ve batı arasında kalma derdimiz sebebiyle bir türlü uzaklaşamadığımız gereksiz avam tartışmalar son bulmuş olacak. O gün insanlarla değil, fikirlerle ilgileniyor olacağız ve nihayetinde anlamı, huzuru bulmuş olacağız. Uzaklarda bir yerlerde olabilir fakat o umut bizim umudumuz olacak.” Bunları birer birer aklından geçirirken gözleri hafifçe kapanmış, karşısında bir mektup, hemen yanı başında not defterine çiziktirdiği şiirleri, masasının kenarındaki kitaplar ve ansiklopediler üzerine aldığı notları duruyordu. Tüm bunlar olurken loş, sarı ışığı odayı hafifçe aydınlatıyordu ve masası darmadağınıktı. Dışarıda sertçe bir kar yağıyordu ve penceresinden görünen, evin bahçesindeki ağaçların yaprakları karlarla kaplıydı. Evinin kenarındaki, yine odasındakine benzeyen loş sarı sokak lambası, yaprakları hafifçe aydınlatıyordu. Çok geçmeden odasındaki kalorifere yalın ayaklarını uzatarak ve oturduğu rahat koltuğa da sırtını dayamış bir şekilde, “uykuyla uyanıklık arasında” diyerek adlandırdığımız; uyanınca bir yabancı mekânda huzur ile gerginliğin dizginlendiği, bir analitik düzlemin orijin noktasında olduğu dakikalardaki gibi, hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şeye başlamadan veyahut bitirmeden fakat yalnızca ânı sezinleyerek yaşanan anlardaki gibi, bir uykuya dalmıştı.
Gözlerini açmasının ardından geçen birkaç dakika sonrasında boğazındaki kuruluğu sezinleyip, bir su içmek için mutfağa gitti. Tezgâhta sürahideki suyu bardağa koyarken, Tanpınar’ın dizeleri akında belirdi: “…masa, sürahi, bardak…” Suyun o eşsiz güzelliğini ve uğruna can verilecek hoşluğunu, kimi faydaları eşliğinde hissetti. İkinci bardağı da içtikten sonra bardağı tezgâha bıraktı, koridordan odasına doğru yürümeye başladı. Loş sarı ışıkla müteşekkil odasına girdiğinde saatte fark ettiği üzere, saat 02.18’di. Pencerenin yanına kadar gitti, dışarıdan yağan karları seyretti. Daha önceden bu pencereden gözlem yaptığı gezegenler ve yıldızlar aklına geldi. Bununla beraber bir zamanlar sevdiği kız da aklına geldi. Henüz ilk gençlik yıllarının coşkusuyla âşık olduğu biriydi. Bir gece kumsalda yıldızları izlerken öpüşmüşler, yaşadıkları şeyin tuhaf yanılsamasını fark edemeden birbirlerine gülümsemişlerdi. Hayatının o huzurla müteşekkil ânındaki mehtap, yıldızlar, denizin usaresi ve kumların Temmuz akşamlarındaki serinliği ile çevrelerindeki, kumsalın çıkışındaki meşe ağaçları ona, küçüklüğünde minder ve halılardan yaptığı evi ve o evin etrafına yine kendi hayalinde oluşturduğu bahçeyi anımsattı. Kendisini bir bütün halinde hissettiği yerdi orası onun için. Henüz utangaçlığı ve sevgisi de içten içe yeni yeni yeşerirken, kimi zaman şimdilerde olduğu gibi inzivaya çekilir ve yalnızca çevresini tahayyül eder, hayalindeki evin ve çevresindeki bahçenin etrafında dolaşırdı ve içten içe yalnızca bir rüya aleminde hayalini ettiği ağaçları, ormanın dokusunu ve bir bütün huzuru hissederdi o yalnız dakikalarda. Yalnızdı fakat kimsesiz değildi o anlarda. Kurduğu hayaller onun yalnızlığını tek başınalığa çeviriyor, kimsesizlikten uzaklaştırıyordu. O ilk gençlik yıllarındaki kumsalda da böyle olmuştu. Âşık olduğu kız karşısında, Tarık’ın bütün kimsesizliğini ondan birer birer uzaklaştırmış bir şekilde duruyor ve kıpkızıl şaraba benzeyen dudaklarıyla Tarık’ı öpüyordu. Denizin şakırtısı ve kızın ellerinin narinliği ile müteşekkil bir vahşiliği, öldüren bir cazibeyi anımsatıyordu. Tarık, kendisini ve bütün varlığını o sessiz mehtaplı su şakırtısı dakikalarında kızın okyanus dalgasını anımsatan saçlarına ve nefesinin hoş sıcaklığına bırakmıştı. Böylece kendisi olmuştu. Bir bütün tedirginlik eşliğinde yarınları tasavvur ettiği anların boğuculuğundan, bütün gündelik koşuşturmalardan, toplum tarafından bir kabul görme arzusundan her birini bir kenara bırakarak, kendisini bir kadına teslim etmişti ve bunun sevimli bir gerginlikle müteşekkil coşku dolu mutluluğunu ruhunun derinlerinde yaşıyordu. Bu teşekkülde duyduğu mutluluk, kızın, onun âdeta bir aynası olması sebebinden ötürüydü. Hayatı boyunca sürekli olarak birisini, bir tutkuyu, bir hayali aramıştı Tarık. Nihayet bu hayalini, onunla eşdeğer ve eğer bir benzetme yapılacaksa yalnızca akseden aynası olabilecek bu kişide bulmuştu. Tarık o sırada hiçbir şey düşünmüyor, yalnızca ânın bitmek tükenmek bilmez olduğuna inanmak istediği mutluluğuna kendisini kaptırmış, duruyor ve yalnızca hissediyordu.
