-I-
“Elindekini ocağa at ve bana yardıma gel!” diye buyurdu Adam, Çırağına…
Varoluş ve Yokoluş bugün kendi halinde akmaktan çok uzaktı. Varoluş yeşil yeşil parlayarak gürlerken, Yokoluş daha çok sarı sarı coşuyordu ve bunlar, ikisinin olağan renkleriydi.
Sarmal duman buklelerinden oluşmuş devasa gövdeleri, dönerek birbirinin içine giren bulutsu kollarıyla; yoku var, varı yok etmek üzere vücut bulan iki büyük kutsal, birer girdap misali dönüyordu.
Sadece dönmekle de kalmıyor, aynı zamanda birbirleriyle savaşıyorlardı da…
Düzenlerin dengesini kendi yanına çekmek için amansızca, insafsızca ve tereddüt etmeden birbirlerine saldırırken, göğe güneşin mi yoksa ayın mı yükseldiğinin farkında bile değillerdi.
Komik olan ise; bu yıkımın kendisinin, düzenleri dengede tutan tek şey olduğuydu. Onlar, her zaman birbirlerinin zıttıydılar. Diğerini dengeye getirendiler… Öbürünün güçlenmesini engelleyendiler… İlkbahar ve sonbahar gibi ya da doğu ve batı gibi veyahut ölüm ve yaşam gibiydiler…
Aslında hepsinden bir parça fazla bir parça azdılar.
Adam, işte tam burada, Dokuz katlı Düzen’in sıfır noktası denilen yerde, en detaylı haritalarda bile görünmeyen bu kayalıkta, 50 yıldır Sırların Sırrı’nda nöbet tutuyordu. En iyi ifadeyle küçük bir adacık olarak tarif edilebilecek bu simsiyah kayalık; bilinen bütün kurallara inat, sarı sarı ve yeşil yeşil parlayan girdapların altında, havada asılı gibiydi. Kayalık, Yokoluşun ve Varoluşun belirsiz ruh hallerine tanıklık ederken bu iki güç arasındaki mücadelenin tek izleyicisiydi.
Adamın kendisi dahil kimse Sırların Sırrı’nın nerede olduğunu bilmiyordu. Hele ki; bu kayalığın, ölümden sonra mı veyahut doğmadan hemen önce mi olduğu hakkında kesin bir fikre bile sahip değildi. Çünkü, gecenin gündüzle yer değiştirdiği, Güneş ve Ay’ın günlük sohbetlerini yaptığı, yer-su ruhlarının girmeye cesaret edemediği bu yer hakkında, efsanelerde bahsi geçen masallarda bile tek bir kelime dahi edilmiyordu.
Burası aslında ne vardı ne de yoktu.
Bu kadar basitti.
Kesindi.
Tartışmaya bile değmezdi.
Üstelik kiminle tartışacaktı ki!
Adını hatırlamayan ve bir daha asla hatırlamayacak olan Çırağının, Yokoluş’tan düşüp kapısının önüne yığılmasının üzerinden, daha iki gün bile geçmemişti.
Burada işler böyle yürürdü.
Bir gün biri, evinin önüne; duvarları, penceresinin camı, merdivenin trabzanı, zemini, taş ocağı, kolonları hatta küçük verandası bile iç içe geçmiş zincir figürleriyle süslenmiş, üzerine inşa edildiği kayalık gibi simsiyah parlayan iki katlı taştan evin bulunduğu kayalığa, düşüverirdi.
Düşen kişi kim olduğunu hatırlamaz ve bu yüzden ona Varoluş’tan düşmüşse Yeşil, Yokoluş’tan düşmüşse Sarı adı verilirdi.
Misal, Adam’ın adı Yeşildi. Varoluştan düşmüştü. Tahminine göre 16 yaşındayken, çapı yetişkin bir kayının 100 katı etmeyen bu kayalıktan adacıkta bulmuştu kendisini. Eskiden ormancı olduğunu düşünüyordu. Ne de olsa hiçbir şeyin ve her şeyin üzerinde havada asılı gibi duran bu yeri de öyle ölçmeye kalkışmamış mıydı?
