Öykü

Dede Korkut Günlükleri: Baba ve Oğul

“Her zamanki gibi yürürüm yol üstünde ve altında…”

Benim gibilerin her yola çıkışında söylemekten hoşlandığı şarkının dizesini aklımdan geçirirken, yanımdan hızla geçen hafriyat kamyonunun kaldırdığı tozu, elimi sallayarak geçiştirmeye çalışıyordum. Ne yazık ki bir kısmını yutunca öksürmeye başladım.

“Dede! İyi misin? Gel hele şöyle otur da sana bir bardak su vereyim?”

Seslenen kırklı yaşlarında bir adamdı. Boncuk gözlerinden yorgunluk akıyor, koca göbeğini koruyan kazak ve yeleğinin üzerine yağ lekeleriyle dolu bir işçi montu giyiyordu.

Yavaşça yanına yürüdüm.

Sakallarımın arasından sabah geçtiğim çayırın kurumuş tohumları görünüyor, beni tam bir berduş havasına sokuyordu. Çamura bulanmış deriden postallarım eski zarafetini çoktan yitirmişti.

Adamın bana gösterdiği yere oturdum. Bu sırada içeride aletleri temizleyen ufaklığa seslendi:

“Oğlum koş bize içerden önce su getir, sonra da çay. Yanına da dolapta ne bulursan ondan getir.”, bana dönerek “Dede aç mısın? Azcık peynir ekmek olacaktı.” dedi.

Henüz on yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim oğlu, hızla içeri koştu ve elinde iki bardak su ile geri geldi. Bardakları uzatırken “Baba peynir yok, kalanını ben yemiştim ya!” dedi suçlu suçlu, sonra içeri fırladı yine…

Suyumu içerken adamın gözlerinin yere indiğini gördüm, suyu bitirdikten sonra uzanıp elinden tuttum. “Yokluk utanılacak bir şey değildir. Bak sen bir oğla sahipsin. Benim ise sırtımdaki kaban ayağımdaki postaldan başka sahip olduğum bir şey yok.” dedim.

Adamcağız, “Dede, sağ olasın!” dedi ve devam etti “Dede, izin varsa adını bahşeder misin?”

“Oğlum, bana Dede Korkut derler!” dedim, oğlanın getirdiği çayın sıcaklığı ile yaşlılıktan buruşmuş ellerimi ısıtırken. Oğlan ise çoktan babasının kucağına oturmuş beni inceliyordu.

Adam ne diyeceğini bilemez gibi baktı önce ve sonra konuştu, “İsminin anlamını tam çözemedim ama senin bir bildiğin vardır elbet.” diyerek eliyle derme çatma kulübeyi gösterdi.

“Gördüğün tamirhanenin ustası benim. Kağıthane merkezinden taa Halaskargazi’ye doğru giden viyadüğün dibindeki ekmek kapım burası! Galatasaray Stadyumu yapılırken taşınmıştım buraya lakin şimdi stat bitti. Çok az inşaat kamyonu buralarda dolanıyor ve biz ancak karnımızı doyurabiliyoruz” dedi ve oğluna bakıp sessizleşti.

Halden anlar vaziyette gülümsedim, çok sıcak olmasına rağmen çayımı bir dikişte bitirdim.

Usta, “Oğlum, bizim oraların pekmezinden vardı tezgahın altında, sıcak suyla bir karıştırıver onu.” dedi ve fırlayıp içeri koşan oğlunun arkasından bana döndü tekrar “Dede, akşam karanlığı geceye karışır, gidecek yerin yoksa buyur tamirhanenin üst katındaki evime konuk ol.”

Ustanın “ev” diye bahsettiği yer, yıkılacakmış gibi duran tamirhanenin asma katına tutturulmuş gibi görünen tek göz odadan ibaretti. Beklenti dolu gözlere hayır diyemedim. “O zaman pekmezi yukarıda içelim ha usta!” diyerek yerimden kalktım.

Usta memnun bir gülümsemeyle “Çok yaşayasın!” dedi ve tabureleri eline aldı, giriş kapısını içeriden kapatıp naçizane atölyesinden asma kata çıkan daracık merdivene yönlendirdi beni.

Yerdeki sedirleri ve ulu bir geyiğin suretinin dokunduğu duvar halısı ile oldukça sade görünen salona girdim. Kabanımı çıkarıp duvar halısının karşısına oturdum. Oğlan yanımıza geldiğinde, bir tepside su bardaklarına konmuş koyu kırmızı bir içecek taşıdığını gördüm.

Usta oturduğumuz sedirin önüne alçak bir sini yerleştirdi. Üzerine bardaklarımızı koyup oğlunu yanına oturttu ve başladı anlatmaya: “Dede ben Kastamonuluyum. Babalarım çok uzun zaman önce buralara gelmek zorunda kalmışlar, köyde kimse kalmamış bizi tanıyan. Babam ve babamın babası bu şehirde çalışıp didinmişler, dürüst adama bir lokma ekmeğin haram olduğu zamanlar yaşamışlar. Sonuçta gururlarına leke sürülmeden ama fakir olarak ölmüşler. Ben de bütün yıl çalışır, didinirim az çok para biriktirir sonra kimsenin beni tanımadığı köyümden, dağlara, ormanlara ve vadilere doğru başlarım yürümeye. Olsun derim, beni tanımasalar da orası toprağımdır! Sen hiç Azdavay’ı gördün mü, ya kanyonlarını ya kartalların uçtuğu derin vadilerini?”

“Azdavay Vadisinde daha önce bulunmuştum.” dedim, bana sunulan içeceğin tadına bakmak için uzandım “Elma mı bu?” diye sordum.

Usta’nın gözleri parladı “He Dede, yabanıl elmadır bu! İşte bu yürüyüşlerimde keşfetmişimdir. Vadinin yabanıllığında yetişir, pazarda göremezsin ya da büyük gemilerle uzak memleketlerden gelen elmalara benzemez, şifalıdır her şeyden önce!” ve oğluna dönüp “Değil mi koçum!” dedi.

Oğlu meraklı bakışlarını üzerimden ayırıp “Evet, baba.” dedi.

Sohbet böyle uzadı gitti, genç oğul babasının kollarında uyuya kaldığında, Usta’nın bütün gün yüzünde yer alan neşeli ve kanaatkar ifadenin silindiğini gördüm. Tek göz odalı evlerinin bir kenarına yatırdığı oğlanın üstüne yorganını örterek yanıma geldi. Istırap ve acıyla titriyordu dudakları, sakalının sakladığı çizgiler kırklı yaşlarındaki bir adamın değil, ümitsizlik ve kederin omuzlarına yüklediği bahtsızlıklarla geçen ömrün yarattığı yarıklardı.