Pencere kenarından uzaklaşarak perde ve güneşlikleri geri çekti. Odada öylesine volta atmaya başladı. Etrafına, kitaplarına, kalem koleksiyonuna, dolabının içindeki kutuda bulunan, ilk gençlik yıllarından kalma posterlere baktı. Komodininin üzerinde duran, babasından yadigâr kalan saatine, dedesinden yadigâr kalan, masasının yanındaki diğer masasının üzerinde duran coğrafya atlasına ve onun kenarında duran, Kadıköy Akmar Pasajı’ndan aldığı pikaba ve onun yanında duran, içerisindeki müziklerde Johann Sebastian Bach’ın, “BWV 853” parçasının da yer aldığı albüme baktı. Etrafını böylesine tahayyül ederken birdenbire bir şeyin farkına vardı; hemen sonra bu şeyi uzun zamandır fark etmemiş olmanın tuhaf hissiyatıyla koltuğuna oturdu, masasının başına geçti. Zarfı masasının bir kenarına bıraktıktan sonra defterinden bir sayfa açtı, ardından yıllar önceki lise günlerinden kalma metal kalemliğinden dolmakalemini aldı.
Dolmakalemini masasının üzerinde duran mürekkep hokkasına bandırıp çıkardıktan sonra kâğıdın başına bir not düştü: “Günlük, Sekizinci Gece”
Günlük, Sekizinci Gece
Bundan yıllar, uzunca yıllar öncesinden bir gece – zannediyorum ki o sırada bir şeyleri bekliyordum ve bu bekleyişin heyecanı nedeniyle yapmayı arzuladığım şeyleri bir bütün insicam halinde yapamıyordum – yine uykusuz gözlerim etrafımı izlerken ve ben odamda volta atmakta iken, zihnimin insiyakında birdenbire bir düşünce belirdi. Bu birdenbire gelen düşünce yine ansızın benim bütün aklımı, uzuvlarımın kontrolünü, ruhumda oluşan bir tutkuyu ve gönlümdeki bir sevdayı – buna çok sonraları değinmeyi tasvip ediyorum – kontrolü altına aldı. Sanki o güne kadar yekpare bir şekilde yönettiğimi, kontrolünü elinde tutuğumu sandığım aklım, birdenbire benim kontrolümde olmayan bir başka şeyin, belki de bir başka olgunun ya da bir başka kişinin eline geçmişti. O sırada mevsim karlıydı ve odamda yine her zaman olduğu gibi loş sarı gece lambam açıktı. Hemen masamın yanındaki penceremden görünen, bahçemdeki ağaçların üzerlerine düşen kar tanelerini izleyerek rüyalara daldığım fakat hemen uyandığım, nihayetinde gecenin saat 02.18 sularında gözlerimde bir mahmurluk ile ayağa kalkıp su içtiğim ve akabinde odama geri dönüp yazı yazmaya başladığım bir yekpare saat, işte böyle başladı.