Elbette, sol yanındaki şiddetli ağrıyla gözlerini açar açmaz bunları düşünmemişti. O an, gördükleri karşısında neye uğradığını şaşırmış halde çevresine bakınıyordu! Görüntü korkunçtu. İnsanı dehşete düşürüyordu. Sarı ve yeşil şimşekler çakarken, irili ufaklı kasırgalar toprağı titretiyor, öfkeli yıldırımlar birbirlerine saldırırken, kulakları yırtacak gökgürültüleri oluşuyordu. Yeşil, nefes almayı bile unutarak sert zeminden doğrulmuş, ayaklarının onu taşıyıp taşımayacağına umursamadan, hemen karşısında çılgınca bir savaşa tutuşmuş olan Sarı Girdap’a ve Yeşil Girdap’a bakakalmıştı. Çünkü, birbirine amansızca saldıran iki kutsal varlık, kıvrılıp bükülerek, birbirinin içine geçerek, Düzenleri içinde kaybedecek büyüklükte, tek bir girdapa dönüşmüşlerdi.
Kayalıkta uyandığı günden bahsederken “Ne cehalet!” demişti, önceki çıraklarından birine; “Büyük bir tedbirsizlikle iki kutsalın savaşının ortasında kalakalmış, ne saklanmış ne yardım aramış ne de merhamet dilemiştim. Hain rüzgar da beni orada öylece dikilirken buluvermişti. üstelik günlerden Kış Gündönümüydü!”.
Çırağı bunu duyar duymaz yüzünün rengi atmış, boynundan sarkan demir parçasına tutunuvermiş ve bildiği bütün duaları tek tek sıralamıştı. O çırağını, severdi. O da bir Yeşil’di ve eskiden Demirci olduğunu düşünüyordu.Yeşil’in onu bulduğu gün 10 yaşında yoktu, kaybettiğinde de 14 yaşına girmek üzereydi.
Burada işler böyle yürürdü.
Hiç bir günün sonunu göreceğin kesin değildi. Yeşil’in ilk gününde, eğer ustası Sarı ona yardım etmeseydi, başına neler geleceğini düşünmek, hala korkudan titremesine neden olurdu. Çünkü, çırağına anlattığı gibi, kayalıkta uyandığı gün; Kış Gündönümüydü!
Güneş’in Düzenlerdeki en uzak evini ziyaret ettiği o gece, herkesin bildiği gibi, karanlık yaratıkların Kara Güneş Festival’ini kutladıkları zamandı. Kara Güneş Festivali… Kara Güneş… Kim onun hakkında konuşmaya cesaret edebilirdi ki? Yıkımlara ilham veren… Büyük kötü Erlik Han’ın bizzat kalbinden söküp çıkardığı karanlık… Güneşin bile girmeye cesaret edemeyeceği derinliklerin karanlık yayanı… Düzenlerin dengesini Yokoluştan yana deviren… Bu yüzden Yokoluşun kutsamasına haiz olan…
Derler ki; Kara Güneş, Karanlıklar Ülkesi’nin göğünde parlayan saf kötülüğün kaynağıydı. Karanlık ışığını, nereye değdirse orası kararırdı. Saflığı, bozulup kirlenirdi. Bir daha da iflah olmaz, aydınlık nefreti ile dolup taşar, yine de ruhunun derinliklerinde onu arzulamadan edemezdi.
Derler ki; Erik Han ruhundan bir parçayı koparıp göğe asmadan önce, düzenlerin çarklarının henüz dönmeye başladığı zamanlarda, gök katlarında, yerde ve yeraltı katlarında, aydınlığın ulaşmadığı hiç bir yer yoktu. Güneş ve Ay ilk günlerin şevkiyle parlayıp her yeri ışığa boğardı. Taa o zamanlar, hiç bir art niyet hiç bir kuşkulu düşünce, böylesi bir aydınlık altında yaşayamaz ve yok olur giderdi.
Sonra bir gün karanlık geldi… Ansızın… En beklenmedik zamanda…
Hikayeler, karanlığın nasıl başladığına dair pek bir şey anlatmıyor. Ancak, eski metinlerde bazı ip uçları olduğu biliniyor. Ormanların kuytusundaki kalın bir sis perdesinin aydınlığı engellediğinden bahsediliyor ve o sise değen hayvanların saflıklarını kaybettiğinden… Gök katlarında bile toprağın altına girmeye cesaret edebilenlerin, artık, bir elin parmağı kadar olduğundan… Karanlığa uğrayanların Işıksızlık hastalığına yakalanıp gittikçe karardığından… Sonunda ruhlarının kapkara olduğundan…
Düzenleri yöneten kutsalların, karanlığı başlanıçta önemsemediği de bilinen bir gerçek değil midir! Karanlık değmiş, diyerek geçiştirenlerin bir çoğu, görmezden geldikleri o karanlığa kendileri de düşmedi mi? Nice eli güçlü savaşçılar, nice akıllı bilgeler, nice nefesi ve görgüsü kuvvetli toplayıcılar, şifacılar ve diğerleri telef olmadı mı? Peki ya gözünü hırs büyümüş başkaları… Bizzat Erlik Han’ın huzuruna çıkıp törenlerle kendilerini karanlığa bırakmadılar mı?