“Dede’m, Oğlum ölüyor” dedi, gözlerinde akmak üzere olan yaşlarla “Sırtımda taşıdım, hastanelere götürdüm. Doktorlardan biri insafa geldi de bizi muayene sırasından ve beklemenin çilesinden çekip çıkardı, testleri yaptırdı, röntgen çektirdi. Bundan bir hafta önce beni çağırdı, dedi ki oğlun gelmesin!”, bir yandan konuşuyor diğer yandan akmaya başlayan göz yaşlarını siliyordu. “Doktor dedi ki, oğlumun ciğerlerinde bir sorun varmış, tedavisi yokmuş, onu rahat nefes alabileceği bir yere mesela dağlara götürmeli ve İstanbul’dan uzaklaştırmalıymışım. Hele ki ekmek kapımın olduğu bu toz deryasından hemen kurtarmalıymışım. Dedem, dedim sana kimsem kalmadı. Oğlumu emanet edebileceğim ninelerden hiçbiri yaşamaz artık!” dedi ve koskoca adam derin derin ağlamaya başladı.

İşte o anda yandım bittim ve küllerim acı acı rüzgârda savruldu. Bedenimi ayakta tutan ruhlarım aynı anda keder denizine düşüp ıstırabın en büyüğünü hissetti. Ellerimi vurdum dizlerime, başımı salladım iki yana ve sadece “Çok üzüldüm.” diyebildim.

“Ben böyle hep yol boylarında yaşadım, çok gördüm gelip gideni, amaçsız olanı ya da kaderin askerini! İşte sen gördüklerimin hiçbirine benzemezsin. Doğru bildim di mi Dede, sen diğerleri gibi değilsin?” dedi yaşlı gözlerle.

Usta’nın gözlerindeki yaşların içine gizlenip yanaklarından akan kederi görünce dayanamadım. “Usta” dedim, “Doğru söylersin. Diğerleri gibi değilim. Adım sadece bir ad değildir. Düzenler arasında gezen koca bir ailenin de unvanıdır!” dedim.

Söylediklerimden bir şey anlayıp anlamadığını bilmiyordum ama umduğu kişi olduğumu söylediğimi varsaydı. Umut gözyaşları geldi bu sefer, cesaret edebildiği kadar yüksek sesle sordu “Oğlum’a yardım edecek misin?”

Elimi, bu genç yaşında yaşlanmış sağlıklı adamın omzuna koydum “Edeceğim.” dedim ve yerimden kalkarak salonun öbür ucunda uyuyan yavrunun yanına sokuldum, babası da merakla karşıma geçip bir bana bir oğluna bakıyordu.

Önce siyah saçlarını sevdim ateş parçasının, sonra alnına baş parmağımı koydum. Endişeyle beni izleyen babasına dönüp “İlk önce bir bakacağım.” dedim.

İçeride gördüklerimi nasıl anlatsam, bana hissettirdiği çaresizlik hissini, kaderin acımasızlığına isyanımı!

 

Evleri yarım kalmış ruhlar düşünün, soğukta, yağmurda, yakıcı güneşte: Nasıl yaşar onlar?

Tarlalara saçılmış tohumların sürülmemiş toprakta büyümeye çalıştıklarını getirin aklınıza: Nasıl yeşerir, büyür ve gelişir onlar?

 

Yaşamın bu minik bedene bir tutam sevgi bir tutam özveri ile bağlı olduğunu düşünün: Nasıl devam eder yoluna, eğer kaderinde ölmekten başka bir şey yoksa?

Yavrunun başını okşarken sessiz kaldım, sonunda “Annesi oğlunu doğururken öldü değil mi, hatta doğum da düşündüğünüzden erken oldu?” diye sordum.

“Evet…” dedi ve ıstırapla yanan konuşmasına izin vermedi.

Ustanın dizine elimi koyup “Oğlununki tam olarak bir hastalık değil.” dedim.

“Nasıl ola ki o dediğin?” dedi, acılar içinde!

“Erken doğum yüzünden Oğlu’nun ruhları, bedenine yerleşememiş. Annelerin bedenleri doğum anında yavrularına yerleşecek ruhlar için Düzenin en kutsal yeri olan ve ruhların bekleştiği Süt-AK-Göl’e geçit açarlar. Ancak doğum öyle ani olmuş ki, ruhların bedene yerleşmesi tamamlanamamış. Annenin ruhu da bebeğin acısını hissedince kendi ruhlarını aktarmaya çalışmış ancak içgüdüsel olarak yaptığı fedakarlık işe yaramamış ve bebeğini kurtarmaya çalışırken bu dünyadan göçmüş.” dedim.

Usta’nın gözleri bir benim bir oğlu arasında gidip geliyordu.

“Çok üzgünüm Usta!”dedim, “Ruhları yarım, evleri yıkık, çocukluktan gençliğe geçebilecek gücü ne yazık ki yok içinde.”

Usta konuşamadı ve sadece ağladı. Yüzündeki her yarıktan aşağı şelaleler boşalıyordu. Kaderin vurduğu, kimsenin umursamadığı sadece birbirine sahip olan baba-oğul için bu yaşamlarında acıdan başka bir şey bahşedilmemişti.

İçin yanıyor, nasıl bir irfanın şifa olabileceğini düşünmekten başım zonkluyordu. Gözüm duvardaki halıya, ulu geyiğe ve arkasındaki ormana kaydı. “Olabilir mi?”diye düşündüm ani bir ilhamla ve anında karar verdim. “Usta haydi kalk” dedim. “Gidiyoruz.”

Halının yanına gelip ona doğru içimdeki tüm irfanla üfledim. Ulu geyik aniden canlanarak olduğu yeden birkaç kez zıpladı ve halının resmettiği ormanın içinde kayboldu. Hemen sonra küçük asma kat değişmeye başladı. Yerdeki halı kahverengi bir orman zemine, duvarlara çakılan ahşap şeritler asırlık kızılçam, karaçam ve hatta yabanıl fındığa dönüşürken, tamirhaneye bakan camdan içeri orman gülleri, giriyordu.

“Yüreğini ferah tut Usta! Bu geçit senin ata memleketine açılıyor. Oraya oğlunu kurtarmaya gideceğiz. Sen bu ulu dağların, derin vadilerin ve zirveleri başka düzenlerde gezinen ağaçların çocuğusun; ha damarlarında akan kan ha ağaçların köklerinde akan öz! Düzenler üzerinde senin için en güvenli yerde kısa bir yürüyüşe çıkacağız. Tıpkı pekmez yapmak için her yaz ziyaret ettiğin Azdavay Vadisinde dolandığın gibi olacak. Sadece bu seferlik memleketini benim gördüğüm gibi göreceksin.” dedim şaşkınlık ve korkuyla donakalan Usta’ya! Ancak o başka çaresi olmayan bir babaydı. Bu yüzden cesartele katıldı bana ve bize açılan geçitten içeri girdik. Biraz ilerlemiştik ki önce belli belirsiz sonra güçlü bir şekilde duyduğumuz davul seslerini fark ettik. Yönümüzü seslere doğru çevirdiğimde çok geçmeden ritimlerin gücünü hissedebilecek kadar yakınlaşmıştık.

Usta, “Kalp atışlarına benziyor.” dedi.

“Usta” dedim, onun baktığı taraftaki yükseltiyi göstererek “Bu tepeyi aştıktan sonra davulları kimin çaldığını göreceksin. Orada sana ve oğluna yardım isteyeceğiz.” dedim.

Anladım, der gibi başını salladı ve benimle birlikte tepeyi aştı. Tepeyi aşar aşmaz da şaşkınlıktan nefesi kesildi “Bu da ne böyle?” diyebildi.