Bu tutkuya dair içimde büyüyen bir sezgi, o tutkunun, aklıma ilk geldiği anda tasavvur edemediğim nedenini yavaşça, aklımda, vuzuhluğu nümâyân bir biçimde teşekkül etti. Bilhassa eskiden hep böyle olurdu. İlk gençlik yıllarımda ne vakit bir tutkunun peşinden koşsam sürekli olarak aklımın bir köşesinde bir eksiklik, bir “ulaşamamazlık” hissederdim ve bunun düşüncesine kapılıp da yekpare bir teşekkülle karşımda duran gerçeklerin bana getireceği huzuru tam manasıyla yaşayamazdım. Böyle zamanlardan kurtulmak adına ise zamanla, yaptığım eylemlerin nedenlerine, her şeyin en temelinde yatan o “arkhe” ideasına ulaşmak maksadıyla, kendimi sürekli olarak tasavvur etmeye adadım. Bir zaman geçip de bu tasavvur eylemimin, uygulama eylemimden daha belirgin olmasıyla yine bir şeyleri yanlış yaptığımın ayırdına vardım. Ne yapacaktım? İşte bu soruyu sormaya başladım kendime. İçimde büyüyen bu “bir şeyleri kaçırmış olma düşüncesinin” getirdiği, hiçbir mutluluğu tam manasıyla yaşayamayacağımı düşündüren neden neydi? Kimi geceler sırf bu düşünceyi irdelemek adına gözüme uyku girmezdi ve fecir belirmeye yakın olduğunda üstümde ağır bir yorgunluk haliyle yatağıma girer, gözlerimi kapatır ve yine bir şeyleri “beklemeye” başlardım. Bu süreç tıpkı bozuk bir plağın mütemadiyen aynı eseri yinelemesini andırıyordu benim için. Her geçen gün yeni bir şeyler yapma maksadıyla tasavvur etmeye koyuluyor, bu sürekli olarak beklediğim şeylerin ne olduğunu ve neden böyle yaptığımı irdelemeye çalışıyor ve nihayetinde yine hiçbir yere varamamanın getirmiş olduğu umutsuzluğun ardından, bir umuda ulaşacağımın hayaliyle yeni bir güne başlamanın hazırlıklarını, göz kapaklarımın ve onların altlarının büyük ağrılarının eşliğinde gerçekleştirirdim.
Bir zamanlar, yine böyle bir bekleyiş içerisine girdiğim zamanlardan birinde iken, istirahat etmek üzere, dedemin babasının yaptırdığı ve ailemizin uzun yıllarının çevresinde ve içerisinde geçtiği köşkün, asmalarla ve papatyalarla bezeli, etrafında kestane, limon ve meşe ağaçlarının olduğu ve zambakları, gülleri ve laleleri ile birlikte bana sessiz ve huzurlu bir rüyayı anımsatan bahçesindeki beyaz ahşap bankta gözlerimi kapatmış bir şekilde oturmuş ve bülbüllerin şakımasını dinliyorken, gözlerimi bir uykunun hafif mahmurluğuyla açtığım sırada, birkaç adım uzağımda, köşkün merdivenlerini çıkan birini gördüm. Güneşin parıltısı onun kahverengi saçlarına ve bir meleğinkini andıran bembeyaz giysisine, aynı zamanda Nedim’in de bir zamanlar şiirinde imgelediği, onun Ruhsâr-ı Âl’ına aksediyor, bu yemyeşil bahçenin tepesindeki masmavi bulutların ardından gün batarken, yemyeşil çimlerin etrafındaki kıpkızıl güller ve zambaklar, sanki yaşamlarını bu ânın yaşanmasına adamışlarcasına, en yalın ve yine en yalın olması nedeniyle en saf ve en huzurlu olan tabiriyle, çok güzel görünüyorlardı. Zaman, bütün yekpareliğiyle o gün batımını yalnızca benim gözlerimde, tahayyülümde ve tebessümümde var ediyordu. O sırada tatlı ve hafifçe yüzüme doğru esen ılık bir İlkbahar rüzgârı, bana henüz hiçbir şey için geç kalmadığımı, dilediğim büyük arzularımın peşinden koşmam gerektiğini, hayatın bu bahçenin içerisinde, bu asmalarla ve rengârenk çiçeklerle, yaşlı bir çınar ağacının etrafında şakıyan bülbüllerle beraber huzurla müteşekkil olduğunu ve bu sebepten ötürü geleceğime büyük bir umut ve ihtirasla bakmam gerektiğini anımsattı. Bu izlenimlerimin ardından, hemen biraz önce görmüş olduğum o merdivenlerden çıkan kişiyi aklıma getirdim. Okyanus saçlı güzel melek. Kimdi o, neden girmişti köşke? Nükhet Hanım ile yakın bir şekilde selamlaştıktan sonra yine onunla beraber içeriye girmişti ve köşkün o asırlık ve nice izdihamlara şahit olmuş ahşap kapısı, sert bir gıcırtı sesiyle kapanmıştı.
O sırada, o çevresinden sarmaşıkların dolandığı beyaz bankta oturmuş ve çevremi tahayyül ederken, henüz ilk gençlik yıllarımda bu bahçede kendisiyle beraber yürüdüğüm ve bana hayatımın en huzurlu dakikalarını yaşatan, gençliğimdeki cânânım, sarhoş edici güzelliği ile papatyalar ve güllerle bezeli bir ıtıra sahip olan Hülya, birdenbire aklıma geldi. Onunla bir mektup aracılığıyla tanışmıştım. Bir kış gecesi İstanbul’dan uzakta, karlı bir kasabada bir süreliğine, yalnızca “kendimi bulmak” amacıyla inzivaya çekildiğim sırada o mektubu okuduğumda, tıpkı gençliğimde okuduğumda hayran olduğum Robinson Crusoe gibi, yalnızca bilinmezlerin macerasına kendimi kaptırmıştım.