Karanlığı bizzat karartan Aydınlığın kendisi olmadı mı?
İşte böylece gün geldi, Erlik Han’ın yavaş yavaş kararttığı memleketler diyar oldu, o diyarlar büyüdü; gök, yer ya da yeraltı katı demeden düzenlere yayıldı. Dağları, ovaları ve nehirleri kapladı. İşgal etti. Kendine katılmayanı kılıçtan geçirdi. Cesurca karşı koyanlarla, yaratıklarına ziyafet verdi. İradesi karanlığı büyüttü, düzenlerin kuytularını ele geçirdi ve hakimiyetinin nişanı olarak elini göğsünden içeri daldırıp ruhundan bir parçayı koparıp çıkardı. Ve onu, hüküm sürdüğü toprakların üzerine yerleştirdi.
Güneş ve Ay, böylesi bir kötülük karşısında, o toprakları çaresizce terk etmek zorunda kaldı.
O gün, Kara Güneş’in ilk gündoğumuydu.
O gün, karanlığın temelli ve ebediyete kadar 9 katlı Düzene kazındığı gündü.
O gün, kapkara, kopkoyu, saf kötülüğün, ilk büyük zaferiydi.
Çekilen acılar, yitip giden saflık ve bir daha haber alınamayan ahaliler asla unutulmadı. Unutulmadığı gibi karanlığa düşenlerle, günün birinde, tekrar buluşmayı umut etmekten de asla vazgeçilmedi. Öyle ki; Düzenleri birbirine bağlayan Kara Tren, karanlığa düşen istasyonlarının adlarını çıkarmadı tarifesinden. Üstelik, 9 Katlı Düzende kaybolan her bir istasyonun;
ne Düzeni ortadan ikiye kesen ve İnsan Memleketi olarak bilinen Yer Katında olmasına baktı, ne Yer’in üstündeki 4 Gök Katında karanlığa düşmüş olmalarına ne de Yer’in altındaki 4 Yeraltı Katında kaybolmuş olmalarına önem verdi…
Hepsini hatırlamayı görev bildi…
Parlayan kristallere oyulmuş Göğün 3. Katındaki 12. İstasyon… İkiz güneşin kavurduğu, yüksek ve yalvaç kayalar arasına inşa edilmiş, köprüleri altından akan kırmızı nehirleri seyreden Yer Altının 1. Katındaki 82. İstasyon… Sarmaşıklarla örülmüş sütunlar arasından sızan azıcık gün ışığı ve ay parıltısında parlayan raylarıyla, nem ve odun kokulu yeşil bir örtüyle kaplı Yeraltının 3. Katındaki 102. İstasyon ya da çok yakın zamanda kaybedilen toprağın altına oyulmuş Yer’in yani İnsan Memleketinin 10. İstasyonu…
Belki bu yüzden, çabuk alevlenip çabuk sönen ve yer-su iyelerine verip veriştirmesiyle ünlü mizacıyla meşhur Kondüktör, Süt-Ak-Göl’e aksi vuran Beyaz Kule’yi her gördüğünde hala aynı şarkıyı söyler:
Gün gelir ayrılırsam varlığımın evinden,
Bir nefes gibi içime çektiğim huzurun ülkesinden,
Unutma beni ey toprağım, geri döneceğim yine de
Ateşler ve zulümler içinden geçip karanlığa düşsem bile!