Çevresini ulu ağaçların kökleri tarafından çevrilmiş devasa büyüklükte bir oyuk karşımızdaydı. Aşağıda, yükseltinin kaybolduğu ve toprağın düz bir zeminle buluştuğu geniş açıklıkta ise kırmızı cübbe giymiş, başlıkları ile yüzlerini kapatmış çok sayıda Ateş İyesi güçlü bir ateşin etrafına çizilmiş bir çemberde toplanmışlardı. Varlığımızın farkına vardıklarında davullar durdu ve aralarından en güçlü görünen Ateş İyesi yanımıza kadar geldi. Başlığının arkasına saklanmış gözleriyle her ikimizi de baştan aşağı inceledi. Sonunda odunun yanarken çıkardığı sese benzer bir sesle konuştu:

“Bir insan ve bir Dede görüyorum. Toprağım hissettin mi, havam gördün mü, suyum bildin mi, şaşkınım iyelerim!” dedi ve durdu. Acelesi yokmuş gibi bizi tekrar gözden geçirdi ve tekrar konuştuğunda bunu sadece istediği için yaptı. “Sen!” dedi Ustaya dönerek “Damarlarında buraların mirasın taşıdığını görebiliyorum, sana zarar vermeyeceğiz. Çocuğumuzsun nihayetinde!”dedi ve minnettar olmasını bekler gibi Ustaya baktı.

Usta’nın gözleri kocaman açılmıştı, duyduğuna sevinmiş olacak ki “Sağ olasın, var olasın!” dedi.

İye, Usta’ya bakıp “Sağ’ım, Var’ım!” dedi ve bana döndü, bu defa sesi açıkça kızgındı. “Peki ya bir Dede neden burada ola ki? Hikâyelerin mi bitti?”

“Buraya hikâye toplamaya gelmedim. Buraya toprağınızın çocuğundaki kan pusulasını kullanarak geldim, hem sizin hem de onun misafiriyim; öyle ki, çok önemli bir ricası vardır sizden!”diyerek yerlere kadar eğildim.

Ateş İyesi bir süre bize baktı, hiç konuşmadı ama eliyle çemberin içinde yanan ateşi gösterdi.

Ateş İyelerinin koruyuculuğunu yaptığı ateşte insanı ne kavuran ne de ısıtan bir sıcaklık vardı. Bu durumun olsa olsa tek bir anlamı olabilirdi; önümde alevden dillerle dans eden devasa ateş, gerçek ateş değil, kutsal bir ateşti! Ona yaklaşan her adımımızla görkemi artıyor, iradesinin gücü karşısında ruhlarımız küçülüp ufacık olurken, hem yürümemizi zorlaştırıyor hem nefes almamıza zar zor izin veriyordu. Ateşin içindeki kadim varlığın gücü yüzünden zar zor ayakta duruyordum.Tam o sırada çok eski zamanların irfan dolu ve korkutucu varlıklarından birinin sesi duyuldu:

O kutsal varlık “Dede!” diye seslendi bana. “Buraya en son geldiğinde epey olay yaratmıştın. O zamanda, tıpkı şimdiki gibi kafana estiği gibi gelmiş, gönlünü çeken hikâyeyi almış, sonra sırlara karışmıştın. Ne vakittir bu dağlara, derin vadilere ve irfanı koruyan ovalara girmen yasaktır.”dedi ve kısa bir sessizlikten sonra devam etti “Şimdi seni yine burada görüyorum! Üstelik yanında bizim çocuklarımızdan birini de getirmişsin! Bu seni dokunulmaz yapmaz!”dedi. Üstelik devam etti:

“Adım Azdavay olduğu sürece verdiğim hükmümü koruyacağım ve bekçiliğini yaptığımız hikâyelerden seni uzak tutacağım. Cezanın sürgün olduğunu kabul etmeli ve buradan hemen gitmelisin. Yoksa seni derin mağaralarıma, ışıksız, susuz ve içinde çok eski şeylerin uyuduğu köklerime hapsederim; taa ki dağların kökleri tekrar suya kavuşana kadar!”dedi.

“Ah, Azdavay!”dedi bir kadın, sesinde şefkat ve anaç bir sahiplenme tınısı saklıydı “Senin irfanın ve görüşün hepimizden derindir. Ancak, bu senden beklediğimden de erken bir karardı? Söyle, Ağlı olduğum günden bu yana fevri kararlarını önlemek için elimden geleni yapmadım mı? Şimdi de öyle yapacağım, sana tavsiyem; Dede’yi dinlemiyorsan bile topraklarımızın çocuğunu dinle!”dedi.

Bir kurt uluması Azdavay ve Ağlı’nın konuşmaları arasında dolanmaya başladığında işlerin gittikçe sarpa sardığını biliyordum.

“Ben ki yüksek dağların bekçisi, Bozkurt’um!”dedi ve devam etti. “Zirvelerim bulutlarla kaplı, yamaçlarıma yuva yapar baykuşlar ki biri; bilge bir üç başlı! Geleceği görürler en derin bilgelikle! Bana günün birinde döneceğini söyledikleri ihtimal vermemiştim, lakin şimdi onların haklı olduğunu görüyorum. Buraya sadece iyilikle gelmiş olsan da cezanın verilmesinden yanayım!” dedi. Harlanmış alevler arasından bir parça koparak çembere indi ve devasa bir bozkurt olarak vücut buldu.

Aniden yerin sallanmaya başlamasıyla irkildim! Güçlü, sakin, doğuştan yüce vir ses duyuldu. O ses şöyle diyordu;

“Sessizlik!”

Ve Küre Dağları, eski adlarından biriyle İsfendiyar Dağları boyunca, konuşan tek bir varlık kalmadı.

Bu sessizlikte düşüncelerimin gürültü yapacağını bildiğimden düşünmüyordum bile! Bir süre kimse konuşmadı, düşünmedi, kalpler göğüs kafeslerinin içinde korkuyla ve saygıyla gümlüyordu!

“Zaman içinde adım üzerimde yaşayan varlıklarımla değişti, şimdilerde bana Yaralıgöz derler! Bilmem gözümün gerçekten yaralı olduğunu mu düşünürler yoksa tepemdeki iki ayrık kayadan mı esinlenirler… Köklerimin sulara kavuşacağı günü beklerken bana bir yanımda Abana diğer yanımda Devrekani eşlik eder. Mutlak sessizliğin üstümüzü örteceği gün hâlâ çok uzakta! O zamana kadar daha birçok kez Dede’yle karşılaşacak, hikâyeleri paylaşacak ya da onları kendime saklayacağım Bu yüzden genç yer sahibim, Bozkurt’um, peşin hükümlü olmamalısın!”

Usta o an büyük bir cesaret gerektirecek bir harekette bulundu ve tüm kutsalların önünde konuştu.