Hülya ile bu bahçede, tam da bu bankın çevresinde, bundan uzun yıllar önce birlikte yürümüş, birbirimize şiirler okumuş, hoş müziklerden bahsetmiştik. Gün batarken ellerimiz birbirine değmişti ve uzaklardaki denizin usaresine sessizce bakakalmıştık.
O muazzam an sırasında, bir daha o yekpare huzurla bezeli ânı asla geri getiremeyeceğimin tedirgin insiyakı ile birlikte, sanki elimden kayıp giden bir tutkuyu beklermişçesine, Hülya’nın bana kendimi anımsatan masum ve hüzünlü yüzüne ıstırapla baktım. Bu cennetten düşme melek şimdi benim yanımdaydı ve huzurun gerçek teşekkülü buydu. Hayatım boyunca sürekli aradığım o “aynamı” sonunda bulmuş olmanın hissiyatı ve bu hissiyatı kaybedecek olma ihtimalinin vermiş olduğu hüzün ile birlikte ona gözyaşlarımı gizleyerek sarıldım.
Ayağa kalkınca o günleri aklıma getirdim. Sanki her şey bütün yekpareliğiyle, Tanpınar’ın da tabiriyle, yerli yerindeydi. Hiçbir şey o sırada değişmemişti. Ne güller ile papatyaların kokusu, ne uzaklardaki ufukta batmakta olan güneşin dönülmez bir akşamın ufkunda vaktin çok geç olmasını ve bu yüzden ömrün nasıl geçerse öyle geçmesini sonuç olarak da gönlümüzde ya lale yahut gül açmasını hoş bir izlenim olarak niteleyeceği ışıltısı, ne gökyüzündeki misafir bulutlar ile masmavi ve turuncu sema, ne de bu ilk gençlik yıllarımı geçirdiğim köşkün üzerindeki sarmaşıklar ile evin kiler amacıyla kullanılan fakat bundan yarım asır öncesinde nice hoş hatıraların yaşandığı ve bilhassa gün doğumları ve batımları sırasında bir hazan yaprağı kadar kuru olan perdelerinin arasından o ışık yılları ötesinden gelen yıldızın üzerlerine yansıdığı koyu kahverengi ahşap parkelerin bulunduğu odadaki buğulu pencere. Her şey yekpare bir huzur ile birlikte, asırlardır akan bir kum saati akmayı durdurmuşçasına, nümâyân vuzuh ile müteşekkildi.
İçimde büyüyen ve gençliğimde de çoğu kez beni kimi maceralara doğru yönlendiren merakım, bu defa da irademe galip geldi ve ben yine bir merakın bana getirdiği bilinmezlikle birlikte, köşke doğru, o asırlık, beyaz mermerden yapılma merdivenlere doğru yürümeye başladım. Bülbüllerin şakıması ve rüzgârın hoş bir incelikle yüzüme vurması eşliğinde bana eski bir rüyayı anımsatan, bir huzur hissiyatını veren ve Tarkovsky ile Bergman filmlerinin sinematografilerini anımsatan bu bahçede, hayatımın çok uzun bir dönemini içerisindeki odalarda, o odaların içerisinde, dedemden babama yadigâr kalan kitaplıktaki kitapları okuyarak, onların çalıştığı asırlık, koyu kahverengi ahşaptan masada çalışarak ve gençliğimin büyük bir kısmının, en yukarıda bulunan ve dedemin ve babamın uzun yıllar önce çok daha verimli kullandığı fakat benim bunları anlattığım sırada tozlu bir harabeye dönmüş olan ve bana, yine ilk gençlik yıllarımda okuduğum ve ardından gezerek gördüğüm antik yapıları anımsatan çatı katındaki terasında, gündüzleri uzaklardaki sahili ve geceleri ise henüz kirletilerek katledilmemiş ışıkların sahildeki deniz feneri sayesinde hoş aksini seyrettiğim sırada, Haşim’in tabiriyle, Bir Günün Sonunda Arzû müteşekkilliğinin ruhumun derinlerinde huzur ile yekpare olarak belirmesinde etkisi bulunan, Henry Purcell’in bir eseri olan, The Indian Queen, Z. 630 parçasının, They Tell Us That Your Mighty Powers Above isimli bölümünü, Kadıköy’deki Akmar Pasajı’ndan yıllar önce satın aldığım pikabımda dinlerken, yekpare bir huzur içerisinde uzaklardaki şakıyan denizin üzerine düşen mehtabı, usareyi, kumsaldaki deniz fenerini ve kumsalın çevresini saran meşe ağaçlarını seyrettiğim balkonun da bulunduğu köşke doğru hafif adımlarla yürüyordum.