Oysa, herşey yeni başlamıştı. Karanlığa düşen memleketler sadece bir başlangıçtı. Aydınlık ahalileri habersizce yaralarını sarmaya çalışırken büyük felaket ansızın onları buldu. Karanlığın ilk büyük kıyımı, Kara Güneş’in Erlik Han’ın toprakları üzerindeki tahtına oturmasından hemen sonra gerçekleşti. Güneşin düzenlerdeki en uzak evini ziyaret ettiği Kış Gündönümünde, Karanlığın Erlik Han’ın topraklarından çıkıp Aydınlık Düzen’in herşeyden bihaber ahalilerini kıyıp geçebileceğini, kimse bilmiyordu… Karanlığın böylesi dehşetli bir güce kavuşabileceğini tahayyül edebilen olmamıştı… İlk Kış Gündönümünde kan su gibi aktı. Ruhlar, bedenlerden çalındı ve Erlik Han’ın iktidarına güç katsın diye kara demirden inşaa ettirdiği evin temellerine atıldı. Eğer Güneş geri gelip karanlığı ait olduğu yere göndermeseydi, o gece tüm düzenler kararacaktı. Derler ki; Erlik Han o gece topladığı masum ruhlarla kendine büyük büyük evler yaptı, geniş geniş şehirler kurdu ve kendisi bile yaratılışındaki yüceliğin üstünde güçlendi.
Aydınlık ise İlk Kıyım’dan sonra kederle yanan büyük bir sessizliğe gömüldü. Kimse konuşmadı, gülmedi ve şarkı söylemedi. Kimse, başını topraktan kaldırıp göğe bakmadı. Kimse, ölümün rengi olan siyahtan başka bir renk giymedi. Koskoca bir yıl boyunca Güneşin altındaki topraklardan çıt çıkmadı. Dalgalar kıyıya vururken usulca serildi kumların üzerine, fırtınalardan en fazla bir nefes verişi kadar ses çıktı ve ormanlar sus pus kesilip, mateme büründüler. Ruhları, acıların denizine atılmış, başına buyruk bir rüzgarda savrulan bir salın içinde mahsur kalmış ama kurtulmayı düşleyemeyecek kadar kederin içinde kaybolarak, geçti zamanları. Ancak bedenleri çalıştı. Bir yandan derin mezarlar kazarken diğer yandan göz yaşları içinde sevdiklerini gömdüler. Babalar çocuklarını, torunlar ananelerini, komşular kimsesizleri… Henüz doyamadan kaybedilenler için her gece mum yakıp ruhlarının huzura ermesi için dua ettiler.
Taa ki Büyük Kıyım’ın yıl dönümüne kadar.
Bir sonraki Kış Gündönümüne kadar.
O gün herkes evine çekildi. Ocaklarını harladı. En özenli yemeklerle süslü sofralarını hazırlayıp en güzel kıyafetlerini giydi. Beraberce masaya oturdukları sofranın keyfini çıkarıp hasret giderirken, bir yıldan beri ilk defa, tasasızca gülüp eğlendiler. Sanki son geceleriymişçesine, vedalaşır ve bir daha asla bir araya gelemeyecekmişçesine yediler, içtiler…
Ve sayılı zaman hızla geçip istenmeyen saat uğursuzca geldi… Güneş istemeden de olsa Düzendeki en uzak evinin yolunu tuttu. Gece çöktü. Yıldızlar korkuyla titreyerek gökteki yerlerini aldılar. Ay bir diğer kıyımı engellemek ister gibi etrafı gümüş bir ışıkla doldurarak parlıyordu. Ne yazık ki çabası nafileydi. Karanlığı durduramazdı. O gün, karanlık, tekrar yuvasından çıkıp dalga dalga Aydınlığın evlerine çarptı. Acımasız, hevesli ve kararlıydı. Bir yıl önce başladığı işi bitirmek istiyordu. Gece bitip Güneş geri döndüğünde, Aydınlığın topraklarında yaşayan hiç bir canlı bırakmamak en çarpık arzusuydu. Ancak hiç beklenmedik bir şey oldu. Kapılar açılmadı, pencereler kırılmadı, duvarlar yıkılmadı. Aksine, pencerelerden gülüp eğlenen, ziyafet sofrasında karnını doyuranları gördüler. Şaşkınlığa düşüp öfkeye kapıldılar. Toprağı yerinden edip ağaçları kökleyip tarlalardaki mahsülleri kırdılar.