“Yüce varlıklar” dedi, “Lütfen bana ve Dedeme acıyın. Onu evimin önünden yürüyüp geçerken gördüm. Bir bardak su, bir parça ekmek ve yatacak yer teklif ettim. Burada cezalandırılması gereken biri var ise o benim; çünkü şimdiye kadar hep yol kenarlarında yaşayan gözlerim Dedem’de bir farklılık olduğunu fark ettiğinde ondan yardım isteyebileceğimi düşündüm.”dedi sesi üzgündü ve bana iki elini açarak özür diler gibi baktı. “Başka çarem olsaydı, bunu yapmazdım. O sırf bana yardım etmek için buralara kadar geldi.” diyebildi.

Bu sırada, Devrez Hanım ateşten koparak çembere girdi. Su yeşili saçlarını savururken, çıplak ayaklarının şereflendirdiği çemberde ip gibi derecikler oluşuyordu. Damarlarımın taşıdığı su bile ona kavuşmak için beni terk etmek istiyordu. Griye dönen elbisesi altında beliren o güzel kollarını uzatıp, dingin suyun acelesizliğiyle doya doya konuşur gibi bize, “Hoş geldiniz.” dedi.

Sesinin ahengini nasıl anlatmalıyım bilmiyorum. Güzel bir göletin dinginliği gibi sonsuzluk hissi veren ya da isterse coşkun isterse haylazca akan bir nehrin çocuksuluğuyla aniden yaramazlık yapıverecekmiş gibi beklenti yaratan bir ses duydunuz mu hiç hayatınızda? İşte Devrez Hanım’ın su gibi akan sesi öyleydi…

“Damarlarında varlığımızın yankısını duyduğumuz, bizden uzak düşmüş çocuklarımızdan birini görmek her zaman sevinç kaynağı olmuştur bizim için. Gördüğüm kadarıyla Yer Sahipleri ve Dede arasında geçen eski bir meselenin ortasında kalıvermişsiniz. Korkmayınız, siz bunların çok ötesindesiniz oğlum! Evinden, toprağından seni sürmeye hele ki canına kast etmeye kimin gücü yeter! Burada ana kucağında, baba ocağındasınız…” dedi Usta’yı rahatlatmaya çalışarak.

“Devrez Hanım, ne güzel söylediniz!” dedi, ocağın içinden bir ses, o ses ki kutsal ateşten çoktan ayrılmış ve alevlerden pelerinini çıkarmıştı. Uzun körüklü deri çizmeleri, beyaz kalın dokuma gömleği ve dar paçalı ama kesimi yukarı çıktıkça genişleyen siyah pantolonu vardı. Üzerine giydiği deri yeleğinden zinciri sarkan köstekli saati ile sıradan bir dağ köylüsüne benziyordu.

“Huzurda kimi görüyorum böyle! Tanıdığım en pervasız ve en eski dostum!” dedi ve hızlı birkaç adımda yanıma ulaştı, beni kucakladı. Usta’ya da dönüp uzun zamandır görüşmediği eski bir dosta sarılır gibi ona da sarıldı.

Eski dostum çembere dönerek konuştu:

“Zirveleri Ülgen Han’ın tahtına değen Yaralıgöz Han’ın en yakını, kardeşi Ballıdağ dediler adıma. Yaklaşık bin yıldır böyle tanınırım, öncesinde başka başka isimlerle anıldım, tıpkı hepimizin olduğu gibi!” çemberden onaylama sesleri duyuldu, “Dede her ne kadar dostum olsa da bundan önceki karşılaşmamızı onayladığımı sanmayın. Yine de Yaralı Göz’ün demek istediği gibi daha sağduyulu olmamız gerektiğini düşünüyorum.” Onaylama seslerinin yanında itirazlarda duyuluyordu.

“Şifalı otların yetiştiği yüksek tepelerde yalnız dolaşırsın. Dağ köylerinin bile tek tük görüldüğü topraklara iz bırakır atının nalları! Kendini kapattığın dünyada gerçek dostla senden faydalanmaya çalışanı ayırt edemez hale gelmişsin Balların Dağı!”dedi bir ses alayla“Senin küçük kardeşin Karakuz olarak söylüyorum sözümü! Yanında bizim çocuklarımızdan biri olsa da ona verebileceğim en büyük irfan buradan evine tek parça ve canlı dönmesidir!”

Ballıdağ Han, ateşe doğru sert bir bakış atmakla yetindi ama cevap vermedi. Çünkü bu sırada ocaktan iki farklı ateş yeli daha kopmuştu, Onlar da üstlerindeki ateşten pelerini çıkartıp çemberde vücut buldular. Gelenler, Küre’nin eli baltalı koruyucusu ve ormancısı Dikmen Han ile şefkati ve sabrı koca yüreğinde barındıran Göynük Anaydı. Her ikisi de talebimi dinlemek için ortaya çıkmışlardı.

Yüce Yaralıgöz Han bana döndü “Şimdi bizden ne istediğini anlat.” diye buyurdu.

“Birbirinden kutsal ve güçlü yer-su iyeleri, beni bugün sizlerin karşısına çıkaran şey henüz ergenliğe erişmemiş bir oğlana yardım etmek istememdir. Bu yavru zamansız bir doğumla hayat bulurken ruhları eksik, evleri yıkık kalmış.” dedim ve az sonra söyleyeceklerimden sonra beni balta ile kovalamamaları için dua ettim, “Ruhları ve evleri için Süt-Ak-Göl bana yardım edecek şarkıyı gönderemez, malumunuz olduğu üzere bedene üflenen şarkı tek seferliktir. Bununla beraber yüce iyeler, talihsiz oğlun onu çok seven babasıyla uzun yıllar geçirmesi için sizlerin yardımını isterim.”dedim.

Azdavay’ın sesi duyuldu “Dediklerin iyi güzel de Dede bunu nasıl yapacaksın, her bir yaşam için tek şarkı varken?” dedi.

“Ben ve sevgili kız kardeşlerimin suladığı ovalardaki hangi bitkinin özü ruhların evlerini onarabilir?” diye sordu Devrez Hanım merakla.

Akabinde daha konuşmamış olan Göynük Ana’nın sesi duyuldu “Her ne ise oğlum söyle de bakalım irfanımızın yettiği bir yerde midir?” hem endişeli hem üzgündü tıpkı şefkatli bir ana gibi.

“Ruhların şarkısı hakkında haklısınız yüce iyeler! Ancak benim ihtiyacım olan şey; bir parça toprak, bir parça su ve bir parça ateştir!” Söyleyeceklerimi söyler söylemez Göynük Ana’nın gözleri faltaşı gibi açıldı, Ballıdağ hayretle donakalmıştı. Çemberden çıt çıkmıyordu.

“Sen kendini ne sanıyorsun Dede efendi!”diye kükredi Dikmen büyük bir kızgınlıkla, “Sen ki yüce düzenler arasında gezinen bir Dede’sin, sana varlığımızın irfanından yani ruhumuzdan birer parça mı vereceğimizi sanıyorsun!”

“Yüce Dikmen” dedim saygıyla eğilerek, “Eğer kendim için istiyorsam tüm ruhlarım, baltanızın altında can vermeye, bir bayram coşkusuyla gitsin! Ben ki sayısız nesildir gezerim düzenlerde, şimdiye kadar bir çok yüce varlığın irfanına başvurmuşumdur ancak beni bu kadar zorlayanı ve ölüme yaklaştıranın sayısı çok ama çok azdır.”