Merdivenlere geldiğimde ve onları ağır ağır çıkmaya başladığımda güneş dizlerime yansıyordu ve ilkbaharın o huzur izleniminin hissiyatını ruhuma dolduran sevimli yaprakları yerlerde uçuşuyordu. Nihayet karşımda duran o asırlık, ahşaptan kapıya ulaşıp onu açtığımda, sanki hayatım boyunca bu an için yaşamışım ve yalnızca o an, o zamana kadar yaşadığım bütün huzurlar bir bütün intizam içerisinde benimle bir olmuşlar gibi bir his içimi kapladı. Ne tam manasıyla bir huzur ne de tam manasıyla bir hüzündü içimde var olan. Bir boşluk. Sessiz evin duvarlarındaki melankolik izlenim ile birlikte, hüzünlü bir müzikte bulunan huzur dolu dakikaların anımsattığı anlardaki gibi, o huzurun getirdiği tuhaf boşluk hissiyatının eşliğinde, asırlık köşkün gıcırdayan kapısını açarak içerisine adımımı attım.
Sessizlik ve gölgeli koridorun asırlık duvarlarındaki izlenimci tablolar. Çocukluğum ve ilk gençliğimin büyük bir kısmında bu duvarlardaki resimleri uzun uzun seyre dalardım. Bir başka âlemden gelmiş uhrevi bir ahenk içerisinde bulunan, bu fırçalardan çıkma renkleri her seyre daldığımda muhayyilemde bir rüya silsilesi oluşurdu. O sırada gördüğümde de değişen bir şey olmadı. Üzerlerindeki tozlar sanki her zaman vardı. Belki de ben böyle olmasını arzuladığım ve o hoş anıları tekrardan yaşamak istediğim için böyle anımsıyorumdur, kim bilir?
Salondan gelen seslerle birlikte ben de ağır adımlarla oraya doğru yürümeye başladım. Bu parkeler, bu koridor, bu bir zamanlar ucu bucağı görünmez sandığım merdiven… Her biri onları ilk gördüğüm andaki gibiydi. Dışarıda her şey aynı, evde her şey aynıydı. Zaman, hiçbir defa değişmemiş ve yekpare bir intizamda durağan kalmış gibiydi. Oysa ben, bu ellerim, bu yüzüm, boyum ve kilom, saçlarım, gözlerimin altı, her şeyim, her şeyim değişmişti. Yalnızca aklımda kalan birkaç hatıra ile bahçenin ve bu evden çıkınca kısa bir yürüyüşle ulaşılabilen ve benim de çevresinde daha önceleri pek çok defa huzur dolu dakikalar yaşadığım sahilin, o sahildeki denizin ve kumsalın hoş kokuları hiç değişmemişti. Onlar, sanki onları ilk algıladığım anlardaki gibiydi de, değişen yalnızca görünüştü. Rüyalar, onların renkleri, kayıp ihtiraslar ise hep ilk defa hissedilen gibiydi. Tıpkı bir müziğin hep aynı müzik olarak kalması fakat uyandırdığı hissiyat nedeniyle aynı uzunluğa sahip müzikte sürekli olarak yeni manalar bulunması gibi, rüyalarımız ve arzularımız da en derinlerde hep aynıydı. Yalnızca şekil değiştiriyorlar ve bize yabancı görünüyorlardı. Oysaki görünüşleri aldatıcıydı. Eşyanın izlenimi hiçbir zaman ilk dokunulduğu andakinden farksız değildi. Değişen ise yalnızca zamanın getirdiği muhtelif yansımalardı.
Salona doğru yürüdüm. Loş bir gün batımının gölgesinin aksettiği odanın kapısında ben beklerken, benim karşımdaki koltukta oturan, küçüklüğümde bana, ablama ve ağabeyime uzun müddet bakıcılık yapmış olan Nükhet Hanım’dı. Onun karşısında, sırtı bana dönük olarak oturan ve benim yalnızca, bana okyanusun gizemli mercanlarının muttasıl duruşunu anımsatan saçları ile bembeyaz elbisesini gördüğüm kişi ise, biraz önce merdivenlerden çıkan kadından başkası değildi.
Yanlarına geldiğimde ve aralarında geçen konuşmayı duyduğum sırada, sanki ben orada yokmuşum, sanki beni görmüyorlarmış gibi, sanki ben oradan hiç geçmemişim gibi, kimi gözyaşlarıyla, yalnızca birbirlerine bakıyorlardı. Nükhet Hanım, okyanus saçlı meleğe gözyaşlarıyla konuştu:
“Canım kızım Hülya! Benim de yüreğim yanıyor. Geceleri uyku uyuyamıyorum kaç haftadır. Olsun. Unut gitsin kızım. Bazı şeyleri, bilhassa bunun gibi gönül dağlayan şeyleri düşünerek kendimizi heba etmemeliyiz. Olanla ölene çare yok.”