Kara Güneş, karanlığın hiddetiyle titredi, içini büyük bir öfke kapladı ve tüm gareziyle sarsıldı yerinde. Böylece yine kötülük zaptedilemez olmuş, Kara Güneş’in nefretiyle güçlenen karanlık yüzünden, ocaktaki ateş bir kıvılcıma dönüşmüştü. Ahali, bekledikleri sonun geldiğini anladı. Birazdan her şey sona erecekti. Ancak onlar kaçarak değil büyük bir kabullenişle teslim olmak istiyorlardı. Sanki kararlaştırmış gibi ziyafet masalarını terk ettiler. Kapıların önündeki holde toplandılar, kilidi çevirip kapıyı karanlığa açtılar. Korkmuyorlardı. Belki de ümitsizce sevdiklerine kavuşmayı ummaktaydılar.
Kara Güneş’in gözleri aç gözlülükle açıldı. Karanlık vakit kaybetmeden zevk çığlıklarıyla evlere hücum etti. İşte o an, şimdiye kadar hiç görülmemiş bir şey oldu. Karanlık yaratıklar kapılardan geçmek üzereyken, tek tek her bir evin eşiğinden bir ışık doğdu, güçlendi ve bütün görkemiyle beliriverdi. Öyle kutsal bir ışıktı ki; ne güneş gibi dokunuşu hissedilebilirdi ne de ocaktaki alev gibi ısıtabilirdi. Zira biri Güneş’in diğeri Ateş’in göreviydi. Bunun yerine karanlığa doğru uzanmış ve birer oka benzeyen ışık demetleriyle şerrin yaratıklarını yakıp kavurup küle çevirdi. Korkmadan… Yılmadan… Gücünden bir şey kaybetmeden… Karanlık, büyük bir hiddetle gece boyunca eşiklerden yayılan kutsal ışığa saldırdı ama hiç biri tek bir eve dahi girmeyi başaramadı. Sonunda, içinde azıcık karanlık barındıran herşey telef oldu. Arkalarından kara dumanlar bırakıp hiçliğe karıştı. Kara Güneş, acı ve çaresizlikle haykırdı. Çünkü, ilk defa içinde aydınlığın dokunuşunu hissetmişti. Işığın okları yüreğini dağlamıştı.
Güneş, Aydınlık topraklarda büyük bir umutla parladı o sabah.
O gün, Aydınlığın Karanlığa karşı ilk zaferiydi.
O gün, Düzenlerin koruyucusu Ülgen Han’ın kutsal ışığını bulduğu gündü.
O gün, Karanlığın Kış Gündönümünde bir daha kıyım yapamayacağını anlamıştı
Derler ki; Düzenleri kana bulayan Büyük Kıyım’ın sabahı Ülgen Han, Ruhların Kaynağı olan Süt-Ak-Göl kıyısında büyük bir acı ve kederler yürüken ve Beyaz Kulenin ruhlar gölüne yansımasını izlerken, kendinden geçip yeşil çimenlerin üzerine yığıldı. Ve tam bir yıl uyudu. Gözünü açmadı. Çaresiz seslenişleri duymadı. Hatta, şifacıların koruyucusu Suyla Han’ın irfanı bile onu uyanmaya ikna edemedi.
Kimi, onun hissettiği kederle hiçliğe düşüp kaybolduğunu düşündü. Kimi, düzenler tarihinde ilk defa bir kutsalın ölüm döşeğinde olduğunu söyledi. Kimi ise, karanlık tekrar geldiğinde aynı acıları yaşamamak için ruhlarının düzenleri terk ettiğini idda etti. Oysa Ülgen Han, bir sonraki Kış Gündönümünde, düzenlerdeki ahaliler sevdikleriyle vedalaşıp karanlığın elinden ölümü sessizce kabullenip kapılarını açıverecekken, bedeninden yayılan kutsal bir ışıkla aniden uyanıverdi.
Beyaz Kule ahalisi;
zırhları, kılıçları ve büyük komutanları Kök Han ile;
şifaları, duaları ve derin bilgeleri Titus ile,
hatta Düzenlerdeki Büyük Uyanıştan önce yaşamın çarklarını çeviren güzeller güzeli Maral Hanım ile Doğu Holünden yayılan ışığa bakakaldılar.
Taa kii Ülgen Han, içinden taşan kutsal ışıkla teraslarda görülene kadar öylece dikildiler. Ve sonra onu gördüler. Görür görmez anladılar geri döndüğünü ve böylesi bir kutsallık karşısında dizleri üstüne çöküverdiler.
Oysa Ülgen Han Beyaz Kule’nin önüne kadar gelmiş karanlık mahluklara bakıp haykırdı.