Ballıdağ konuştu “Bahsettiğin yavrunun hayatını kurtarmak için başka çaren olmadığına emin misin Dede?”diye sordu,.

Sesindeki gizli ümidi duymamaya çalışarak “Ne yazık ki…” diye başımı salladım.

Usta’yı göstererek “Bir babanın oğluna duyduğu o güçlü sevgiyi gördüm. Çünkü asla sahip olamayacağım oğluma dayanılmaz bir özlem duydum. Damarlarında sizin toprağınızdan, suyunuzdan ve ateşinden birer parça taşıyan masum yavrunun hayatına benim kadar değer vereceğinizi biliyorum.” dedim.

“Bu dediğin nasıl olacak?” diye sordu kısaca Azdavay ocağın içinden.

“Devrez Hanım’dan bir parça suyu, çemberdeki ateşten bir parça alevi ve bir tutam toprağı alıp yavrunun içine yerleştireceğim.” dedim bir çırpıda…

“Diyelim ki sana istediğini verdik ama bunun işe yarayacağının garantisi yok. Bu söylediğin daha önce hiç denenmedi.” diye düşündüklerini söyledi Ağlı Hanım.

“Çok doğru söylediniz Ağlı Hanım söylediklerinizin hepsinde haklısınız ancak bu yavrucağızın çok vakti kalmadı ve şuan sahip olduğu şans siz ne kadar bahşederseniz o kadar.” diye cevapladım.

Bozkurt yumuşak bir sesle konuştu “Usta’ya ve oğluna yardım etmek için ruhlarımızdan bir parçayı versek bile Dede’ye nasıl güveneceğiz? Bizler gibi yer-su iyelerinin varlıkları öyle güçlüdür ki hırslı yüreklerin ellerinde bir parçası bile felaket yaratır!”

Ballıdağ “Eğer kurultay izin verirse Dede’yle gider ve buraya yapmak için geldiği iyileştirmeyi yapıp yapmadığını denetlerim.” dedi.

Çember bu fikri beğenmişti.

“O halde kurultayın kararı nedir?” diye sordu Yaralıgöz Han.

İlk konuşan Devrez Hanım oldu “Benim Adım Devrez ve irfanımdan bir damlayı vermeyi kabul ediyorum.” dedi. Sonrasında ateşten yükselen Azdavay’ın sesi “Benim Adım Azdavay, çember ateşinden bir alev vermeyi kabul ediyorum.” dedi. Akabinde Göynük Ana “Çemberin toprağından bir tutam vermeyi kabul ediyorum” diye bildirdi.

Son olarak Yaralıgöz Han konuştu “O halde karar verilmiştir.” dedi.

Devrez Hanım Usta’ya bir cam şişe içinde parlak mı parla bir damla su verdi, “Şifalı suların gözesinden…” diyerek çekildi.

Çemberdeki ateş tüm görkemiyle harlandı. Gürüldeyerek yanan irfanından bir parça alev ayrılarak Usta’ya doğru süzüldü ve kendisini karşılamak için açılmış avucuna kondu. Bu sırada Azdavay Han’ın sesi duyuldu “Oğlunun evlerindeki ocaklar ısınsın ve ruhlarını korusun sayısız yıl!” dedi.

Göynük Ana yere uzattı elini, havalanan toprak ışıldayarak kiremit rengi bir taşa dönüştü. Onu Usta’nın avucuna koyarken “Oğlum’un oğluna uzun ömür için kutsallar yanınızda olsun.” dedi şefkatle.

Usta elindeki bir damla suya, bir tutam toprağa ve bir parça ateşe bakarak ayağa kalktı, artık ağlamıyordu.

“O halde gidelim Usta, geç kalmadan.” dedim. Büyük bir saygıyla çembere ve ateşe selam verdim; iyeler gözelerine, ocaklarına ve mağaralarına dönerken Usta, Ballıdağ Han ve ben çemberden çıkıp ormana ulaşmıştık bile.

Usta, tamirhanenin üstündeki alçakgönüllü salona vardığımızda heyecanla oğlunun yanına koşuverdi. “Oğlum, güzel oğlum haydi uyan, bak sana şifa getirdim.” dedi. Oğlu yavaşça gözlerini aralarken Ballıdağ Han ve ben çoktan yer yatağının yanına çökmüştük.

İlk konuşan Yüce Han oldu “Usta, oğlun için irfanımlarımızın bir parçasını sana bağışladık ancak işe yarayamayabilir.” dedi endişeyle. Çocuğun ruhlarının nasıl solduğunu o da benim gibi görebiliyordu.

Gözleri kıpkırmızı olan Usta cevap verdi “Ben de ölürüm oğlumla o zaman.” dedi.

Sessizce Usta’nın yanına çöktüm, “Avucunu aç da kutsallar oğluna katılsınlar.” dedim

Usta dediğimi yaptı ve avucunda itinayla taşıdığı taş, su ve alevin birer ışık seliyle oğlunun bedenine girişini izledi. Ruhlar, ata yurdunun ateşini, suyunu ve toprağını tanıdı. Onların gücünü içtiler ancak öyle güçten düşmüşlerdi ki birer yıldız gibi parlamaları gerekirken hâlâ sönmeye devam ediyorlardı.

Usta, “Dede’m, Oğluma yardım ettin.” dedi ve elimi tuttu. Öpmek üzere eğilmişken zorla kaldırdım onu. Gözlerinin içine bakarak “Usta’m, şuan bilsem ki kendi ruhlarımı çıkarıp oğlununkilerin yerine koysam ve oğlun sağlıklı bir şekilde yaşamaya devam edecek, inan bana düşünmeden yapardım.” dedim.

Usta’nın kafası karışmıştı, bir bana bir de Ballıdağ’a bakıyordu. Elimi tutan nasırlı elleri alıp oğlunun minik ellerinin üzerine koydum. “Ustam, şimdi vakit veda vaktidir.” diyebildim. Usta sözlerimi duyar duymaz ağlamaya başladı. Anlayamıyordu.

“Usta”dedi Ballıdağ, “Oğlunun ruhları öyle yarımdılar ki, Dede bu kapıdan girmemiş olsa yarına çıkamayacaklardı. Ne kederdir ne elemdir, oğlunu gömmek zorunda kalacak olan babalara!” dedi.

“Oğlum” dedi Usta, minik parmakları öpüyor, bir yandan hıçkırıklara boğulurken, gittikçe solan bedeni sarsarak uyandırmaya çalışıyordu. “Gidiyor mu?” diye sordu.

“Evet Ustam!” dedi Ballıdağ “Veda vakti gelmiştir.”

Usta, kaderini kabul eden bir ağırbaşlılıkla başını salladı ve oğlunun elini tutmaya devam etti.

Usta’nın çaresizliğiyle sessizleşen tamirhane’ye biraz ötedeki şelalenin sesi ulaşıyordu. O an aklıma aniden bir fikir düştü. Düşünmeden, hızla yerimden kalkarak küçük bedeni Ballıdağ Han ve Usta’nın şaşkın bakışları altında kucakladım ve arkama bile bakmadan tekrar salondan yüce ormana girdim.