“Biliyorum, Nükhet Hanım, biliyorum. Ama gönül ferman dinlemiyor ki. Tarık öldüğünden beri içimde sürekli bir boşluk, bir yabancılaşma hissediyorum bütün dünyaya karşı. Çok uzun zaman önce değil, daha birkaç ay önce, sizin şu an oturduğunuz koltukta oturmuş, istirahat ediyordu. Yanına geldim ve onu öperek uyandırdım, bahçede gezinmek istedim. Mahmur bir tebessümle bana baktı, koluna girdim. O sırada odadaki pikapta, Bach’ın, BWV 639 parçası çalıyordu. Pikabı kapatmadım. Dış kapıyı açtım, terliklerimizle dışarıya çıktık ve bahçenin şakıyan bülbüllerini dinleyerek, içeriden gelen o klasik müziğin sesinin de ruhumuza iştirak etmesi ile birlikte, gözlerimizi kapatarak banka oturduk. O huzuru bir daha bulabileceğime hiç inanmıyorum. O gitti, Nükhet Hanım, Tarık öldü!”
Gözyaşı seline tutuldular. Onları görüyor ve duyuyordum fakat onlar benim orada, yanlarında bulunduğumu görmüyorlardı. Uzak, çok uzak bir ruhtum ben onlar için. Evet, ben bir ölüydüm. Ben bir ölüydüm ve ölüler ne görülür, ne duyulurdu fakat yalnızca bıraktıkları hatıralar hissedilirdi. Bu evin sessiz ve tozlu kapıları ardında yalnızca hüzün vardı şimdi. Ben ise bir yabancı ruh olarak etrafta gezinmekten ve orada yaşadığım hoş anılarımın peşinden gitmeye çalışmaktan başka hiçbir şey yapmıyordum.
Merdivenleri çıktım, tıpkı o ilk gençlik yıllarımın büyük coşkulu zamanlarında yaptığım gibi. Üst katlara çıktığımda dedemin, babamın ve benim uzun yıllar kullandığım çalışma odasındaki kitaplara, masaya ve pencerelerden duvarlara yansıyan güneş ışığının aksedişine baktım. Yukarıya, teras katına çıktım. Terastaki balkonun koltuğuna oturup, uzaklardaki sahile, henüz ilk gençlik yıllarımda bir gece yarısı mehtabın eşliğinde, o denizin karşısında kendisine sarıldığım ve şu an aşağıda beni hatırlayarak ağlayan eşim, Hülya’yı düşünerek, denize yansıyan güneşe, bulutların kızıllığına ve günün o güzel batışına baktım. Her şey aynıydı. Hiçbir şey değişmemişti. An, bütün yekpareliğiyle gülümsüyor, ihtiyar cesedin gençlik yıllarını yaşayan ruhuna büyük bir umutla bakıyordu.
Koltuğun yanındaki masada, uzun yıllar önce yazmış olduğum bir şiir gözüme çarptı. Bir saman kâğıdında kaleme döktüğüm bu şiiri, gençliğimde büyük bir umutla bezeli dakikaların eşliğinde, yine böyle bir yekpare huzurla bezeli an sırasında yazmıştım. Yüzüme vuran ılık bir İlkbahar rüzgârı eşliğinde geçmişimi tahayyül ettikten kısa bir süre sonra, ismi, “Huzur Bahçesinde Rüya” olan şiirimi okumaya başladım.
* * *
Huzur Bahçesinde Rüya
Şimdi ânın bütün yekpareliği ve bir tahayyül,
Gece mehtaplarında kanayan kızıl gül;
Ruhta derinden ışıldamakta o şevkli gönül,
Akşamüstü ihtirasları ve şakıyan bir bülbül…
Gece yıldızlar akseder mehtap havuzunda,
Çeşmesi belirir huzur bahçesinin ufkunda,
Loş parıltı dururken akşamüstü şafağında,
Fecirler kaybolur servilerin ardında.
O bahçede gece güvercinler cıvıldar,
Sarmaşıkların arasında uyuklar,
Mehtabın düştüğü havuz ışıldar,
Rüyada bir kadın mahmur ve leylâ parıldar…
Bu yüz, bu ıtır, bembeyaz ruhsâr, kıpkızıl lâl,
Anımsıyorum ilk dokunuşu, o şevk ile figân,
Saçlarında bal, gözlerinde zümrüt ve o an,
Işıldadı son kez bir huzur ile müteşekkil hâl.