“Ahalimi kıyımdan geçirdiniz, ruhlarındaki ateşi söndürdünüz. Kara Güneşinizin emriyle, ilmek ilmek dokuyarak büyüttüğüm Düzenlerimi, Acılar Denizinde boğdunuz!
Tüm acıların hesabını sizden sormayacağım mı sandınız?
Kıskanç yüreklerinizin Düzenlerimi arzuladığını bilmiyor muyum!
Üstünde, üzerinde ve altındaki çocuklarımla, onu, size bırakacağımı mı sandınız?
Bir yıldır uyuduğumuz mu sandınız!
O gün Ruhlar Gölünün kenarında keder içinde yürürken yeşil çimenlere değil derin bir ilhama düştüğümü kimse fark etmedi mi? Ve şimdi, kış gündönümünde bana en çok ihtiyaç duyulduğu zamanda geri döndüm. Hem de gönlüme doğan ilhamın kaynağını bulmuş olarak geri döndüm.
Bundan böyle hükmümdür herkes dinlesin; Kış Gündönümünde bir daha hiç kimse yataklarında, ocaklarının başında ve onlara güvenle yaşamak için verdiğim yuvalarında habersizce ölmeyecek. Kapılar kırılıp evler yağma edilmeyecek. Pencereler yerlerinden sökülüp ruhlar sinsice bedenlerden çalınmayacak. Ahaliler telef olmayacak, kıyımdan geçmeyecek, ölümü kabul edip kendi cenazelerine gidermişçesine sofraya oturmayacak. Çünkü, Aydınlık topraklarda yaşayanlara evlerini geri veriyorum. Orada güvenlik içinde, kutsal ışığın ve benim korumam altında yaşayıp, karanlığın yaratıklarından korunacaklardır. Ben, Düzenlerin Koruyucusu Ülgen Han, kendime ikinci bir isim aldığım bilinsin. Bundan böyle kendimi Kapıların, Geçitlerin ve Eşiklerin Sahibi ilan ediyorum. Benim iznim olmadan hiç bir karanlık, Aydınlık topraklardaki hiç bir evin kapısından giremeyecek. Girmeye çalışanlar yanıp kavrulup yok olacaklardır.”
Karanlık, o günden sonra da her Kış Gündönümünde ruhları avlamak için Düzenleri bir geceliğine işgal etmeye devam etti. Hırsı, öfkesi ve aydınlığa duyduğu nefret öyle güçlüydü ki yarattıkları yıkımla, ocaklardaki ateşi bir parça kıvılcıma çevirip Yokoluşun himayesine girdiler.
Ve Ülgen Han sözünü tuttu. Lakin bu çok uzun zaman önceydi. Olanları hatırlayan çok az kişi kaldı geriye, orada olup kutsal ışıktan ibaret olan kutsalı görenlerin sayısı ise belki bir elin parmakları kadar şimdi. Olsun, hatıralar hatırlamaz ama ruhlarımız hatırlar. O günden sonra ahaliler, kapılarını zorlayacak karanlık yaratıkların uzak durmalarını hatırlatmak için, Ülgen Han’ın ışık saçan mavi gözlerini hatırlatan mavi-beyaz boncukları evlerinin önüne, eşiklerinin kenarına yerleştirmeyi adet edindiler. Kötü gözlerin nazarı sahibine dönerken, ahaliler, Kıyım Günlerinde evlerinde güvende oldular.
-II-
Yeşil, tüm bunlardan habersiz, Çırağına anlattığı gibi fırtınanın ortasında, dehşetin kol gezdiği Kış Gündönümünde, kayalıkların üzerinde yapayalnız duruyordu. Nerede olduğunun farkında değildi ya da günlerden hangisi olduğunun… Üstelik, kaçacak yeri ya da kendisini kurtaracak irfanı da yoktu. Kafasını kayalıklara çarptığından görüşü bozuluyor, şiddetli bir baş ağrısıyla midesi bulanıyordu. Karanlığın musibetlerinden biri, soluk bir duman gibi gezinen kötücül bir Rüzgar, onu, en savunmasız anında, tıpkı kendisine sunulmuş bir kurban gibi kolaylıkla buluvermişti. Habis bir zevkle Yeşil’in çevresinde dönmüş dolaşmış, türlü eziyetler çektirmiş, aklıyla oynamıştı. Bununla da yetinmeyip, yerlerde süründürüp dizlerini kırmış, tutunmaya çalışan parmaklarını tek tek koparmış, bağırmaya çalışırken ağzından içeri girip onu soluksuz bırakmıştı. Sonunda, Rüzgarın onu kayalıklardan aşağı atmaya çalıştığını anlayıp hayatı pahasına savaşırken, Rüzgar iyice deliye dönmüş ve Yeşil’i önce havaya kaldırıp sonra da genç bedenini kayalara çarparak bütün kemiklerini kırmıştı. Bundan sonrası kapkara bir boşluktu.