Kucağımdaki yavrunun neredeyse hiç ağırlığı kalmamıştı; yavaş yavaş nefes alıyor, kalbi her defasında sanki son kezmiş gibi atıyordu. Bana seslendiğinde onu duyabilmek için tüm dikkatimi ona vermem gerekti.

Çocuk “Nereye gidiyoruz, Dede?” diye sordu.

“Senin ve baban için daha güzel bir ev bulmak istiyorum. Bu sayede birbirinizden sonsuza kadar ayrılmayacaksınız.”

“Yani, artık ölmeyecek miyim?” diye sordu Usta’nın Oğlu. Ah bu ne acı, keder ve olgunluk… Küçücük omuzlarda taşınması ne zor bir gelecek, vicdanı geniş bir yüreğin cevap vermesi için ne soğuk bir soru!

“Ne yazık ki çocuğum” dedim, sesim kararlı ve gerçekçiydi. “Öleceksin!”

Ormanın derinliklerinden biraz daha sınıra doğru kaydığımda sonunda sesi bize kadar gelen şelalenin Ilıca Şelalesi olduğunu gördüm. Şelale, çeşitli kaynaklardan doğan suların yüksek bir koyuktan aşağı akarak, dibinde genişçe bir göl oluşturduğu, çevresi yüksek ve herdem yeşil ağaçlarla sarılmış sulak bir vadinin ortalarında bulunuyordu. İnsanlar buraya ancak çok çok yüksekteki dağ köyüne ulaşarak iki günlük yol ile gelebilirdi, yani kısmen korunaklıydı kısmen de göz önünde…

Üstelik, aradığım dev kaya ve ona sarılmış devasa ağaçlar kökleri de oradaydı. Ufaklığı nazikçe yere bırakıp sırtını o kayaya yasladım.

Arkamdan Ballıdağ Han ve Usta’nın seslerini duymam uzun sürmedi. Hızlı olmalıydım. Oğlanın üç ruhunun oturduğu Ruhlar Evine uzanarak ruhlarını kolayca evlerinden çekip çıkardım. Böylece yavrucağız, orada hayata gözlerini yumdu. Ruhları ise ellerimin arasında üç küçük yıldız gibi parlıyordu

“Dede’m, ne yaptın!” diyen Usta, oğlunun cansız bedeninin yanına koşup yere çöktü, sırtını duvara verip oğlunu kucağına aldı.

Ballıdağ Han kızgınlıkla bağırıyordu. “Ne halt yedin Dedem! Üstelik sana kurultaya kadar destek oldum! Zamanı gelmemiş sabinin ruhlarını nasıl çekip çıkarırsın bedeninden! Bu düpedüz cinayet!”

Ballıdağ Han’a cevap vermedim ama Usta’ya döndüm, “Gözlerinden artık yaş değil kan akıtarak bana baktı. Bundan cesaret alarak sordum “Seni öldürmemi ruhlarını bedeninden almamı ve…” elimdeki ruhları göstererek “… oğlununkilere katmamı ister misin?”

“Yok artık daha neler!” diye bağıran güçlü yer iyesi şimdi açıkça kızgınlıktan delirmişti “Usta bunu sakın yapma! Düzen’in dengesine ve tüm kurallarına aykırı bu!”

Ballıdağ Han’ın söylediklerini umursamayan Usta bana döndü “Yap!” diyerek gözlerini kapadı. Yer iyesi beni durdurmadan ruhlarının evine uzanıp onun da ruhlarını çekip içinden çıkardım. Usta’da o anda ölmüştü.

Yer iyesi ise sarılarak yatan baba ve oğla bakarken şaşkınlıktan dili tutulmuştu. Benim için önemli olan sadece Usta’nın ne istediğiydi.

Baba ve Oğlun sırtını yasladığı kaya büyük ve görkemliydi, kökleri toprağın çok çok altına gidiyordu. Ölümlülerin gördüğü büyük gri bedeni güçlü ağaçların kollarıyla sarmalanmış, görkeminin sadece küçük bir kısmını gösteriyordu. Ruhları avucumda tutarak birkaç adım geri çekildim. Yapacağım son bir şey kalmıştı, duama başladım:

“Alas, Alas, Alas! Ediyorum duamı tüm Küre’nin kutsallarına. Avuç içi kadar açıkla, Çuvaldız kadar deşikle, Nefes aldığım sedir ağacının kökünde! Yaşamı bahşeden adına çıktığım yolculukta, Elimde tutarım iki nesli bir arada! Duy beni ata yurdu! Duy beni Küre! Duy ki; ocağı sönmüş, külleri rüzgârda savrulmuş, sadece isten kararmış bacası sağ kalan evin sahipleri olan bu ruhlar, Geri dönsün yuvasına! Senden ayrılan ama damarlarında hâlâ kanı akan bu baba ve oğlu kat yanına!”

İşte o an bir mucize gibi önümüzdeki büyük kaya parçasına sarılmış ağaçların kökleri hareketlendi. Bir kısmı topraktan çıkarak, sanki birer kol gibi baba ve oğla uzandılar. Bedenleri nazikçe kavrayıp önce hasretle kucakladılar, sonra bir şarkı yankılandı Küre Dağlarının yüce zirvelerinden, derin vadilerine; ışıksız ve sessiz mağaralarından, suların fışkırdığı gözelere… Şarkı öyle içten ve güçlüydü ki dokuz katta duymayan kalmadı:

“Şimdi tutarım iki cansız bedeni, kanlarından tanıdığım oğullarımın. Biri daha çocuk, ruhlarının evleri yarım. Diğeri bir baba, ama yine de benim evladım. Kederlerinden kapanmış gözleri, söylerken şarkılarını: Yuvam neresi söyle bana? Ölüp kaldığım yer mi, Yoksa doğduğum ama bilmediğim memleketim mi? Evimi nerede arayacağım, Geçtiğim yolların tozlu ve sarp geçitlerinde mi, bedenimi gömmeyi umduğum yerde mi?”

Kökler bedenleri yavaşça toprağın içine, yüce kayanın temellerine doğru çekti. İşte böylece bu devasa gri taş onların mezar taşı oldu. Şarkı bittiğinde hâlâ elimde tuttuğum ruhlara usulca fısıldadım “Gidin!”…

Ruhlar ne yapacaklarını biliyorlardı, doğruca kayaya doğru uçtular. Yüce yer iyesinin şaşkın bakışları altında gri taşa katıldılar. Kaya, ruhları bedenine kabul eder etmez kökten uca büyük bir ışıkla parladı! Öyle ki ışıksız mağaralar sütunlarını ve sarmallarını, gözeler derinlerini ilk defa gördü. Bir neşe kapladı mağaralar sistemini, çünkü bu kaya parçası artık cansız değildi.

Ballıdağ Han, az önce büyük bir ışıkla parlayan kayaya bakarak gözlerinin iri iri açmıştı. Neler olduğunu hissedebiliyordu. Bana dönerek “Ah sen Dede Efendi, tanıdığım Dedeler içinde en Dede sensin!” diyebildi.

“Sanırım bu bir iltifattı” dedim gülerek, yorgun gözlerimi kayadan.