Gözyaşı yağmuruna tutulduğunda ruhsâr;
Anımsar hülyalar o eski aydınlığı,
Sevimli bahçede umut dolu dokunuşları,
Aynalar yere düştüğünde izleyen rüzgâr…
* * *
Şimdi yine o zamanları, o yekpare huzurla müteşekkil dakikaları düşündüğümde aklımda beliren tek şey, her şeyin bir diğerinin yansıması olduğu ve her bir tahayyülün bir başka hatırlanışın izlenimi olduğu. Her şey yalnızca birtakım olgulardan ibaret. Süreç, yalnızca bir yanılsama fakat hissiyatlar ruha dolmakta. Görünmez karanlıkların zamanında ise yalnızca tutkular aydınlığı anımsatmakta.
Bütün o ihtiraslar, o izdihamlar, o derin tutkular… Her biri şimdi birer birer solmaktalar. Mehtap, bir deniz ile kıpkızıl bulutlar ve işte gökte güneş. Huzur ile müteşekkil şimdi her bir sergüzeşt. Yalnızca son karşılaşma ânında hissedilir tutkulu rüya. Kıymeti ise bilinmez yekpare mutluluk dakikalarında…
- Akseden Ruhlar - 1 Şubat 2024
- Günaydın, Canım - 1 Mart 2022
- Ağustos Vedası - 1 Kasım 2021
- Dört Duvar Arasındaki Düşünceler - 1 Ağustos 2020
- Karmakarışık Duygular Diyarı - 1 Mayıs 2020
Merhabalar. Bol katmanlı, Türk edebiyatına, klasik müziğe, sinemaya referanslı bir öykü yazmışsınız.
Hikayenin temel çatışması zamanı yakalamayan, aydın olmak isteyen birisinin aydın olamama çelişkisi. Tanpınarcı zaman muhafazakarlığı iyi bir boyut katmış. Pamuk’un tarzına benzeyen betimlemeler var. Darvınoğlu referansı hoş olmuş
Eleştirilerim ise ilki genel diğeri ise detay olmak üzere iki katmanlı. Öykünüzü beğenmiş olsam da bir sinopsis olarak anlat deseniz bunu başaramam. Güzel bir roman bölümüne, karakter tanıtımına benziyor. Ama öykünün temelde sahip olması gereken olay kısmını sezemedim.
Detaylara gelecek olursak, name dropping sayılabilecek yerler var. Üst kültür olarak kabul edebileceğimiz çoğu isim, ne yazık ki hikayenin kapsayıcılığını azaltıyor. Belki de bir yazar olarak niş bir eser oluşturmak istemişsinizdir. Bu tercihiniz de gayet anlaşılabilir tercih. Ama daha az isimle, daha hikayeye yedirilmiş biçimde bunu yapmış olsaydınız, hikayeye daha farklı bir renk katardı.
Ruhsal, mekansal betimlemeler çok başarılı. Dil bazen ağdalı olsa bile akıcı. Bu konuda gerçekten başarılısınız. Mektup kısmındaki dil, usta bir yazarın tarzını andırıyor. Anakronik dursa bile, sanki Tanpınar mektubu okuyormuşum gibi hissettim.
Hikayenizin olay bakımından hoşuma gitmese de, tarzınız, betimlemeler, yakalayabildiğim atıflar oldukça hoşuma gitti.
Merhabalar, öykümü okuyup yorumladığınız için çok teşekkür ederim öncelikle.
Tanpınar da, Pamuk da çok sevdiğim yazarlardır ve evet, bu öyküyü yazarken her ikisinden de detaylıca yararlanmaya çalıştım. Onları sevmemdeki temel nedenlerden birisi ise, edebiyata karşı olan gelenekselci tutumun karşısında durup, dönemlerinde yeni anlatım tarzları getirmeleri. Ahmet Hamdi Tanpınar’da bu durum bir bakıma Modernizm olarak, Orhan Pamuk’ta ise tam manasıyla bir Postmodernist anlatı olarak karşımıza çıkar.
Bu öyküyü yazarken ilk başta, başı ve sonu belli olan, geleneksel anlatı tarzında, giriş-gelişme-sonuç bölümleri olan bir öykü yazma amacım vardı. Fakat süreç ilerledikçe bunu daha yaratıcı ve üstü kapalı bir üslupla nasıl yapabileceğimi düşündüm. Nihayetinde, betimlemelerin yoğun olduğu ve olayı değil de, “ânın kendisini” anımsatan bir öykü yazma çabasına girdim.
Aslında hikâye de yalnızca iki yerde geçiyor: Tarık’ın odası ve su içmeye gittiği mutfak. “Günlük, Sekizinci Gece” kısmından itibaren okuduğumuz her şey aslında Tarık’ın yazdıklarında geçen şeyler ve aklında anımsadığı hatıralar. Tüm bunlar olurken bulunduğu tek yer ise kendi evi. Anlatımda geriye kalan her şey yalnızca Tarık’ın bilinç akışı olarak kalıyor. Ben bu hikâyeyi yazarken biraz da günlük hayatta karşılaştığımız şeylerle olabildiğince bağdaştırma kurup, aslında hikâyeden çok bir insanın bir gününü, o kişinin aklından geçen sıradan olayları da olaya katarak anlatmayı amaç edindim. Bir olay hikâyesinden çok bir durum, hatta bir “an” hikâyesi oluşturmamın nedeni de bu.