- 3575 - 1 Mayıs 2020
- Dede Korkut Günlükleri: Baba ve Oğul - 1 Temmuz 2019
- Gök Sahanlığı Savaşı - 15 Mayıs 2019
- Körler, Davullar, Feda - 15 Ocak 2019
- Benim Adım Ne? - 15 Eylül 2018
Sıralı cümlelerin harika. Kıskandım diyebilirim.
Cümlelerin yerine göre kısa yerine göre uzun, seçimlerin ve kelimelerin yerine oturmuş.
Kısa paragrafların da özendiriyor beni. Henüz edinemediğim bir teknik.
“Burada işler böyle yürürdü.” Tekrarları güzel oturmuş.
Her cümle hem basitlikten hem de aşırılıktan uzak. Belli ki ne yazdığını kelime kelime biliyorsun. Benim “oluk oluk yağmur”daki gibi değil.
“Yeşil’in onu bulduğu gün 10 yaşında yoktu, kaybettiğinde de 14 yaşına girmek üzereydi.”
Yazarın anlatım seviyesine belirten bir cümle.
“Burası aslında ne vardı ne de yoktu.
Bu kadar basitti.
Kesindi.
Tartışmaya bile değmezdi.
Üstelik kiminle tartışacaktı ki!”
Bir okuyucu olarak hiç yadırgamadım paragrafları. Hatta yüklediğin anlam hoşuma gitti.
Genel olarak, okurken iki görüntü belirdi gözümde. Biri kelimelerde diğeri anlamlarda saklı iki farklı hikaye.
Farklı teknikleri bir arada kullanabilmen beni şaşırttı. Birazcık da kıskandırdı.
Kelime hazinen geniş, itiraf etmek gerekirse benden bile fazla.
Gözüme takılan fazla bir şey olmadı. Sadece, eğer ben yazmış olsam, aşağıdaki kelimeleri kısaltmaya çalışırdım. Tabii ki anlamda hafif bir değişme yaşanabilir. Fakar aksi taktirde, okuyucu için – hele hele, hikayendeki akıcılığa alışmış bir okuyucu için- duraklatıcı. Benim için ise kekemeletici oldu.
Sanki son geceleriymişçesine, vedalaşır ve bir daha asla bir araya gelemeyecekmişçesine yediler, içtiler…
Sanki son geceleriymiş gibi vedalaşır ve bir daha asla bir araya gelemeyecekmiş gibi yediler, içtiler…
Gelecek ayda burada olmanı dilerim.
Yorumun için çok teşekkürler. Açıkçası ilk defa yazdığım bir şeyi başkası okudu. Resmi olarak ilk sensin 🙂 Beğenmene çok sevindim. Kayıp Rıhtıma gönderirken biraz çekindiğimi söylemem lazım. Sanırım, daha önce bu şekilde kendimi hiç ifade etmediğim için.
Yazdıkların konusunda çok haklısın. Yeni yazdığım hikayelerde söylediğin akıcılık ve akıcılığı bozan uzun kelimelere daha çok dikkat edeceğim. İkinci hikayemi de gönderdim seçkiye, eğer yayınlanırsa, tasvirlerde bu tavsiyeni uyguladığımı göreceksin.
Hissettiğin de çok doğru. Katmanları seviyorum. Gözüken, sonra gözükecek olan ve hiç bir zama dile gelmeyecek olanlar beni çekiyor.
Tekrarlarımı beğenmenden ayrıca çok mutlu oldum. Anlamı ve durumu kuvvetlendirmek için kendiliğinden gelişmişlerdi. En azından doğru bir şekilde kullanıp kullanamadığımdan emin değildim.
Okuduğun, yorumladığın, vakit ayırıp bana kattığın herşey için çok teşekkür ederim.
Sevgiler
Dipsiz
neden artık yazmıyorsun. Her ay sana ait bir hikaye arıyorum.