O sırada kayanın büyük ve geniş ön yüzeyinde birbirine sevgiyle bakar gibi oyulmuş iki suret belirdi.

“İnsanlar, Ilıca Şelalesine gidip geldikçe bu yolu kullancaklar ve her geçişlerinde kayaya resmedilmiş gibi duran bu yüzleri gördükçe burada daha önce olağanüstü bir şeylerin olduğunu bilecekler.” dedi ve ekledi “Sırf hikâyeler anlatılmaya devam etsin, bu baba ve oğul hikâyelerle hatırlanarak hep yaşasın diye buraya getirdin onları değil mi?”

Sadece gülümsemekle yetindim yer iyesine! Çünkü ufaklık “Dede’m” diye seslenerek kayadan koşarak çıkmış ve birkaç adımda bana ulaşarak ufacık kollarıyla sarılıvermişti.

Usta da kayanın içinden çıkarak, Ballıdağ Han önüne geldi ve elini öptü “Baba” dedi, “Oğulların yuvaya döndü.” Sonra bana dönerek derin bir sevgiyle kucakladı beni.

Geriye çekildiğinde oğlunun elini tutuyordu “Bize yeni ve sonsuz bir hayat bahşettin. Ben oğlumla ve kendi ölümümle iki kere ölmüştüm, sen bana oğlumla yeni bir hayat verdiğinde iki kere yaşam bulmuş oldum. Bundan sonra beni, varlığım sürdüğü sürece dostun olarak bil.” dedi. Arkasındaki büyük kayayı göstererek “Şimdi bu devasa kayanın, üzerinden geçtiği yolun, yanından aktığı suların sahibi benim, çünkü burası artık benim evim. Bundan sonra yolun üstünde ve altında olanların hesabını ben veririm, sorumluluğu da bana aittir.” dedi.

Ballıdağ Han “Oğlum, işte iye bu demektir zaten” dedi ve ekledi “Görüyorum ki senin irfanın, bedenin sınırlayıcılığı kalkınca artmış. Eminim bu yeni dünyada aramızda yer alacak ve kurultayımıza büyük katkılar sağlayacaksın.” Bana dönerek “Dede, bize oğullarımızdan ikisini tahmin edebileceğimizden çok farklı şekilde geri verdin. Kurultayın son görüşünü almalıyım ama bu iyiliğin karşısında sana Küre’nin kapılarını sonuna kadar açtığımızı söyleyebilirim.” dedi.

“Bu gerçekten umutlarımın çok ötesinde bir lütuf olur.” dedim iyenin önünde eğilerek selam verdim. Ustaya dönerek “Usta, burası kanının öz evidir, yeni yuvanda sana ve oğluna kutlu ve mutlu bir yaşam dilerim.” dedim.

“Ne o gidiyor musun yoksa?” diye sordu ufaklık, tıpkı bir ateş parçasıydı, yanakları sanki koca bir kavanoz yabani elma pekmezi içmiş gibi kırmızı ve sağlıklıydı.

“Evet oğlum, gidiyorum. Yapılacak son bir şey daha kaldı.” dedim.

Vedalaşarak geldiğim yoldan geri döndüm. Bu sefer yavaşça ilerleyerek, hikâyelerin kayaların altından, köklerin arasından fışkırdığı bu güzel memleketin ev sahipliğinin keyfini çıkararak geçide vardım. Böylece, zemin orman toprağından eski püskü halıya, ağaçlar arasında serbestçe dolaşan geyik duvardaki kilime döndü. Tamirhaneye bakan pencereden salonu dolduran orman gülleri ise çoktan gitmişlerdi.

Salonu terk ettiğimde odada ne canlı ne cansız hiçbir varlık kalmamıştı. Bu sırada tamirhanenin kapısının ısrarla çaldığını duydum. Biri Usta’yı arıyordu.

Kapıyı açarak dışarı çıktım, karşımda genç adam gördüm.

“Sabahın ilk saatlerinde burada ne işin var, hayrola?” dedim genç adama.

“Geçenlerde arabam bozulunca Usta yardım etmişti ama parasını verememiştim. Onu ödemeye geldim.” dedi. Kısa kesilmiş saçları, boncuk gözleriyle bana Usta’nın oğlunu hatırlatmıştı.

“Öyle mi?” dedim sadece elinde tuttuğu paraya bakarak.

“Yani o gün param yoktu. Usta, aynı memleketten olduğumuzu öğrenince bu seferki benden olsun demişti. Bankadan ancak çekebildim.” diye açıklama yaptı.

“Anladım” dedim en yumuşak sesimle, “Oğlunu bilir misin Usta’nın?” diye sordum.

Genç adam başını salladı “Biraz hasta bir çocukcağıza benziyordu.” dedi üzüntüyle.

“Hah! Doktorlar temiz dağ havasına ihtiyacı var demişler, o yüzden sizin memlekette Ilıca Şelalesine yakın dağ köyünde yaşamaya gittiler. Soran olursa da onları şelalenin çevresinde yabani elma toplarken bulabileceklerini söylememi istediler.” dedim.

Genç adamın kafası karışmıştı, “Demek memlekete gittiler! Ne güzel, ufaklık içinde iyi olmuştur. Zavallıcığın yüzünde renk yoktu. Keşke ben de İstanbul’dan ayrılıp memleketime gidebilsem, Küre Dağlarında dolanıp temiz havasını solusam.” diyerek derin bir nefes aldı “Belki bu yaz giderim.” dedi yüzünde beliren özlem ifadesi rahatça görülüyordu, “Hatta Ilıca Şelalesine çıkarım, hem Ustaya sürpriz yapar hem de parasını veririm.”

“Evet, oğlum belki” dedim gülümseyerek ve Genç Adamın sırtına vurarak hayırlı bir gün diledim ona. Arabasına bindiğinde gönlü çoktan Azdavay’ın derin vadilerini özlemeye başlamıştı.

Bu genç adam o yaz Ilıca Şelalesine gittiğinde Usta ve Oğlunu hiçbir yerde bulamayacak, sorduğunda ise köylülere, ona “Dediğin gibi bir Baba Oğul ayakları üstünde köye gelmedi… Amma bir Baba Oğul var, lakin aradığın onlar mı bilemedik.” diye cevap verecekler ve şelale yolundaki büyük kaya üstünde, bir gecede beliren Baba ve Oğul suretlerini tarif edecekler. Genç adam merakına yenilerek kayayı görmeye gittiğinde suyun yüksekten düşen sesinin duyulduğu, uzun ve geniş gövdeli ağaçların bekçiliğini yaptığı büyük kaya parçasında Usta ve oğlunun o tanıdık simalarını görünce olduğu yerde çökecek, cebinden çıkardığı yirmi lirayı oraya bırakarak aklına ilk gelen şeyi söyleyecek:

“Usta, borcumu ödemeye geldim.”