Detaylar konusunda size katılıyorum fakat ben bu söylediğinizi bir olumsuz eleştiriden ziyade, amacına ulaşmış birisinin aldığı eleştiri olarak kabul ediyorum. Şöyle ki, ben bu hikâyeyi yazarken okuyucunun anlayabilmesinden ziyade, hissedebilmesi adına yazdım. Bana kalırsa mektup bölümü de, mektup bölümüne kadar olan birinci bölüm de, “Günlük, Sekizinci Gece” bölümü de, anlatımları ve betimlemeleri nedeniyle, tek başına bile okunsa güzel bulunacak birer günlük yazısı gibi. Bütünden ziyade parça güzelliğine önem verdiğimi söyleyebilirim bu konuda. Ayrıca, üst kültür isimlerini kullanma nedenimin de bu sebeple dolaylı olarak bağlantılı olan iki nedeni var. İlk olarak, Oğuz Atay’ın bir röportajındaki cümlesinden bahsetmek istiyorum. Bir röportajında, neden yoğun ve zor anlaşılır yazdığına dair olan bir soruya, okuyucuyu hafife almak istemediğini belirterek cevap verdiğini okumuştum. Aynı şekilde, ben şiirde de hikâyede de, okuyucunun kendi anlamını kendisinin çıkarmasının daha güzel olduğunu, bazı kısımların kapalı olmasını ve bilhassa okuyucunun bilmediği kısımları kendisinin araştırarak öğrenmesinin okuyucunun kendisine de fayda sağlayacağını savunurum çünkü bana kalırsa bu durum, üst kültür isimlerinin eksiltilmeye çalışılmasından ziyade, okuyucunun da okuyup, araştırıp kültür seviyesini artırmaya yönelik bir avantaj olarak değerlendirilebilir.
Bu üst kültür isimlerine öykümde yer vermemin bir diğer nedeni ise, bütün anlatımlardan ve anlamlardan öte, öyküye hoş ve güzel bir atmosfer kattığını düşünüyor olmam. Şöyle ki, o edebi metinlere, o şarkılara ve daha birçok özel isimlere gönderme yapmasaydım bu öykü yarım kalırdı. Çünkü anlatmak istediğim şey aslında Tarık’ın aklından geçen şeylerden başka bir şey değildi. Bu bir bakıma, Tarık’ın bir gününden öteye geçemeyen bir anlatı aslına bakarsanız. Ona edebi değer yükleyen ise bizler, yani okuyucularız.
Belki de bütün anlatılanlar, Tarık’ın kaleminden çıkma birtakım hayali ögelerdir ve aslında hiç yaşamadığı şeylerdir, kim bilir? Bu sorunun net bir cevabının olmaması, hikâyemi istediğim ölçüde yazabilmiş olduğumu bana anımsatır. Anlam kapalılığını, herkesin kendinden bir şeyler bulabilmesinin güzelliği nedeniyle seviyorum.
Yorumunuz için çok teşekkür ederim tekrardan, geri bildiriminiz benim için çok değerli. İyi akşamlar.
Merhabalar. Uzun ve güzel bir cevap yazmışsınız. Teşekkür ederim.
“ânın kendisini” anlatan bir öykü yazma konusunda gayet başarılısınız. Galiba benim beklentim bir olay öyküsü okumaktı. O zaman yanlış kurşun attık diyelim.
Bir insanın sıradan gününün öyküleştirilmesi oldukça zor. Anlık düşünceler, hisler, geçmiş, hatıralar… Yani o kadar çok şey var ki dümdüz gözüken ve derinliği olmayan dümdüz bir günde. Hakikat başka tabi. İnsan ancak bunu detaylıca düşününce fark edebiliyor. Buna yanıt vermeye çalışmakta, oldukça riskli ama diğer yandan da epik bir girişim. Tebrik ederim. Doğru yoldasınız.
Anlatım tarzınızda modernist ve postmodernist unsurları başarılı bir şekilde harmanlamışsınız. Özellikle, geleneksel anlatı tarzından sıyrılıp yaratıcı bir üslupla yazma çabanız takdire şayan. Hikayenin sadece iki yerde geçmesi ve diğer olayların Tarık’ın bilinç akışında yer alması, öykünün atmosferini ve derinliğini artırıyor.
Bu açıdan doğru bir yolda ilerlemek güzel bir tercih. Ama “an” dışında eserlerinizi de değerlendirip taraflıca bir yorumda bulunmak daha rasyonel olur.