İşte, Dede Korkut’un Baba ve Oğul hikâyesi böyle anlatılmaya başlayacak ve bu genç adamın işleri hep rast gidecek…

Dipsiz

Aklı, fikri ve kalbi dokuz katlı Düzen’e yayılmış hikayeleri bulup çıkarmak ve onların koruyuculuğunu yapmak olan bir Dipsiz’im. Plazada çalışan bir beyaz yaka, öğrencilerine ilham fısıldayan bir resim öğretmeni ya da kendi işinin peşinde bir küçük esnaf olabilirim. Hangi kimliği giyersem giyeyim değişmeyecek olan şey bir gün Yüzüklerin Efendisi’ni okuduğum ve hayatımın bir daha asla eskisi gibi olmadığıdır. Üniversitede ya da yüksek lisansta öğrendiklerimin hepsini unuttuğumun, çeşitli işlerde çalıştığımın, yabancı dil bildiğimin hiç bir önemi olmadığını bu platformda tek istediğim; 2000 yıla yayılmış mitolojik mirasımızın çok boyutlu ve katmanlı yapısı ile hikayeler anlatmaktır.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Tüylerim diken diken okudum. Küre Dağları’na gittiğimde o baba ve oğlu ben de bulurum inşallah en güzel şekilde. Anadolu’nun ne büyük derya olduğunu ve bu mitolojinin ne kadar ince ince işlenmesi gerektiğini hatırlattı bu öykü bana. Bu toprakları tüm dünya artık hak ettiği şekilde duymalı. Babanın çaresizliği ve hatta Dede Korkut’un çaresizlikten çare üretmesi, latif bir fantastiklikle duvar halısından başka bir boyuta geçiş ve bu durumun okura neredeyse gerçekmiş gibi hissettirilmesi çok güzeldi. Bir de zıtlıklar var tabii. Öyle bir evren ki burası ve biz insanlar o kadar sınırlı varlıklarız ki olur ya bir şekilde perdeleri kaldırsak yüce erenler katına ulaşabilir miyiz acaba? Bu babanın derdi de aslında yüce bir ulu kişiyi ayağına getirmiş. Her ne kadar farkında olmasa da içindeki sevgi alemlerin kapısını açacak kadar enginmiş. Babanın oğluna sevgisi, oğlun çaresizliği, Dede Korkut’un da aslında herkesten daha asi biri oluşu yer yer ürperdiğim noktalardan oldu. Lakin Küre Dağları’na gelip borcunu ödeyen müşteri de olayın ne olduğuna kalben o kadar teslim olmuş olacak ki okuyucu olarak beni en çok ürperten nokta orası oldu diyebilirim. Hep yazın kaleminiz daim olsun.

  2. Avatar for Dipsiz Dipsiz says:

    Sevgili @merveriii

    Cömert ve güzel yorumların için çok teşekkürler. Yazdıkalrın beni çok motive etti, günümü güzelleştirdi.

    Gözlerimin önünde hep aynı dünya doğup batıyor. Saklı olanı, 2500 yıldır genlere sinen kültürel kodları ve bunu arkasındaki derin fantazyayı anlatmak istiyorum. Alabileceğim hiç bir örnek yok (orjinal sözlü kültür belgeleri dışında). Kendi kurduklarımla bir dünya yaratmaya çalışıyorum. Anlatamıyorum bazen de anlayamıyorum. Şu aralar kendimi ve yazdıklarımı çok sorguladığım bir dönem anlayacağın üzere :slight_smile: Bu yüzden yazdıkalrın beni anladığını göstermesi ve beni motive etmesi anlamında benim için çok önemliydi.

    Cömertliğin için tekrar teşekkürler

    Sevgiler
    Dipsiz

  3. Sevgili Dipsiz,
    Öyle iyi bir finaldi ki, gerçekliğinden kuşku duyulmayacak kadar başarılıydı. Okuyucuya kusursuz şekilde geçirmişsin. Sanki Küre Dağlarında, onların yan yana duran hali gözlerimin önünde belirdi ve beni bambaşka bir dünyaya sürükledi.
    Fantastik dünyanın içindeki karakterleri, anlatımındaki metaforları ve kurgusal geçişleri çok beğendim.
    Ayrıca bana değen başka bir kısım oldu. Doğumda benzer şeyler yaşamış ve bebeğini bir süre küvözde ciğerleri gelişsin diye bırakmış ve ölümün kıyılarından dönmüş biri olarak, oralarda gözlerim dolarak, içim ürpererek okudum.
    Tek eleştirim var. Çocuğun hastalığını öğrendiğinde, Dede Korkut’un vücut dili abartılıyken, ağzından çıkan ‘Çok üzüldüm’ benim zihnimde örtüşmedi.
    Son olarak, hep yaz, hep okuyalım.
    Daim olsun öykülerin ve belki romanların.
    Görüşmek üzere.

  4. Selam Dipsiz,

    Kendi mitolojisi içinde tutarlı bir öyküydü. Özellikle Dede Korkut’un iyeleri bile şaşırtan bilgeliği çok hoşuma gitti. Başrolde Dede Korkut vardı ve bu ona çok yakışıyordu.

    Babaya çok üzüldüm. Daha ilk başta Dede’yi gördüğünde, onu hiç tanımadan o sapa yerde ilk gördüğü/görmek istediği umuda sarılması beni çok üzdü. Çocuktan daha kötüydü durumu. Bununla birlikte oğlanın daha çocuksu ve saf rahatlığının altında taşıdığı endişe de, ormanda Dede Korkut’a iyileşip iyileşmeyeceğini sorduğunda ortaya çıkıyordu ki ciğer parçaladı.

    Ama her şeyin sonunda bu insana ümit veren bir hikayeydi. Finali bana neşe ve ümit verdi. Burada tebrik edeceğim husus şu: Bu hikayeyi vurucu kılmak için daha karanlık bir sonu seçebilirdiniz. Ama siz zor olanı yapmışsınız. Karanlığın cazibesine kapılmamanız takdire şayandı.

    Bir de şu var; Kemal Tahir’in lafıdır “Osmanlı bozgunu bitmedi içimizde yaşıyor.” Bu öyle bir ağırlık oluyor ki bazen, biz Kastamonu gibi dünya cenneti bir yere bile güzelliği yakıştırmayıp sadece şivesi ile dalga geçilen bir yer haline getirebiliyoruz. Sanki güzel yerler hep daha gelişmiş yerlerde olur gibi… Siz bu ülkedeki bir güzelliğe de hakkını teslim etmişsiniz. Çok da iyi yapmışsınız.

    Önce söylediğim gibi, umut veren, Dede Korkut’u ete kemiğe bürüyen, onu bizden biri yapan, ve yineliyorum kendini arka planda bırakıp zor olanı yapan harika bir öykü okuttunuz bana.

    Teşekkür ederim.
    Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…

  5. Küre Dağları’nda Ilıca Şelalesi yakınlarında gerçekten bu kaya ve baba-oğul figürü var mı bilmiyorum ama varsa da yoksa da hikayesi ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Böyle iyi anlatımlara yapılan bir çok güzel ve yerinde yorumdan sonra bir yorum yapmak hep çok zor oluyor. Ama kaleminize sağlık demeden de geçmek istemedim.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

11 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for gayekcelik Avatar for merveriii Avatar for MuratBarisSari Avatar for SoundOfSilence Avatar for Muge_Kocak Avatar for ulu.kasvet Avatar for Elif Avatar for Gurlino Avatar for Dipsiz